28 Eylül 2020 Pazartesi

ŞİMDİKİ ÖYLE Mİ?..

Önceki, nasıl desem, heyecanlıydı; etrafına da bulaşan bir kıpır kıpırlığı vardı. Nasıl da kapıldım ona? Gençlik işte. Bir gün Kadıköy rıhtımında yürüyorduk. Tiyatrodan Haydarpaşa'ya doğru. Bırakın yazı, daha bahar gelmemiş. İlk tanıştığımız zamanlar. Aramızda daha yeni yeni belli oluyor bir şeyler. Rahmetli -ay rahmetli de nereden çıktı, ha ha!- seni sevdiğimi biliyorsun değil mi, dedi. Bilemem dedim işveli; hani yapılır ya, nazlanılır ya... Yaa! dedi, biliyorsun; bak atlarım suya… Söyle, söyle bakalım şimdi! Nereden bilirdim buz gibi suya atlayacağını, biraz sürdüreyim istedim oyunumu. Valla pek de belli olmaz orası diye geveledim. Dur demeye kalmadı, şaap atlayıverdi denize. Bir taraftan geberecek deli diye üzülürken bir taraftan da nasıl sevinmiştim. Beni çok seviyor diye düşünmüş mutlu olmuştum. Yapardı böyle çılgınlıklar. İçi içine sığmazdı, çok tutkuluydu.

Para denkleştirip Münip Utandı’nın konserine gitmiştik. O, konser çıkışında, bu sefer utanmadı söyledi diye espriler yapıyordu. Bense Münip’i bile tanımıyordum aslında. Fakat çok da sanattan anlamaz görünmemek için biliyor numarası yaptım. Arka arkaya bir sürü parça sıralıyor, söyledikçe kendinden geçiyordu. Ona eşlik etmekte zorlanırdım, hem nereden bileyim canım ben o kadar parçayı. Benimki sanat müziği diye bilinen üç beş meşhur şarkıdan ibaretti. Darılırdı bana. Parçadaki eski kelimelerin anlamını sorardı. Biraz da bilmediğimi öğrenmesinden kaynaklanacak hayal kırıklığını yaşamamak için sanırım, zaman geçmesini pek beklemeden kendisi açıklamaya girişirdi. Ekiydi, köküydü başlardı anlatmaya. Doğrusu sıkılmazdım; hoşuma giderdi heyecanlı konuşmaları, bildiklerini aktarmak isteyişleri. Mümkün olsa bütün bildiklerini bir ameliyatla kafama yerleştirirdi herhalde. Öyle severdi bu işleri. Arada yeni ezberlediği rubaileri okur, bana da ezberletmeye çalışırdı. Sanki bir bardak çay fazladan içmemi ister gibi çok doğal isteklerdi bunlar onun için. Beş dakikalık iş derdi, hadi derdi. Bazen bir yolunu bulur, konuyu değiştirir, dikkatini dağıtır beceriksizliğimi gizlemeyi başarırdım. Ama bazen de kırılmasın diye ezberlemeye çalışırdım. Sabırla yardımcı olurdu, onlarca kez tekrar eder, düzeltmeler yapardı. Ben başardıkça gözleri parlardı, çok sevinirdi. Bazen bu abartacak, kitap özeti falan isteyecek diye çekindiğim olurdu doğrusu; ama bir kere kaptırmıştım kendimi, seviyordum onu, yani sevdiğimi sanıyordum.

Onu herhangi bir şeyi düşünmezken bulabilmem mümkün olmuyordu. Uçuk kaçık hayallere kapılıyordu. Oğuz Atay’ın yapamadığını yapacağım falan derdi. Bir merkep alıp köye yerleşeceğiz tamam mı diye sorardı onaylanma isteyen bir tatlılıkla. Tabiî tabiî derdim, bunların da geçici heveslerinden biri olduğunu bilerek. Şimdiki öyle mi? Valla bir sıfat bulmam gerekse düz derdim. Düz adam. Her şeyi ölçülü. Ne uçuk kaçık fikirleri var ne tuhaf hobileri. Gerçi normal hobisi de yok ya… Aman olmadığı daha iyi. Önceki en son ahşap işlerine merak salmıştı da ev marangozhaneye dönmüştü. Ne gerek var canım?

Bana bir gün, bir düzine tahıl tohumu hediye etti. Bir sürü para verip farklı farklı tahılları minik cam şişelere doldurtmuş; minik şişeleri, üzerinde adımın yazılı olduğu ahşap kutudaki bölmelerine yerleştirmiş... O kadar uğraşıp emek vermiş ya... Böyle hediyelerden memnun olmamı beklerdi saflıkla. Ben ne yapayım tahıl tohumunu? Hepsiyle ilgili de birer not yazmış. Gelecekte bunlar değer kazanacak, yok bilmem ne… Doğrusu bana tuhaf gelen bu yanlarına rağmen ondaki çocuksuluğu severdim.

Zaten kısıtlı olan parasını nasıl harcadığını, nereye harcadığını da pek önemsemezdi. Bazen neredeyse bütün haftalığını güzel bir yemeğe verirdi. Ben gerek yok derdim, ısrar ederdim... Olmaz, derdi. Öğrenci adamın Günaydın’da falan işi ne ama kaç kere gittik. Keyifle yerdi bifteğini. Köye gidersek güçlü kuvvetli olayım diye kendi payından birkaç dilimi de bana yedirirdi. Çatalıyla ağzıma uzatarak geri çevirmemi imkânsız hâle getirirdi. Unutup hardala bulardı bazen. Ben hardalı sevmezdim. Pardon derdi, çok sıradan bu dikkatsizliği sebebiyle kendisine ceza verir, gözü yaşarıncaya kadar bütün acı mezeleri tıkınırdı. Gözünden yaşlar akarak gülümserdi sonra. Amacı beni güldürmekti. Gülmemek de mümkün değildi doğrusu. Ama şimdiki öyle mi? Her şeyi ince ince hesaplar. Temkinli, heyecansız bir kütledir; arada hareket etmese canlı olduğunu düşünmezsiniz. İyi de kazanıyoruz. Üçüncü evimizi alıyoruz. Öncekiyle olsa herhâlde aç değilsek de kiradaydık.

Hüzünlü kadınlara karşı bir zaafı vardı. Bunu fark ettikten sonra -Allah affetsin- birkaç kere mahzun taklidi yapmış, onu türlü şaklabanlıklara zorlamıştım. Bir defasında içimdeki oyuncuyu durduramamış ağlamaya başlamıştım. Aa! Elif lütfen, dedi. Dur, bak sana ne anlatacağım. Açıkçası şimdi kendimi, ağlayan çocukları, sadece çocukların komik bulacağı bir iki basit hareketle ya da yine sadece çocukların inanacağı birkaç yalanla güldürmeyi başaran büyüklere benzettim diye devam etti. Bu son lafları zaman kazanmak, uyduracağı şeyi düşünmek için söylediğini fark etmiş, acaba ne kuruyor diye meraklanmaya başlamıştım. Ayağa kalktı. Belli ki anlatacaklarını çeşitli hareketlerle canlandırmaya da çalışacaktı. Bugün sokağın başında ne gördüm biliyor musun? Yere köpük silikonla yazı yazmışlar. Bayram, kalp resmi, Yeliz. Ha ha! Bayramın şansı var mı sence? Ne yaptım biliyor musun? Hiç üşenmedim, gidip bir kutu köpük aldım. Yazının altına “Bana yüz vermedin, Yeliz’in anca adını yazarsın buralara. Fadime.” Nasıl, ha ha!? Sonunda başardım; gülümsüyorsun. Oysa gülümsediğim falan yoktu. Ama bu son lafından sonra kendimi tutamadım. Bu kez daha neşeli, bana şapşal diyebilirsin, şapşal da olurum, hiç önemli değil; yeter ki sen… Evet, yeter ki sen gül. Bravvo! Başardık. İşte bir gülümseme daha sayın seyirciler. Burnumu mıncırdı. Eline bulaşanları yaladı sonra. İğrençsin dedim. Tuttu bu kez de burnumu yaladı. Yapardı böyle şeyler. Arada durup dururken manyak gibi kolumu ısırırdı mesela. Sonra dişlerinin izini uzun uzun inceler, mahsus abarttığım kızgınlığımı ustalıkla yatıştırırdı.

Onunla vaktin nasıl geçtiğini bilmezdim. Sanki her şeyi bilirdi. Ansiklopedi gibi bir şeydi. Bir gün, lisede kendisine hediye edilen Büyük Larousse’un ilk cildini baştan sona okuduğunu söyledi. Ya çok şey öğrendim o ciltten der, rastgele bir maddeyi başlardı anlatmaya. Arbeküz derdi mesela, şöyle şöyle bir tüfektir… Yahu iyi de ben ne yapayım arbeküzü? Gerçi öyle hoş anlatırdı ki ilgimi çekmeyi başarır, bana hayatta merak etmeyeceğim bu eski tüfeği tanıtmış olurdu. Şimdiki öyle mi?.. Hiç girmez öyle toplara. Sanki iki kelime fazla konuşsa para isteyeceğiz heriften. Ama seviyorum şimdikini ben. Koca dediğin dengeli olmalı, duygusuz olmalı biraz, duyguluysa bile duygularını saklamayı bilmeli. Hem zaten kaç yaşına gelmişim ben de, öyle heyecanlara gelemem artık.

Yemek seçerdi. Yemek seçerdi derken yanlış anlaşılmak istemem. Pek de öyle illa yemem dediği bir şey yoktu. Fakat yemeğin kalitesini önemser, lokmasını yavaş yavaş çiğner, tadını tuzunu değerlendirirdi. Ama şimdiki kocam öyle mi? Evde olduğumuz zamanlarda üç öğün yemeğini koyarım önüne, çayını da yaparım... Hiç ses etmez, yemeğini yer, çayını içer. Her eve lazım doğrusu. Bu yaştan sonra mızmızlık dinleyemem. Tadıydı, tuzuydu ne uğraşacağım. Önceki sayısal oran verirdi ya! Bu sefer çay açık olmuş derdi mesela. Canım aynı yaptım, yüzde otuz beş dem… Pek dem çıkmamış, yüzde kırk yap sen… Hassas teraziyiz sanki, hey Allah’ım! Şimdiki öyle mi ama, bazen tabağını bitirdiği oluyor tuzsuz olduğunu anlaması için. İşim kolay valla benim. Öyle ince ince uğraşmaya gerek yok. Tam pişmiş mi, aceleye mi gelmiş, eksik bir şeyi mi var hiç önemli değil. Koy önüne çekil kenara, çaktırmadan izle. İştahla yer. Bir kere şikâyet ettiğini görmedim. Pardon bir kere etmişti. Karıcım bu poğaçalar pişmemiş mi yoksa demişti ağzında uzayıp giden hamurla birlikte. Meğer fırın arızalanmış, üstü kızarır gibi olan poğaçaların altı bildiğin hamur… Ay dur yeme falan deyip zor aldım elinden. Öyle bir adam. Ama memnunum dediğim gibi. Çok konuşmaz, misafirlerden şikâyet etmez. Dırdırıma da söylendiği olmaz pek. Uslu uslu dinler. Konuşmam bitince bir şeyler söyleyecek sanırım, hiçbir şey demez. Yine de hoşuma gider bu tutumu. İnsan rahatlıyor canım konuşunca, hep kendi de anlatsa. Üstelik beni sevdiğinden de hiç şüphe etmiyorum. Gözü de dışarıda değil. Bir ara götü göbeği biraz saldım. Fark etmedi bile, takılmaz böyle şeylere. Önceki de dürüsttü gerçi ama ne de olsa tutkuluydu, ağzı da iyi laf yapardı; kendini çapkın bir karıya kaptırabilirdi pekâlâ.

Of of! Çok uzattım, değil mi? Bu benim ilk öyküm. Öncekinin kasıntı postmodern öykülerinden daha güzel oldu valla. Sahi, söylemedim sanırım. Önceki yazardı. Yazardı derken, yazıyordu yani. Bir gün büyük bir yazar olacağını, memuriyetten ayrılacağını hayal ederdi. O hayal ededursun, ben dergilerde bir görüneyim de… Hem de onun öykü gönderdiği dergilere yollayayım yazdıklarımı. Eminim çok şaşıracak. Ne yalan söyleyeyim, hoşuma gitti öykü yazmak. Onun yazma tutkusunu anlayabiliyorum şimdi. Bir taraftan da kızıyorum ona. Sanatsal derinlikten yoksun olduğumu ima ettiğini çakmadığımı sanıyordu. Çocuk değildik ya elbette anlıyordum. Zaten boşanma sürecimizi de bu imaları başlattı. Gerçi bu imalar falan yıldıramazdı beni ama o salgın var ya o salgın, çekilmez kıldı beraberliğimizi. Sadece bizim mi, korona illetinden ne yuvalar yıkıldı o sıra. Yedi yıl olmuş, vay be! Hepimiz eve kapanmıştık. İş yok güç yok; birbirimize sardık sanırım. Çocuk da yoktu ki onunla ilgilenelim. Her gün bağrış çağrış…

Düşünüyorum da hâlâ inanamıyorum. Nasıl boşandık biz? Dayanamadım galiba; o çeviri senin bu makale benim, bitmiyordu ki istekleri. Psikolojik savaş başlattım ben de, sınırları zorladım. Hiç pişman değilim. Böylesi daha iyi oldu bence. Gıcır arabam altımda, tin tin geziyorum. Şimdiki kocamı da çok seviyorum. Bu yaz İskandinavya turuna çıkıyoruz, biraz zor oldu ama ikna ettim. Öncekinin bir öpüşü değişilmez şu anki yaşamıma diyeceğimi sanıyorsanız, aldanırsınız. Onu sosyal medya hesaplarında izini sürüp takip ettiğim ise koca bir iftiradır. Bazen kolumu ısırışı geliyor aklıma, başım dönüyor; ama o kadar olur, yine de mutluyum ben.

(2020)

TAVA

Tepsinin altı hafiften bombeli oluyordu. Ufak bir dokunuşla etli kısmını önlerine getiriveriyorlardı. Ben üzülerek izliyordum, yine aynısı olacak diye korkuyordum. Korktuğum başıma geliyordu, karnımı doyuramıyordum. Affedersiniz sevgili okurlarım, heyecanlanıp ortasından başladım öyküme. Baştan alayım.

Anadolu'da öğretmenlik yapıyordum; taşrada, küçük bir ilçede. İşte o sıralarda biz, yani çalıştığım lisedeki öğretmen arkadaşlar ve okulumuzun hademesi, öğle yemeği için tava yaptırıyorduk. Aramızda para toplayıp et, domates, biber alıp fırında pişirtiyorduk. Bir biyoloji öğretmenimiz vardı, bu işlerle hep o ilgileniyor, her hafta tava yapalım istiyordu. Ben de adamın hevesli hâlini takdir ediyor, ufak tefek fedakârlıktan kaçınmıyor diyordum. Meğer para vermiyormuş, işi organize etmesinin bedeli olarak bize yıkılıyormuş. Epey sonra öğrendim.

İşte tava yaptırdığımız günlerde bazen bir, bazen iki tepsi öğretmenler odasına geliyor, masaya konuyordu. Konuyordu derken, koyuyorduk işte, servis sırasında da toplama aşamasında da yardım ediyordum ben. Daha tepsiler gelmeden masada yerini ayarlayanlar oluyordu. Bazı arkadaşlar tepsilere erişimin kolay olduğu yerler varmış gibi hareket ediyorlar, özellikle ortalardan -iki tepsi olursa ikisine de ulaşmak için sanırım- sandalyeler kapıyorlardı. Ben bu süreçte ne yapacağımı bilemiyordum, masada yerler dolmaya başladıktan sonra geçip bir yere ilişiyordum. Beraber bir yemek yiyecektik sonuçta, bunca taktik maktik gerekli miydi, anlamıyordum, belki ileride anlayacaktım. Yani saygı çerçevesinde düşünüyordum. Tamam, olabilir, belki açgözlü davranmaktan ve böyle davranırsam gelebilecek laflardan çekiniyordum; ama tava yaptırıp yeme etkinliğimiz sırasındaki davranışımın doğruluğundan şüphe etmiyordum; sakin olmalıydık, birbirimizi düşünmeliydik.

Evet, böyle oturuyorduk masaya. Eller gidip gelmeye başlıyor, tavanın tadına tuzuna, nasıl olduğuna dair bir şeyler söyleniyordu. İyi, kötü, az pişmiş, çok pişmiş, et sertmiş, yağlı olmuş, yağsız olmuş, kuru olmuş, şöyle olmuş, böyle olmuş... Sanırım bunlar da genelde laf olsun diye söyleniyordu, çünkü bir defa bile beğenmeyip de yemeyen olmadı. Bu lafları edenler de dâhil kimse şapır şupur yemekten, daha çok yemekten vazgeçmezdi. Pardon! Bir hoca hanım vardı, çok güzel bir kadındı, ayrı bir asaleti vardı, zaten başka da bayan hoca yoktu. İşte o hoca hanımın, tavanın çok da lezzetli olmadığı zamanlarda pek iştahlı olmadığını görürdüm. Sanırım sevmese bile nezaketen biraz atıştırıyordu. Sevdiği zamanlarda da açgözlü davranmazdı. Benim gibi değildi, yani ne kadar yiyebildiğini dert etmiyordu. Gerçi çoğu zaman, masadakiler "hocam siz yiyemediniz, az yediniz" gibi sözlerle tepsiyi ona doğru yaklaştırıyorlar veya önüne takviye yapıyorlardı. O da umursamaz görünüp etleri seçe seçe mideye indiriyordu. Olan bana oluyordu. Yeterince yiyemediğimi düşünüyordum.

Bunu kafaya takmıştım, zoruma gidiyordu. Bir yolunu bulmalıydım. Acaba neden herkese ayrı tabaklarda servis etmiyorduk? Bu daha adil olmaz mıydı? Herkes aynı tepsiye uzanacağına kendi tabağından yerdi. Hijyen takıntısı olan da yoktu galiba, bandıra bandıra yiyorlardı. Benim bazen iğrendiğim oluyordu doğrusu, ama ayrı ayrı yemek hiç konuşulmamıştı. Tabak çanakla uğraşmak istemiyorlardı sanırım. Sonra bunun da çözüm olamayacağını fark etmem zor olmadı. Ayrı tabakta yesek, bu sefer de bana az koyarlardı. Belki şu ankinden daha zararlı çıkabilirdim. Geriye tek bir yol kalıyordu, daha seri olmalıydım. Tepsiyi iyi takip etmeli, sadece önümden değil, sağdan soldan ne bulursam yemeliydim. Hademenin yaptığı gibi yapmalıydım, pis herif benim üç katımı yiyordu. Müdür yardımcısı da fena değildi, orta taraftaki etleri önüne yıkı yıkıveriyordu. Evet, ben de bir şeyler yapmalıydım, aç kalkmamalıydım masadan.

Ne oldu biliyor musunuz? Denedim. Planladığım şeyleri yapamadım, cesaret edemedim o kadarına. Ama seri oldum, önümdekileri kaptırmamaya çalıştım. Bu bile kolay olmadı, bazen iyice çiğnemeden yutuyordum. Gerçekten şaşkındım. Kendimi sıkıyor, sıktıkça alnımda ter damlalarının oluştuğunu hissediyor, damlalar masaya düşecek diye korkuyordum. Allah'tan ter damlalarım sorun olmadı. Ama?.. Ama daha kötü bir şey oldu. Müdür yardımcısı "Ooo Ömer Hocam, iyi götürdün!" dedi. Bir şey diyemedim, aksi gibi ağzım da doluydu. Fena yakalanmıştım. Hademe de pis pis sırıttı. Oysa yediğimin rahat üç katını yemişti yine. 

Nasıl oldu, yani ağzımdaki lokmayı nasıl yuttum bilemiyorum. Başım dönüyordu, söylenenleri tam seçemiyordum. Hademe sırıttıktan sonra "Pek göstermiyor ama iyi gömdü." gibi bir şeyler söyledi. Bu sefer müdür yardımcısı gülmeye başladı ya da bana öyle geldi... Sanki herkes kızarmış yüzüme bakıyor ve kahkahalar savuruyordu. Başımı dik tutamıyordum, ellerim yana sarkmıştı. Oturduğum sandalyeyi kavramıştım, neredeyse tırnaklarımı formikaya geçiriyordum. Oysa konuşmam gerekiyordu, bu hâl daha fazla sürmemeliydi ama ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir şey düşünemiyordum.

İlk ne söyledim, konuşmaya nasıl başladım tam hatırlamasam da bazı sözlerimi unutmadım. Bir çocuk gibi zırlamıştım âdeta. Hep siz yiyip bitiriyorsunuz, ben karnımı doyuramıyorum, ne kadar açgözlüsünüz, bir de benimle dalga mı geçiyorsunuz gibi şeylerdi sanırım. Bunları daha söyler söylemez pişman oldum. İyice rezil oluyordum. Saçmalamıştım. Arsızlık yapıp üste çıkabilirdim, mesela size yetişmeye çalıştım gibi bir şey söyleyebilirdim, şakaya vurabilirdim, çok acıkmışım diyebilirdim... Adamlar takılmıştı sonuçta. Bir yolunu bulabilirdim. Yaaa utandırmayın abi ya, fena acıkmışım demeyi bile başaramadım. Evet, düpedüz saçmalamıştım. Üstelik bayan hocanın gözünden de düşmüştüm. Ona açılmayı düşünüyordum; onu sevebilirdim, o da beni sevebilirdi. Peki şimdi? Şimdi ne düşünüyordu? Çok rezil olmuştum. Yani o zaman öyle düşünüyordum. Şimdi bilmiyorum. Aslında herkes karnını doyuracak kadar yese tava yeter de artardı bile. Yani az da yaptırmıyorduk, ama işte... Dediğim gibi...

DELİ GÖNÜL

Anaçlık görünüşle ilgili bir sıfat olsaydı Gönül’e çok yakışırdı. Uzun boyu, sıkı kalçaları ve dolgun göğüsleriyle balıketinde, sağlıklı, güzel bir kadındı o. Çıtkırıldım olmadığı gibi kaba da değildi, dişiliğin ölçülü bir toplamıydı. On çocuk doğursa dinçliğini hiç kaybetmeden, yüzünde tek kırışık belirmeden bakar büyütürdü. Fakat hiç çocuğu olmamıştı Gönül’ün. Karı koca çok uğraşmışlar, her yolu denemişlerdi. Gönül, kocası uzayıp giden tedavilerden bıkıp pes ettiğinde bile onu yüreklendirmiş, umudunu hiç kaybetmemişti. Tüp bebek tedavileri de sonuç vermeyince hacı hoca gezmişler, uğramadık yatır bırakmamışlardı. Kocası utanıyordu bu işlerden, üstelik bir yararı olacağını da düşünmüyordu; ama gönlü olsun diye karısına uyuyordu çaresiz. Aslında Gönül de yatıra falan bel bağlayacak bir kadın değildi; fakat modern tıbba inancı sonsuz nicelerinin yaptığı gibi, bir noktadan sonra o da yelkenleri suya indirdi, civardaki çeşitli türbeleri ziyaret edip adaklar adadı. Ama değişen bir şey olmadı, Cenabıhak bir bebek bağışlamadı ona.

Göz göre göre eridi Gönül, bir deri bir kemik kaldı. Zorlu tedaviler değil, boşa çıkan umutlar soldurdu onu. Kocası, evlat edinmeye karşı çıktı. Gönül yıkıldı. O tatlı yosun gözleri, çöken yüzünde daha bir irileşip korkunçlaştı. Yavaş yavaş donuk bakışlı, tuhaf bir kadına döndü. Çok sevdiği kocasından bu sırada ayrıldı. Aynı yıl İngilizce öğretmenliğinden de erken emekli edildi. Bir süre sonra da oturduğu daireyi bırakıp üstte erkek kardeşinin, alt katta da anne babasının bulunduğu üç katlı bir aile apartmanının ikinci katına taşındı.

Anne babasıyla, kardeşiyle iyi anlaşıyordu. Onu herkes seviyordu. Hepsinin hâli vakti yerindeydi. İnşaat mühendisliği yapan ve durumu daha iyi olan kardeşi Gökhan, bu lüks binayı yeni yaptırmış, bir katına da ablası Gönül’ü oturtmuştu. Annesine de “Ablam bize emanet anne, merak etme sen” demişti. Annesi sonradan oğlu Gökhan’ın bu sözlerini kızına anlatmış, duygulanan Gönül annesine sımsıkı sarılıp doyasıya ağlamıştı. Gökhan’ı eskiden beri çok severdi Gönül. Sık sık kardeşine uğrar, o zamanlar daha küçük birer çocuk olan yeğenleriyle vakit geçirir, oyunlar oynar, kendi çocuklarını seveceği günlerin hayalini kurardı. Gökhan'ın sonuncusu ikiz dört çocuğu vardı. Gönül, özellikle, şimdi ortaokul çağında olan ikizlerle çok ilgilenmişti.

***

Yıllar önce bir gün, Gökhan ve eşi Nazlı, ikiz bebeklerini Gönül’e emanet edip bir dost ziyareti için Ankara’ya gitmişlerdi. Çok sevinmişti Gönül. O olaydan bir ay kadar önce de birkaç saatliğine ikizlere bakmış, bu sırada yaşadığı talihsiz bir olay yüzünden çok utanmıştı. Ne kötü bir andı o. Bebeklerden biri aniden ağlamaya başlamış, Gönül de içgüdüsel bir davranışla çocuğa memesini vermişti. Çocuğu emzirmeye çalışırken, gürültü yüzünden eve girdiğini fark etmediği Nazlı kapıda belirmiş, Gönül’ü o hâlde görünce belli etmeden uzaklaşmıştı. Ama Gönül, Nazlı’nın durumu gördüğünü anlamış ve hemen toparlanmıştı. Şimdi bebeklere tekrar bakacak olmasına bu yüzden de seviniyordu, çünkü “Bir daha emanet etmezler mi acaba” diye kaygılanıp üzülmüştü.

O gün, sabah erkenden kardeşinin evine gitti. Onlar da kahvaltılarını yapmışlar, yolculuğa hazırlanıyorlardı. Nazlı, Gönül’ün işini kolaylaştıracak birkaç bilgi verdi. Çocukların ihtiyacı olan şeylerin nerede olduğunu hızlıca gösterdi. Bir sorun olursa aramasını tembihledi. Sonra, sanki aynı günün akşamında görüşmeyeceklermiş gibi uzunca vedalaştılar. Gönül, ikizlerle epey yaş farkı olan büyük yeğenleriyle kucaklaşıp öpüştü, hepsine hayırlı yolculuklar diledi. Pencerenin kenarından arabaya doluşmalarını izledi. Bir an önce gitmelerini ister gibi bir hâli vardı, ani bir kararla gitmekten vazgeçecekler diye korkuyordu. Odalarında uyuyan ikizlere kapıdan bir göz attığı sırada duydu motorun sesini. Rahatladı. Tekrar pencereye yaklaşıp, uzaklaşan aracın arkasından baktı.

İhtiyacı olan şeyleri düşündü. Hepsini bir araya getirmekten son anda vazgeçti. İki çocuğa hem de gün boyunca bakmak kolay olmayacaktı; hayatının en önemli işini yapıyordu bugün, fakat en azından şu an için telaş yapılacak bir durum yoktu. Salonda masanın üzerine koyduğu biberonları geri mutfağa götürdü. Birkaç bez çıkarıp ambalajını açtı, elinin altında olması için kanepenin bir ucuna özenle yığdı. Uyanan çocukların altını değiştirdi, yemeklerini yedirdi. Büyük bir ciddiyetle yaptı bunları. Kendince tek başına iki çocuğa bakmanın zorluğunu yaşıyor, kendisiyle gurur duyuyordu. Bu nedenle çocuklardan birinin karnını doyururken öteki huysuzluk edince seviniyordu; onlara bakarken koşturmak, yorulmak, zorlanmak istiyordu. Fakat pek zahmet çekmedi Gönül, ikisine de kolaylıkla yetişti.

Bebeklerin başından hiç ayrılmadı. Onları nasıl daha kolay tutabileceğini, kucağına alıp taşıyabileceğini, sanki hiç bilmiyormuş gibi, denemeler yaparak öğrendi. Aynanın karşısında kucağında bebekle nasıl göründüğünü çeşitli açılardan bakarak inceledi. Çekinmeden, ayrı ayrı doyasıya göğsüne bastırdı küçük yeğenlerini. Kendini, önceki olayda Nazlı tarafından görülmediğine inandırarak her birine memesini verdi. Çocuğunu emziren anneleri taklit ederek göğsünü onlar gibi parmaklarının arasına alıp çocukları emzirme talimleri yaptı. Çocuklar dudaklarını bir iki kıpırdattıktan sonra ağızlarını çekti. Gönül buna da bir çare buldu. Göğüs uçlarına reçel sürüp -balın zararlı olduğuna dair bir şey okumuştu- emzirdi çocukları. Çocuklar cukur cukur emdikçe yanağında güller açtı. Minik dişlerin verdiği acıya aldırmadı, tekrar reçel sürdü. Hemen bitmesin diye bolca sürmeye çalıştı; bu kez de reçel göğüs ucundan göbeğine damladı, atleti lekelendi. Sonra bir damla da yerdeki halıya düştü; Gönül oralı bile olmadı. Birkaç denemeden sonra eli iyice yatkınlaştı, göğsünü tutuşu doğallaştı. Sevindi Gönül, kendi çocuklarını da böyle emzireceğinden emindi. Akşama kadar çocuklarla ilgilendi, ikide bir altlarını kontrol etti. Tatlı tatlı konuştu onlarla. “Seni uyanık seni” dedi bir tanesine, “nasıl da kavrıyor biberonu.” “Yine mi doldurdun altını” dedi ötekine, yine doldurmuş olduğuna sevinerek. İkisiyle de yetişkin bir insanla konuşur gibi dakikalarca konuştu.

Akşama doğru eşi aradı. Birbirlerine hâl hatır sorduktan sonra, Gönül konuyu hemen bebeklere getirip yoğunluktan bezmiş genç anne pozuyla,

— Zor hayatım dedi, birini kucağıma alıyorum, diğeri bağırıyor. Bir tane yeter, bizimki ikiz olmasın.

Adam eşini bozmadı, Gönül’ün görmediği acılı gamzesinin arkasından bir “İnşallah”la, daha önce de onlarca kez yaptığı gibi, onun hayaline yine ortak oldu. Sonra,

— Zor oluyorsa annene haber verelim...

Ödü patladı Gönül’ün. Sonra aşırı korkusunu yadırgayarak,

— Yok, canım, ne gerek var. Benimki… dedi kaldı.

Rahat bir tavırla söylediği ilk cümlenin devamını getiremedi. Hemen bir şey söylemiş olmak için,

— Yemek işini ne yaptın, dolapta türlü vardı, diye sordu.

— Yedim canım, eline sağlık. Ne zaman geliyor Gökhanlar?

— On, on bir gibi gelirlermiş. Az önce Nazlı’yla konuştum.

— Gecikecek olurlarsa haber ver, ben de geleyim.

Sanki konuşma çok uzamış gibi, çocukları kastederek “Ben şunlara bir bakayım” deyip sohbeti sonlandıran cümlelere geçti Gönül; bir birlerine iyi akşamlar dilediler.

Hava iyice kararmıştı. Gönül, mızmızlanmaya başlayan çocukların karnını doyurdu. Sonra oldukça neşeli, “Uyku vakti geliyor, değil mi yavrular” dedi. Pek zorluk yaşamadan kısa sürede çocukları uyuttu. Çok fena acıkmıştı. Sabahtan beri neredeyse hiçbir şey yemediğini fark etti. Bir sandviç hazırladı kendine. Dirseklerini masaya dayayıp iki eliyle tuttuğu atıştırmalığından büyük bir ısırık aldı sonra. Lokmasını ağzında bir süre çiğnemeden tuttu; bir şeyler düşünüyor ve sanki ağzındakini çiğnerse düşünemeyecekmiş gibi bir dalgınlık gösteriyordu. Fakat uzun sürmedi bu hâli, sandviçini iştahla yiyip bitirdi.

Gönül çocukları uyutmuş, işini tam tekmil yapmanın gururuyla onları beklemeye koyulmuştu. Gökhanlar 12’ye doğru anca geldiler. Nazlı içeri girer girmez, 

— Abla zorluk çıkarmadılar ya sana?

— Yok, Nazlı’cım, dedi Gönül. Kimin yeğeni bunlar, uslu uslu durdular.

— Çok sağ ol abla, zahmet oldu.

— Ne zahmeti canım. Hiç çekinmeyin, ne zaman isterseniz bakarım.

— Sağ ol abla, biliyorum, dedi Nazlı.

Bir taraftan da çantalardan birinden çıkardığı bir paketi Gönül’e uzatıyordu.

— Canım niye zahmet ettiniz? Teşekkür ederim.

Sonra, büyük yeğenleri ve Gökhan’la da vedalaşıp ayrıldı Gönül. İkizlere son bir kez göz atmayı unutmadı tabii. Yolda, ikizlerden ayrılmanın burukluğunu, güya bugün elde ettiği bu önemli deneyimle azaltmaya çalışıyordu. Bir çocuğu olsaydı… Sadece deneyim değil her şey hazırdı zaten.

Evine vardı. Üstünü çıkardı. Çıkardığı kıyafetlere sinen bebek kokusunu kokladı uzun uzun. Göğüslerini yokladı, tahriş olan meme başları hafif hafif sızlıyor gibiydi. Kocası daha gelmemişti. Kim bilir hangi kahvede, kaçıncı oyununu oynuyordu. Ama dert etmedi bunu, yalnız olduğuna sevindi. Ayakları yorgun gövdesini çocuk odasına sürükledi. Zaman zaman, kendini, yıllardır bir türlü gelmeyen konuğunu bekleyen bu çocuk odasında bulduğu olurdu. Ne zaman ve nasıl geldiğini hatırlamadığı bu yerde, her nesneye yavaşça dokunur, özellikle boş beşiğe dalar giderdi. Bu kez de aynısını yaptı; beşiğin başında, antrenin yetersiz ışığının donuklaştırdığı beyaz vücuduyla, bir Yunan heykeli gibi dikildi durdu.

Sonra odasına döndü. Işığı yakmadan kendini öylece yatağa bıraktı, sırtüstü boylu boyunca uzandı. Gözleri tavana kilitlendi, nefes alıp verdiği bile duyulmuyordu. Bir süre öyle kaldı, elmacık kemiklerinin üstünden sıcak bir pırıltı geçti. Göz kapakları elinde olmadan yavaşça kapandı. Bu sefer daha iri bir pırıltı yuvarlandı. Sonra bir daha… Yüzündeki sıcaklığı hissetmese ağladığını kendisi de anlamayacaktı. Aslında güçlü bir kadındı Gönül, vara yoğa gözyaşı döken sulu gözlerden değildi. Ama bu gece… Bir süre sonra, gündüz boyunca hiç hissetmediği yorgunluğa teslim oldu; bebeklerle şenlenecek düşlerine doğru, sanki o düşler için uykuya daldı.

***

Bundan böyle, boşanmış ve kırklı yaşlarını ortalamış bir kadın olarak ailesiyle aynı apartmanda yaşamaya başlamıştı Gönül. Son birkaç yıla kadar umutluydu, tam da bu nedenle mutluydu. Ama kendisinin artık eski Gönül olmadığını biliyor, bunu her geçen gün daha iyi anlıyordu. Bazen balkonda parmaklarını saçlarına geçirir, bunca senenin nasıl olup da geride kaldığını anlamaya çalışırdı. Yılların kadınlara haksızlık ettiğini, zamanın herkesten bir şeyler çaldığını, fakat kadınların kaybının daha fazla olduğunu düşünürdü. Belki de haklıydı; zaman dişiliğini de alıp götürüyordu onların, çoğalma dürtüsünü söndürüyordu. Gönül de bir bakıma yıllar geçince değil, zaten bir hayrını görmediği bu özelliğinin yitimiyle anlıyordu gerçekten yaşlandığını.

Günler tekdüze geçip gidiyordu. Gerçekten de bu tekdüzeliği bozan pek bir şey olmuyordu, tabii Gönül’ün seyrek de olsa kucağında bir çocukla eve çıkıp gelişleri sayılmazsa. Allah’tan, başta annesi olmak üzere bütün aileyi tedirgin eden bu olayın epey zamandır tekrarı yaşanmıyordu. Ancak tam da bu zamana rastladı Gönül’ün yine kucağında bir çocukla eve çıkıp gelişi. 

Annesi, Gönül’ü o hâlde dış kapıdan girerken gördüğünde bahçedeydi. Yıkıldı. Yine mi kısmı sese dönüşmeyen bir Allah’ım çıktı ağzından. Uzun zaman olmuştu oysa, demek… Düşünmeyi bıraktı. Gönül iyice yaklaşmıştı. Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak,

— Kızım bunu nereden buldun? dedi. Kızının kucağındaki hafif çekik kara gözlerin sahibine bakıyordu. 

Gönül istifini bozmadan, 

— Bulmadım anne, biraz bakıp vereceğim.

Gönül, sağ koluna oturttuğu çocuğun kıpırdak gözlerine bakıp gülümsedi, kirli yanağını istekle öptü. Onu konuşturmak ister gibi,

— Senin adın ne bakalım, diye sordu.

Kızının gözlerindeki ışığı gören anne ağlamaklı oldu. Onu ne zamandır bu kadar mutlu görmemişti. Kızı dünyayla bağını koparmış, sadece kucağındaki bebekle ilgileniyordu. Onu bu hâlde saatlerce seyredebilirdi. Ama içi rahat etmedi. Kimin nesiydi bu çocuk? Bu kez daha sevecen,

— Kimin çocuğu bu yavrum?

Bir kolunu boşa çıkarıp ilerideki bakımsız evleri işaret ederek,

— Şuradaki göçmenlerin anne.

Annesi bu kez âdeta yalvarır gibi,

— Hadi, gel kızım, onu annesine geri verelim.

— Haberi var, merak etme.

Gönül’ün bu soğuk cümlesinden hemen sonra bahçe kapısı sertçe açıldı. Ufak tefek bir kadın heyecanla içeri daldı. İçeridekilerin hiç telaş yapmadığını görmenin verdiği görece rahatlıkla, gayet anlaşılır bir Türkçeyle,

— Ay abla çok korkuttun, ne ara gözden kayboldun? diye sordu.

Gönül yine telaşsız, kadına doğru döndü. Çocuk annesini tanıdı, ona doğru atıldı. Biraz bozuldu Gönül, hemen uzatmadı annesine. Bu sırada kendi annesi de gelen misafire ve kızına “Hadi şu çardağın altına geçin” dedi. Gönül, kucağında çocukla geçti oturdu. Yorulmuş, eski gücünden yoksun kollarının ağrıdığını hissetmişti. Göçmen kadın onu takip etti. Annesi, “Sakın bir yere kaybolmayın, hemen geliyorum” diyerek kopardığı kayısıları yıkamaya götürdü. Göçmen kadını oyalamak, kızının çocukla biraz daha vakit geçirmesini istiyordu kuşkusuz. Tabağı masaya koydu. Kadın daha oturmamıştı bile. Bebeğini alıp gitmek istediği belliydi. Ama ısrara dayanamadı, oturdu. Yemesi için de ısrar edilince bir kayısı alıp çekine çekine ağzına götürdü. Ön dişleriyle kesik attığı kayısıyı eliyle ikiye ayırdı. Bir parçasını çocuğuna uzattı. Ancak bundan sonra diğer parçayı ağzına attı. Çocuk yarım kayısıyı tam kavrayamadı, ağzına götürürken yere düşürdü. Gönül’ün annesi hemen yeni bir tane kayısı kapıp “Şundan ver” kızım diyerek göçmen kadına uzattı.

Gönül bu sırada kucağındaki çocukla konuşuyor, “Annene mi gideceksin sen, ha” diyordu. Kadın daha fazla duramadı, “Evde çocuklarım bekler” dedi, “iki tane de evde var.” Artık Gönül de ısrarcı olmadı, zaten çocuk da annesinin gel demesini bekler gibi ona bakıp duruyordu. Göçmen kadın çocuğunu aldı, “İyi günler” deyip çıktı gitti. Gönül’ün yüzü düştü, kadının arkasından “Şuna bak” dedi, annesine değil de ortaya konuşur gibi; “Belki yirmi beş bile yoktur yaşı. Üç çocuğu varmış, üç daha yapar bu.” Sonra annesine dönerek “Şu güdük, çirkin şeyi görüyor musun anne!” dedi. Sonunda kızının kendi kendine konuşmadığını anlayan annesi “Öyle deme kızım, Allah'ın gücüne gider” dedi kahrolarak.

Doğurganlığın boy posla, güzellikle ilgisi olmadığını bilmez değildi Gönül, ama özellikle çocuk için verdiği çabaların sonuçsuz kaldığı günlerde, kendini, çocuklu kadınlara hasetle bakmaktan alıkoyamazdı. Uğradığı yıkımın acısını hafifletmenin bir yolu muydu bu, yoksa kadere siteminin bir bahanesi mi? Tutamazdı kendini, içinde bir kor yalazlanır, büyür büyür ve bütün vücudunu yakardı. Kıpkırmızı kesilmiş yüzüyle çocuklu göçmene ettiği lafların benzerini sıralar, epey homurdanırdı.

Demek, hâlâ aynıydı. Annesinin uyarısı, bir cümle daha söylemesine engel olmayacaktı,

— Bebeği zor taşıyor, bir de çocuk yapıyor!

— Yapma Gönül’üm, deme öyle kızım, dedi annesi bir kez daha.

Ana kız biraz konuşmak, kızını sakinleştirmek için,

— Dur, bir kahve yapıp geleyim, dedi içtenlikle.

— Ben yaparım anne, sen zahmet etme.

— Ne zahmeti kızım, canım çekti, yapacaktım zaten.

Annesi eve yöneldi. Gönül keyifsiz, onu izledi. Az sonra kahvelerini kapıp geldiler, kameriyede sohbet etmeye başladılar. Annesi aslında az önceki olaya takılmıştı; kızının tekrar bu bebek alıp gelmelere başlamasından, durumunun kötüleşmesinden korkuyordu. Biraz da bu sebeple Düzce işini açtı. Gönül anne tarafından Çerkez’di. Akrabalarının bir kısmı Düzce'nin bir köyünde yaşıyorlardı.

— Bizi teyzen Düzce’ye çağırıyor Gönül. Buralar serin olur, Gönül’ü de al, gel, diyor. Gelmek ister misin?

Aslında onu götürüp götürmemekte kararsızdı. Bugünkü olay, mekân değişikliğinin Gönül’e iyi geleceği fikrine kapılmasına yol açmıştı. Gönül dalgındı, bir şey demedi. Annesi biraz bekledi. Gönül’den yine bir ses çıkmadı.

— Kızım, dedi biraz yüksek bir sesle, iyi misin yavrum?

Gönül başını kaldırdı,

— Efendim anne, dedi.

Annesi Düzce konusunu tekrar anlattı.

— Sen de gelmek ister misin, diye sordu.

Gönül’ün ağzından duygusuz bir “Olur anne” döküldü. Annesi devam etti,

— Havalar da pek sıcak. İyi olur. Bu sene yazlığa gitmek de istemiyor canım. Bir gidelim teyzenlere, belki geldikten sonra gideriz yazlığa…

— İyi olur, dedi Gönül ölü gibi.

Az önce ne kadar neşeliydi oysa. Daha demin kucağında sıcaklığını hissettiği çocuk değil, ruhu gitmişti sanki. Annesine, ne ne zaman diye sordu, ne de başka bir şey söyledi. Annesi,

— Pekâlâ, teyzenle bir daha konuşayım da birkaç güne yola çıkalım, dedi.

Kahveden sonra evlerine çıktı iki kadın da. Annesi endişeliydi. Kızını düşünüyor, halini beğenmiyordu. Kocasının “Ne yapıyordunuz bahçede, o kimdi” sorusuyla irkildi. Olayı anlattı tutularak. Sonra Düzce işini açtı, Gönül’le beraber gideceklerini söyledi. Kocası başıyla onayladı. Ağzında iştahla ezdiği kayısıyı yuttuktan sonra, “Gönül kullanmasın, Gökhan götürsün sizi. Sonra almaya da gider.” Bütün olarak ağzına attığı yeni bir kayısının çekirdeğini çıkarıp devam etti: “Biraz takılın orada. Yayla sayılır.” Pencereye dönerek, “Şu havaya bak, yanıyor ortalık” dedi. Bir süre konuştular. Ortalığı kasıp kavurarak uzaklaşan güneş, ufukta küçülüp kayboluyordu.

Gönül de evindeydi. İçini bir şey yakıyordu. Bir oturup bir kalkıyor, gezinip duruyordu. Ansızın yatak odasına gidip hışımla oyuncak bebeğini aldı. Bir süre hınçla baktı bebeğe, sonra yere çarptı. “Neyim eksik benim” diye söylendi. Fırlattığı yerde ağlayıp duran bebeği alıp yokladı. Kolunu, bacağını iyice kontrol etti. Yavaşça yatağının kenarına yatırdı. Kendi de yatağın ucuna, bebeğin yanına oturup onu izlemeye başladı. “Hişt! Beni duyuyor musun” dedi gayet ciddi. Sonra biraz yumuşayarak topuklarını gıdıkladı. Oyuncak, aynı bebekler gibi gülücük sesleri çıkararak güldü. Sonra bir daha gıdıkladı. Bebek yine güldü. Gönül gıdıklamayı bırakınca, bebek de pat diye sesini kesiverdi. Alıp tekrar fırlattı oyuncağı Gönül. Bu kez sesi kesilip yatağın altında kayboluncaya dek tekmeledi. Aklına bir şey gelmiş gibi hızla salona gitti. Telefonundaki uygulamaları KALDIRdı. Bütün puanları silinmiş miydi acaba şimdi? Biraz üzüldü buna, ama telefonda bebek büyütme oyunlarına kapılmış olmasına da içerledi. Göçmen kadın geldi aklına. “Üç çocuğu var. Suratsız! Boy boy çocukları var… Benim neyim eksik? Güzelim ben, sağlıklıyım da…” İster istemez, kocaman televizyon ekranına kaydı gözleri. Çökmüş yanakları, sıska bedeni, kapalı TV ekranda bile belli oluyordu. Ama Gönül bu yansısını değil, eski Gönül’ü gördü. “Pamuk gibi yavrularım olacak benim. Gece beni uykusuz bırakacaklar, ama bıraksınlar, çocuk dediğin bırakır… Altlarını temizleyeceğim, sarı sarı boklarına bakacağım... Hmm, gülersin tabii; rahatladın, değil mi? Seni şanslı şey… Benim gibi anne bulamazsın…” Kendi kendine konuştu durdu. Perişan görünüyordu. Yaşadığı ezince dayanamadığı belliydi. O anda, kopuk kopuk cümlelerle acılı bir yakarış duyuldu: “Allah’ım lütfen… Bana bir çocuk ver, kakasını yiyeceğim… Sana söz veriyorum… Lütfen… Lütfen…”

***

O gün gelmişti. Hazırlanan bavullar, alınan hediyeler Gökhan’ın kapıya yanaştırdığı Range Rover’a yerleştirildi. Gönül durgundu. Babasıyla, Nazlı ve yeğenleriyle vedalaştı. Annesi de torunlarını tek tek öptü, Nazlı’yla kucaklaştı. Eşine ilaçlarını kaçırmamasını bir daha hatırlattı. Bu değişikliğin kendisine de iyi geleceğini düşünüyor, epeydir görmediği kardeşini ve pek çok hısım akrabayı görecek olmanın heyecanını taşıyordu. Kalanlar, Düzce’dekilere selam söylediler. “Tamam mıyız?” dedi Gökhan. Kendi de dâhil araçtakiler, kısa bir süre, bir şey unutup unutmadıklarını düşündüler. Kimseden bir ses çıkmayınca gecenin bir yarısı yola koyuldular. Nazlı, belki gece yolculuğu olduğu için, belki de sırf son bir söz söylemiş olmak için, “Dikkatli sür Gökhan” dedi.

Yoldaydılar. İlk konuşan Gökhan oldu: “Ankara’da bir mola veririz, sabaha da varmış oluruz.” “İnşallah” dedi annesi, “Aman oğlum yavaş gidelim” diye de ekledi. “Bas Gökhan, bas” diye kıkırdadı Gönül, “Bununla da hızlı gitmeyeceksek…” Annesi de güldü, Gönül’ün durgunluğunun verdiği kaygısı dağıldı. Demek, Gönül memnundu köye gittiklerine. Fakat kızının konuşmasına sevinse de, içinde, bir belirip bir kaybolan, korkuya benzer bir his vardı. İşin kötüsü, bu his, yolda ilerledikçe artıyor gibiydi. Uyumaya çalıştı. Gönül de o kıkırdamasıyla kaldı; çok geçmeden, kim bilir nelerin yaşandığı kendi dünyasına daldı. Herkes sustu.

Daha hava aydınlanmadan Ankara’ya girdiler. Kısa bir moladan sonra tekrar yola çıkıldı. Gönül ve annesi, yolun kalan kısmını, beylik bir iki laf dışında uyuyarak geçirdiler. Nihayet, sabah erken saatlerde köye vardılar. Köy, kayın ormanlarıyla kaplı bir dağın yamacında kuruluydu. Her yer yemyeşildi. Teyze ve eşi sevinçle karşıladı misafirlerini. Güzel de bir kahvaltı hazırlamışlardı. Çocuklarından biri Kanada’da, diğeri de İstanbul’da çalışan yaşlı çift, bir Edi bir Büdü kalmışlar; kışları, uzun yıllar yaşadıkları Ankara’da, yazları da köylerinde oturmaya başlamışlardı. Kahvaltılarını yaptılar, bolca sohbet ettiler. Sohbetten sonra Gökhan bir iki saat uyudu, annesi ve ablası da dinlendiler. Gökhan öğleden sonra dönüşe geçti. Kalanlar tertemiz havada bahçeyi gezdiler, çay içip sekide oturdular.

Gönül ve annesi ertesi gün köyü gezdiler, akrabalara uğradılar. Akşam meydanda düğün olduğunu öğrendiler. “Gider miyiz anne” diye sordu Gönül, gitmek arzusunu saklamayan bir tonda. “Elbette kızım” dedi annesi. Gönül eve gelince olaydan teyzesine de bahsetti. Akşam hep birlikte gitmeye karar verdiler. Gönül akşamı iple çekti, saklayamadığı bir heyecan içindeydi. Vakit yaklaşırken hazırlanıp çıktılar. Meydana gelince, Gönül, şoförlüğü bir türlü tam kıvıramayan ve her sene aracıyla ufak tefek kazalar yapan eniştesine takıldı: “Şükür sağ salim getirdin enişte.” Gülerek teyzesi de eşlik etti ona: “Vallahi bravo!” Adam gülümsedi, “Yol çok uzundu üstelik” dedi, boşalan aracı uzakta bir yere park etti.

Akordeon sesinin yırttığı karanlık göğün altında halk dansları oynanıyordu. Şehirden gelen misafirlerle sayısı artmış, geniş bir çember hâlindeki neşeli kalabalıkta büyük küçük herkes eğleniyordu. Meydan görülmeye değerdi doğrusu. Çocuklar sağa sola koşturuyor; gençler ve kendini genç hisseden yaşlılar başta olmak üzere çok sayıda insan coşkuyla dans ediyordu. Gönül, anne ve teyzesinden kopmuş, dansları daha iyi görebileceği bir yer bulmak ister gibi insan çemberini çeşitli noktalardan kesmeye başlamıştı. Danslara değil sağına soluna bakıyor, sanki bir şey arıyordu. Oysa köyde kimseyi tanımıyordu, kimse de onu. Bir süre dolaştıktan sonra çemberin dışına doğru yürüdü. Çantasından çıkardığı telefon ve cüzdanını ceplerine yerleştirdi. Yerden aldığı büyükçe bir taşı da çantasına koyup tekrar kalabalığa karıştı. Yavaş yavaş, az önce gözüne kestirdiği bebek arabasına yaklaştı. Epey bir süre soğukkanlılıkla bekledi. Fakat bir kumar oynadığının da farkındaydı. Arabanın kolunu kavrayan el, onu belki de hiç bırakmayacaktı bu gece. Ama öyle olmadı; tam da Gönül’ün sabrının azalmaya başladığı sırada, oynayanlardan biri, bebeğin annesini kolundan çekip kendilerine katılması için dans eden grubun içine çekti. Kadın pek nazlanmadı, arabayı tutan elinin parmakları kendiliğinden gevşedi; genç vücudu kolundan çekildiği yöne doğru sürüklendi. Gittikçe artan bir tempoyla dans etmeye başladı. Gönül fırsatı kaçırmadı; arabanın pelteleşmiş, uykulu yolcusuyla çantasını değiştiriverdi.

Teyzesinin evine varması on dakika sürmemişti. Hemen boş evin kapısını zorladı. Kapı açılmadı. Kilitli olacağını hiç düşünmemişti. Cılız bedeniyle bu kez güçlü bir deneme daha yaptı. Kapıdan umudunu kesip bir çıkıntıyla ileri doğru genişletilmiş balkona girdi sonra. Epeydir koruduğu soğukkanlılığı kaybolmaya başlamıştı. Titreyen elleriyle balkon kapısının koluna asıldı. Kapı açılıverdi. İçeri girdi, aceleyle bir iki çıkın hazırlayıp sağlam bir torbaya koydu. Çocuğu sarmak için eline geçen bir iki çarşafı da aynı torbaya tıkıştırdı. Dışarı fırladı.

Evin arkasından sonu gelmez karanlığa doğru hızlı hızlı yürüyordu. Kısa bir süre sonra ağaçlar sıklaştı, eğim arttı. Çocuk huysuzlanıp ağlamaya başladı. Sırtında tenine yapıştırırcasına sardığı küçük canlıya yalvarır gibi “Ne olur sus” dedi Gönül, “sesimizi duymasınlar.” Kayınların koyu gölgeleri bitmek bilmiyordu. Gönül yürüyor, çocuk ağlıyordu. “Ağlama” dedi tekrar, “İyi bir anne olacağım bebek… Sana söz veriyorum, her şey güzel olacak. Ağlama.” Aysız gecede, düşe kalka yürüyordu. Hava karanlık, doğa acımasızdı. Çalılar dikenli teller gibi ısırıyordu elini yüzünü, yaralı dizlerinden kan sızıyordu paçalarına.

***

BUDALA BENİ

İçimde serin köpükcükler kaynıyor bu sabah. Güneş oturma odamın camına dostça vuruyor. Daha odam aydınlanmadan içim ışıyor. Kuşlarla şakımak, miskin kedilerle güneşlenmek istiyorum. Özlenen bir dost mektubuna sarılır gibi sarılmak istiyorum hayata. Bugün bende bir hâl var. Hemen tek bacağı ters yüz olmuş pantolonumu düzeltip asıyorum. Masamın üzerindeki ıvır zıvırı düzene koyuyorum. Bilgisayarın adaptör kablosunu derleyip topluyorum. İyi de niçin acele ediyorum? Az önce gülümsedim de galiba, hayret. Ve konuşmak istiyorum. En son ne zaman konuşmuştum? Alışverişte mi? Telefonda mı?

Günlerce süren suskunluklardan sonra ağzım açılmayacak diye korkuya kapılırdım. Sesleri çıkaramayacağımı düşünüp ürperir, önce çenemi oynatıp alıştırma yapar, sonra da çekine çekine birkaç kelime söylerdim. Sesler başta zor çıkıyor gibi gelirdi. Boğazımı temizler, özenerek ve daha yüksek bir sesle gelişigüzel laflar etmeye başlardım. Kendimi konuşma yetimi kaybetmediğime ikna ettiğimde burnumun direği sızlar, gözlerim yaşarırdı. Kendime hem acır hem de sevinirdim. Bu sabah öyle mi? Bir şeyler mırıldandım bile. Sanırım güneş beni çağırıyor. Daha dolaysız olsun istiyor ilişkimiz, araya cam pencere girmesin istiyor. Dünden razıyım ben.

Sokağa çıkacağım, önüme gelene gülümseyip selam vereceğim, herkesle konuşacağım. Konuşmak istiyorum bugün. Bakın leylaklar açmış diyeceğim; hava ne güzel, değil mi?.. Hayırlı işler dileyeceğim köşedeki manava. Simidin de pek güzel koktu, ver bakalım bir tane diyeceğim simitçiye. Nanik yapacağım gördüğüm ilk bebeğe. Otobüs durağındakilere bir numara uydurup geçti mi diye soracağım. Sigara tutacağım bıyıkları nikotin sarısı yorgun bir işçiye, yakmaz mısın bir tane?.. Kol kola, sallana sallana kursa giden gençlere takılacağım. Hello çekeceğim şaşkın şaşkın gezinen turistlere. Bugün konuşmak istiyorum. İçimde taze bir bahar uyanıyor. Havayı kucaklamak, bulutlara asılmak istiyorum. Kalabalığa karışıp akmak istiyorum; konuşmak, konuşmak istiyorum.

Bir acı kahveden sonra dışarı çıkıyorum. Kahveden mi, onu içerken yaşadığım zihin karışıklığından mı oldu bilmem, çıkmaya yaklaştığım her adımda içimde bir şeyler sönüyor. Bu duyguyu bilmez değilim. Bir hayali gerçekleştirmeye yaklaştıkça duyulan korkudur bu. Öncesindeki bütün yüreklendirmelere rağmen, sınav ânında elini deftere götüremeyen toy öğrenci ürkekliğine benzer. Biraz da, korkulan şeyin başa gelmesi gibidir; onun, korktuğumuz için başımıza geldiğini bilsek de. Ama pes edecek değildim, toparladım kendimi. İçimde bir gürültü koptu yeniden: Konuşmak istiyorum!

Sokaktaydım. Birkaç adımdan sonra kocaman bir gölge geçti üstümden. Hemen başımı kaldırdım. Birbiri peşi sıra iki güvercin sürüsü aktı. Üç metre önüme pat diye bir güvercin düştü. İrkildim. Boz bulanık bir tüy yumağına benzetirdim bu kuşu, nasıl bu kadar ses çıkarmıştı? Gidip aldım. Sıcacıktı. Gagası açılıp kapandı son kez, hâreli kavuniçi gözlerindeki ışık söndü. Kaldırımın kenarına bıraktım. Toplu ölmeyince anlaşılmaz ya hani milyonlarca güvercinin nasıl öldüğü… Şimdi anladım. Ama oldu mu şimdi bu a kuş?

Bu olaya takılıp kalamazdım. Daha yolun başındaydım üstelik. Adımlarımı sıklaştırdım, sokağın caddeye kaynadığı; aracın, insanın, hareketin arttığı kapıya geldim. Ne yapacağımı bilemedim. Elim çeneme gitti istemsizce. Kalabalığın ortasında, yolunu şaşırmış gibi aval aval dikilip durmaktan kaynaklanan gülünç olma korkusu kapladı içimi. Âniden bastıran bu korkuyu savuşturmak için hiç düşünmeden karşıya geçtim. Nereye gittiğimi bilmiyordum ama biliyor gibi hızlanmış, kararlı bir şekilde ilerliyordum. Daha önce de pek çok kez yaşamıştım bu durumu. Hızlı hızlı epey bir süre yürür, sonra biraz yavaşlar, kendime gelmeye çalışırdım. Yine öyle oldu. Kimden kaçıyordum? Hani cümle âleme gülümseyecek, herkesle konuşacaktım?.. Daha kafamı bile kaldırmamıştım oysa. Tekinsiz bölgelere girmiş ceylanlar kadar tedirgin, kendi gölgesinden korkan zavallı yük hayvanları kadar ürkektim. Kimse gelip yanıma oturmasın diye kendimi kuş pislikleriyle bezenmiş bir banka attım. Başım ellerimin arasında, “Sakin… Sakin…” diye mırıldandım. Şakaklarımdan soğuk terler akıyor, ıslak atletim sırtıma buz gibi yapışıyordu. Dilim damağım kurumuştu. Elindeki son kozuna da inancı kalmamış yorgun bir kanun kaçağı gibi olduğum yere yığılıp kalmaktan korktum. Gidip yakındaki bir büfeden tek kullanımlık bardakta bir çay aldım. Bir sigara yakıp silik bir gölge gibi kenardan kenardan daha açık ve güneşli bir alana doğru ilerledim. Yüzümdeki terler ince bir tuz tabakası bırakarak kurumuştu. Kafa derim büzüşmüş, başımı sıkmaya başlamıştı. Çayımı bitirdikten sonra iki elimle kafamı ovaladım, derimi gevşetmeye çalıştım. Ellerimdeki tozlu parlaklığı üstüme sildim sonra. Biraz rahatlamıştım. Neden çıkmıştım dışarı? Ne yapacaktım? Konuşacaktım. Daha hiç konuşmadım mı? Çay alırken ne dediğimi hatırlamaya çalıştım. Bir çay alabilir miyim? Bir çay. Bir çay alayım. Teşekkürler. Kolay gelsin. Hangisi?

Simit almaya karar verdim. Sabah düşündüğüm gibi… Ne diyordum? Simidin de pek güzel koktu, ver bakalım bir tane! Evet, aynen öyle. Önce selam ver ama. Tamam. Selamımı verdim. Birkaç saniye beklesem söyleyeceklerimi unutacakmışım gibi aceleyle, “Simidin de pek güzel koktu, ver bakalım bir tane.” dedim. Adam, gür bıyık ve kaşları arasında yaşam savaşı veren yorgun gözleriyle yalan söyleme der gibi şöyle bir baktı, bir simit uzattı. Eline bozuklukları bırakıp uzaklaştım. Önce simitçiye, biraz düşündükten sonra da kendime kızdım. Vakit öğleye gelmiş, simidin tazeliği de kokusu da diğer pek çok şey gibi şehrin girdabında çoktan yitip gitmişti. Üstelik camlı dolap içindeki simidin kokusunu nasıl ve ne kadar uzaktan alabilirdim? Daha yaklaşmadan çok güzel koktu denir mi? Budala seni!

Bir yandan simidi dişliyor diğer yandan az ilerideki otobüs durağını gözlüyordum. Acaba kime sorsam? Hangi numarayı sorsam? Hazırda bekliyormuş gibi -sanırım bekliyordu- yakışıklı bir 64 döküldü dudaklarımdan: 64. Güzel sayı. İkiye, dörde, sekize… bölünür. Toplamı on, farkı iki… Çarpımı yirmi dört. Hepsi çift. Numara tamamdı. Durağın önünde, gülüşen iki delikanlı; iç tarafında, köşede üç genç kız vardı. Kızlardan ikisi birbiriyle konuşuyorlardı, arkadaş olmalıydılar. Diğeri sağ omzunu durağa dayamış, saf saf önüne bakıyordu. Sırada yaşlı bir dede tek başına oturuyordu. Onun sol çaprazında, ayakta bir kadın ve on yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Biraz bekledim. Hâlâ aptal aptal gülüşüp şakalaşan delikanlılar ilk gelen otobüse binip gittiler. Dede oturduğu yerden, asasıyla, her ân bir huysuzluk çıkaracakmış gibi kilitli taşlardan birini dürtüp duruyordu. Kadın asık suratlı bir heykel gibi dikiliyor, oğlu olduğunu düşündüğüm çocuk da eliyle durağın camına konan sinekleri kovalıyordu. Cam çeşit çeşit parmak izleriyle kaplıydı, üstündeki yarısı yırtılmış bir reklam etiketine de bir sakız bastırılmıştı.

Bekliyordum. Onlar otobüsü, ben 64 geçti mi demeyi. Kararımı verdim. Ona soracaktım, omzunu durak direğine dayamış dalgın kıza, bence durağın en masumuna. Tarifeye bakacakmış gibi yapıp yaklaştım: “Pardon! Merhaba, 64 geçti mi acaba?” “Bilmiyorum!” dedi. Aslında demedi, iğrenç bir homurtuyla âdeta tükürdü. Hiç beklemiyordum, çok şaşırdım. Tam o ânda duydum dedenin sözünü: “64 buradan kalkmaz.” İhtiyarın koyu aksanlı “64 buradan kalkmaz”ı sanki hayatımı kurtarmıştı. Hemen başımı ihtiyara çevirdim. “Belediyenin oraya git, belediyenin…” “Olur amca,” dedim, “sağ ol!” Kendimi belediyenin oraya giderken buldum. Gülümsedim: Seni budala! Ne yapacaksın belediyenin orada? Allah’tan 64 buradan geçmiyormuş, ya geliverseydi o sırada, binecek miydin?

Belediye yolunda aniden durup sola döndüm. “Bilmiyorum!”un etkisi altında bir süre boş boş gezindim. Sonra bir kafeye girdim, çay söyledim. Yanımdaki masada tavla oynuyorlardı. Taşların şıkırtısına dalıp gittim. Ne zamandır canım tavla oynamak istiyordu. Oyuncuların heyecanı, arada bir söylenen şakalı sözler, hareket eden eller, elleri takip eden gözler… Ah, ne güzeldi, ne tatlı oynuyorlardı. Bir takım da ben istedim. Takımı açıp gözlerim yaşararak taşları dizdim. Belli mi olur, belki biri gelir oturur; hazır dizilmişken de oynamaya başlarız... İkinci sigaramı yaktım, bir çay daha söyledim. Gözlerimi ahşap sandığa diktim, pullara hiç dokunmadan tavla oynamaya başladım. Birkaç el sonra pulların yerini karıştırdım. Baştan başladım. Zarları üç parmağımın arasında, bakmadan ve etrafa da hiç çaktırmadan çevirip üste gelen sayıları topluyor; sonra da taşları, çıkan sonuç kadar gözlerimle hareket ettiriyordum. Çevirirken zarların konumunu ayarlamak zordu. Zaten birkaç atıştan sonra da kapılar karışıyor, her şey birbirine giriyordu. Bıraktım. Yandakiler yeni bir ele başladılar. Böyle gizli gizli izlemektense gidip oyununuza bakabilir miyim desem ne derlerdi acaba? Olmazdı. Kimsenin de gelip masama oturacağı yoktu. Sessizce kalkıp gittim.

Şehir merkezine çıkan geniş bir caddede, içimde büyüyen ezinçten kaçar gibi, top akasyaların gölgelerine saklana saklana yürüyorum. Akasyaların gümrahlığı dikkatimi çekiyor. Ne de çabuk büyümüşler. Bulvar birkaç sene önce sağlı sollu çınar ve dişbudak ağaçlarıyla kaplıydı. Akasyalar, biçimsiz ve yaşlı oldukları gerekçesiyle sökülen o ağaçların yerlerine dikilmişti. Eski ağaçlar gerçekten de biçimsizdi. Bazıları içten çürümüş, kuruyan dalları kesile kesile güdükleşmişti. Ama bu akasyalar da pek yapay görünüyor. Yine de içim ısınıyor bu geometrik bitkilere, selamlamadan geçmiyorum hiçbirini. Bulvarın sonunda, müze olarak kullanılan tarihi medresenin yanına geliyorum. İçeride turist grupları var. Biraz oyalanıyorum. Beş altı kişilik bir grup çıkıyor. Hızlanıyorum, yanlarından geçerken “Hello!” diyorum. Duyanlar da bana “Hello!” diyorlar gülümseyerek. Seviniyorum. Keşke bilseydim dillerini, kesin konuşurlardı benimle. Ne güleç şu Japonlar diyorum, her çekik gözlünün Japon olmadığını unutarak.

Şehrin merkezindeyim artık. Sıra sıra dönercileri gördükçe enikonu acıktığımı hissediyorum. Kafede içtiğim çaylar iyice midemi yakıyor. Bir şeyler yemeliyim, hem evde uğraşmaktan iyidir. Rastgele bir restorana giriyorum. Selamımı aldı mı fark etmiyorum. Kaliteli bir yemeğe layık olduğumu düşünmüyorum; “Tavuk döner ayran,” diyorum, tavuk döner ayran... Tek kelime gibi: tavuk-döner-ayran… Hayır: Tavuk-döner, ayran… Sanki döner, ayranla birleşiyor da tavuk yalnız kalıyor gibi: tavuk, döner-ayran… Kafamdaki döner ayran mideme iniyor çok geçmeden. Çıkıyorum.

Nereye gideceğimi hiç düşünmüyorum; ayaklarımın yavaş yavaş beni eve sürükleyeceğini seziyorum. Yürüyorum. Evet, yürüyorum. “Seninim” diyen bir kadını olmamış bütün sünepe erkekler gibi boynu bükük evime dönüyorum. Kuşlar ötmüyor artık, leylaklar kokmuyor. Bulutlar bir şeye benzemiyor. Güneş sevimsiz ve sıkıcı; tozlu bir ampul gibi boş boş ışıyıp duruyor. Evime dönüyorum. Kederli bir ses çınlıyor içimde: Konuşmak değil sevilmek istiyorsun. Yabanıl gözlerine değecek şefkatli bir bakış evcilleştirecek seni, biliyorsun, istiyorsun; fakat itiraf edemiyorsun. Sen git öykü yaz, kelimelere takla attır sevilmek için. Budala seni!..

(2020)