Tepsinin altı hafiften bombeli oluyordu. Ufak bir dokunuşla etli kısmını önlerine getiriveriyorlardı. Ben üzülerek izliyordum, yine aynısı olacak diye korkuyordum. Korktuğum başıma geliyordu, karnımı doyuramıyordum. Affedersiniz sevgili okurlarım, heyecanlanıp ortasından başladım öyküme. Baştan alayım.
Anadolu'da öğretmenlik
yapıyordum; taşrada, küçük bir ilçede. İşte o sıralarda biz, yani çalıştığım
lisedeki öğretmen arkadaşlar ve okulumuzun hademesi, öğle yemeği için tava
yaptırıyorduk. Aramızda para toplayıp et, domates, biber alıp fırında
pişirtiyorduk. Bir biyoloji öğretmenimiz vardı, bu işlerle hep o ilgileniyor,
her hafta tava yapalım istiyordu. Ben de adamın hevesli hâlini takdir ediyor,
ufak tefek fedakârlıktan kaçınmıyor diyordum. Meğer para vermiyormuş, işi
organize etmesinin bedeli olarak bize yıkılıyormuş. Epey sonra öğrendim.
İşte tava yaptırdığımız günlerde
bazen bir, bazen iki tepsi öğretmenler odasına geliyor, masaya konuyordu.
Konuyordu derken, koyuyorduk işte, servis sırasında da toplama aşamasında da
yardım ediyordum ben. Daha tepsiler gelmeden masada yerini ayarlayanlar
oluyordu. Bazı arkadaşlar tepsilere erişimin kolay olduğu yerler varmış gibi
hareket ediyorlar, özellikle ortalardan -iki tepsi olursa ikisine de ulaşmak
için sanırım- sandalyeler kapıyorlardı. Ben bu süreçte ne yapacağımı
bilemiyordum, masada yerler dolmaya başladıktan sonra geçip bir yere
ilişiyordum. Beraber bir yemek yiyecektik sonuçta, bunca taktik maktik gerekli
miydi, anlamıyordum, belki ileride anlayacaktım. Yani saygı çerçevesinde
düşünüyordum. Tamam, olabilir, belki açgözlü davranmaktan ve böyle davranırsam
gelebilecek laflardan çekiniyordum; ama tava yaptırıp yeme etkinliğimiz
sırasındaki davranışımın doğruluğundan şüphe etmiyordum; sakin olmalıydık,
birbirimizi düşünmeliydik.
Evet, böyle oturuyorduk masaya.
Eller gidip gelmeye başlıyor, tavanın tadına tuzuna, nasıl olduğuna dair bir
şeyler söyleniyordu. İyi, kötü, az pişmiş, çok pişmiş, et sertmiş, yağlı olmuş,
yağsız olmuş, kuru olmuş, şöyle olmuş, böyle olmuş... Sanırım bunlar da genelde
laf olsun diye söyleniyordu, çünkü bir defa bile beğenmeyip de yemeyen olmadı.
Bu lafları edenler de dâhil kimse şapır şupur yemekten, daha çok yemekten
vazgeçmezdi. Pardon! Bir hoca hanım vardı, çok güzel bir kadındı, ayrı bir
asaleti vardı, zaten başka da bayan hoca yoktu. İşte o hoca hanımın, tavanın
çok da lezzetli olmadığı zamanlarda pek iştahlı olmadığını görürdüm. Sanırım
sevmese bile nezaketen biraz atıştırıyordu. Sevdiği zamanlarda da açgözlü
davranmazdı. Benim gibi değildi, yani ne kadar yiyebildiğini dert etmiyordu.
Gerçi çoğu zaman, masadakiler "hocam siz yiyemediniz, az yediniz"
gibi sözlerle tepsiyi ona doğru yaklaştırıyorlar veya önüne takviye
yapıyorlardı. O da umursamaz görünüp etleri seçe seçe mideye indiriyordu. Olan
bana oluyordu. Yeterince yiyemediğimi düşünüyordum.
Bunu kafaya takmıştım, zoruma
gidiyordu. Bir yolunu bulmalıydım. Acaba neden herkese ayrı tabaklarda servis
etmiyorduk? Bu daha adil olmaz mıydı? Herkes aynı tepsiye uzanacağına kendi
tabağından yerdi. Hijyen takıntısı olan da yoktu galiba, bandıra bandıra
yiyorlardı. Benim bazen iğrendiğim oluyordu doğrusu, ama ayrı ayrı yemek hiç
konuşulmamıştı. Tabak çanakla uğraşmak istemiyorlardı sanırım. Sonra bunun da çözüm
olamayacağını fark etmem zor olmadı. Ayrı tabakta yesek, bu sefer de bana az
koyarlardı. Belki şu ankinden daha zararlı çıkabilirdim. Geriye tek bir yol
kalıyordu, daha seri olmalıydım. Tepsiyi iyi takip etmeli, sadece önümden
değil, sağdan soldan ne bulursam yemeliydim. Hademenin yaptığı gibi
yapmalıydım, pis herif benim üç katımı yiyordu. Müdür yardımcısı da fena
değildi, orta taraftaki etleri önüne yıkı yıkıveriyordu. Evet, ben de bir
şeyler yapmalıydım, aç kalkmamalıydım masadan.
Ne oldu biliyor musunuz? Denedim.
Planladığım şeyleri yapamadım, cesaret edemedim o kadarına. Ama seri oldum,
önümdekileri kaptırmamaya çalıştım. Bu bile kolay olmadı, bazen iyice
çiğnemeden yutuyordum. Gerçekten şaşkındım. Kendimi sıkıyor, sıktıkça alnımda
ter damlalarının oluştuğunu hissediyor, damlalar masaya düşecek diye
korkuyordum. Allah'tan ter damlalarım sorun olmadı. Ama?.. Ama daha kötü bir
şey oldu. Müdür yardımcısı "Ooo Ömer Hocam, iyi götürdün!" dedi. Bir
şey diyemedim, aksi gibi ağzım da doluydu. Fena yakalanmıştım. Hademe de pis
pis sırıttı. Oysa yediğimin rahat üç katını yemişti yine.
Nasıl oldu, yani ağzımdaki
lokmayı nasıl yuttum bilemiyorum. Başım dönüyordu, söylenenleri tam
seçemiyordum. Hademe sırıttıktan sonra "Pek göstermiyor ama iyi
gömdü." gibi bir şeyler söyledi. Bu sefer müdür yardımcısı gülmeye başladı
ya da bana öyle geldi... Sanki herkes kızarmış yüzüme bakıyor ve kahkahalar
savuruyordu. Başımı dik tutamıyordum, ellerim yana sarkmıştı. Oturduğum
sandalyeyi kavramıştım, neredeyse tırnaklarımı formikaya geçiriyordum. Oysa
konuşmam gerekiyordu, bu hâl daha fazla sürmemeliydi ama ne diyeceğimi
bilemiyordum. Bir şey düşünemiyordum.
İlk ne söyledim, konuşmaya nasıl başladım tam hatırlamasam da bazı sözlerimi unutmadım. Bir çocuk gibi zırlamıştım âdeta. Hep siz yiyip bitiriyorsunuz, ben karnımı doyuramıyorum, ne kadar açgözlüsünüz, bir de benimle dalga mı geçiyorsunuz gibi şeylerdi sanırım. Bunları daha söyler söylemez pişman oldum. İyice rezil oluyordum. Saçmalamıştım. Arsızlık yapıp üste çıkabilirdim, mesela size yetişmeye çalıştım gibi bir şey söyleyebilirdim, şakaya vurabilirdim, çok acıkmışım diyebilirdim... Adamlar takılmıştı sonuçta. Bir yolunu bulabilirdim. Yaaa utandırmayın abi ya, fena acıkmışım demeyi bile başaramadım. Evet, düpedüz saçmalamıştım. Üstelik bayan hocanın gözünden de düşmüştüm. Ona açılmayı düşünüyordum; onu sevebilirdim, o da beni sevebilirdi. Peki şimdi? Şimdi ne düşünüyordu? Çok rezil olmuştum. Yani o zaman öyle düşünüyordum. Şimdi bilmiyorum. Aslında herkes karnını doyuracak kadar yese tava yeter de artardı bile. Yani az da yaptırmıyorduk, ama işte... Dediğim gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder