28 Eylül 2020 Pazartesi

TAVA

Tepsinin altı hafiften bombeli oluyordu. Ufak bir dokunuşla etli kısmını önlerine getiriveriyorlardı. Ben üzülerek izliyordum, yine aynısı olacak diye korkuyordum. Korktuğum başıma geliyordu, karnımı doyuramıyordum. Affedersiniz sevgili okurlarım, heyecanlanıp ortasından başladım öyküme. Baştan alayım.

Anadolu'da öğretmenlik yapıyordum; taşrada, küçük bir ilçede. İşte o sıralarda biz, yani çalıştığım lisedeki öğretmen arkadaşlar ve okulumuzun hademesi, öğle yemeği için tava yaptırıyorduk. Aramızda para toplayıp et, domates, biber alıp fırında pişirtiyorduk. Bir biyoloji öğretmenimiz vardı, bu işlerle hep o ilgileniyor, her hafta tava yapalım istiyordu. Ben de adamın hevesli hâlini takdir ediyor, ufak tefek fedakârlıktan kaçınmıyor diyordum. Meğer para vermiyormuş, işi organize etmesinin bedeli olarak bize yıkılıyormuş. Epey sonra öğrendim.

İşte tava yaptırdığımız günlerde bazen bir, bazen iki tepsi öğretmenler odasına geliyor, masaya konuyordu. Konuyordu derken, koyuyorduk işte, servis sırasında da toplama aşamasında da yardım ediyordum ben. Daha tepsiler gelmeden masada yerini ayarlayanlar oluyordu. Bazı arkadaşlar tepsilere erişimin kolay olduğu yerler varmış gibi hareket ediyorlar, özellikle ortalardan -iki tepsi olursa ikisine de ulaşmak için sanırım- sandalyeler kapıyorlardı. Ben bu süreçte ne yapacağımı bilemiyordum, masada yerler dolmaya başladıktan sonra geçip bir yere ilişiyordum. Beraber bir yemek yiyecektik sonuçta, bunca taktik maktik gerekli miydi, anlamıyordum, belki ileride anlayacaktım. Yani saygı çerçevesinde düşünüyordum. Tamam, olabilir, belki açgözlü davranmaktan ve böyle davranırsam gelebilecek laflardan çekiniyordum; ama tava yaptırıp yeme etkinliğimiz sırasındaki davranışımın doğruluğundan şüphe etmiyordum; sakin olmalıydık, birbirimizi düşünmeliydik.

Evet, böyle oturuyorduk masaya. Eller gidip gelmeye başlıyor, tavanın tadına tuzuna, nasıl olduğuna dair bir şeyler söyleniyordu. İyi, kötü, az pişmiş, çok pişmiş, et sertmiş, yağlı olmuş, yağsız olmuş, kuru olmuş, şöyle olmuş, böyle olmuş... Sanırım bunlar da genelde laf olsun diye söyleniyordu, çünkü bir defa bile beğenmeyip de yemeyen olmadı. Bu lafları edenler de dâhil kimse şapır şupur yemekten, daha çok yemekten vazgeçmezdi. Pardon! Bir hoca hanım vardı, çok güzel bir kadındı, ayrı bir asaleti vardı, zaten başka da bayan hoca yoktu. İşte o hoca hanımın, tavanın çok da lezzetli olmadığı zamanlarda pek iştahlı olmadığını görürdüm. Sanırım sevmese bile nezaketen biraz atıştırıyordu. Sevdiği zamanlarda da açgözlü davranmazdı. Benim gibi değildi, yani ne kadar yiyebildiğini dert etmiyordu. Gerçi çoğu zaman, masadakiler "hocam siz yiyemediniz, az yediniz" gibi sözlerle tepsiyi ona doğru yaklaştırıyorlar veya önüne takviye yapıyorlardı. O da umursamaz görünüp etleri seçe seçe mideye indiriyordu. Olan bana oluyordu. Yeterince yiyemediğimi düşünüyordum.

Bunu kafaya takmıştım, zoruma gidiyordu. Bir yolunu bulmalıydım. Acaba neden herkese ayrı tabaklarda servis etmiyorduk? Bu daha adil olmaz mıydı? Herkes aynı tepsiye uzanacağına kendi tabağından yerdi. Hijyen takıntısı olan da yoktu galiba, bandıra bandıra yiyorlardı. Benim bazen iğrendiğim oluyordu doğrusu, ama ayrı ayrı yemek hiç konuşulmamıştı. Tabak çanakla uğraşmak istemiyorlardı sanırım. Sonra bunun da çözüm olamayacağını fark etmem zor olmadı. Ayrı tabakta yesek, bu sefer de bana az koyarlardı. Belki şu ankinden daha zararlı çıkabilirdim. Geriye tek bir yol kalıyordu, daha seri olmalıydım. Tepsiyi iyi takip etmeli, sadece önümden değil, sağdan soldan ne bulursam yemeliydim. Hademenin yaptığı gibi yapmalıydım, pis herif benim üç katımı yiyordu. Müdür yardımcısı da fena değildi, orta taraftaki etleri önüne yıkı yıkıveriyordu. Evet, ben de bir şeyler yapmalıydım, aç kalkmamalıydım masadan.

Ne oldu biliyor musunuz? Denedim. Planladığım şeyleri yapamadım, cesaret edemedim o kadarına. Ama seri oldum, önümdekileri kaptırmamaya çalıştım. Bu bile kolay olmadı, bazen iyice çiğnemeden yutuyordum. Gerçekten şaşkındım. Kendimi sıkıyor, sıktıkça alnımda ter damlalarının oluştuğunu hissediyor, damlalar masaya düşecek diye korkuyordum. Allah'tan ter damlalarım sorun olmadı. Ama?.. Ama daha kötü bir şey oldu. Müdür yardımcısı "Ooo Ömer Hocam, iyi götürdün!" dedi. Bir şey diyemedim, aksi gibi ağzım da doluydu. Fena yakalanmıştım. Hademe de pis pis sırıttı. Oysa yediğimin rahat üç katını yemişti yine. 

Nasıl oldu, yani ağzımdaki lokmayı nasıl yuttum bilemiyorum. Başım dönüyordu, söylenenleri tam seçemiyordum. Hademe sırıttıktan sonra "Pek göstermiyor ama iyi gömdü." gibi bir şeyler söyledi. Bu sefer müdür yardımcısı gülmeye başladı ya da bana öyle geldi... Sanki herkes kızarmış yüzüme bakıyor ve kahkahalar savuruyordu. Başımı dik tutamıyordum, ellerim yana sarkmıştı. Oturduğum sandalyeyi kavramıştım, neredeyse tırnaklarımı formikaya geçiriyordum. Oysa konuşmam gerekiyordu, bu hâl daha fazla sürmemeliydi ama ne diyeceğimi bilemiyordum. Bir şey düşünemiyordum.

İlk ne söyledim, konuşmaya nasıl başladım tam hatırlamasam da bazı sözlerimi unutmadım. Bir çocuk gibi zırlamıştım âdeta. Hep siz yiyip bitiriyorsunuz, ben karnımı doyuramıyorum, ne kadar açgözlüsünüz, bir de benimle dalga mı geçiyorsunuz gibi şeylerdi sanırım. Bunları daha söyler söylemez pişman oldum. İyice rezil oluyordum. Saçmalamıştım. Arsızlık yapıp üste çıkabilirdim, mesela size yetişmeye çalıştım gibi bir şey söyleyebilirdim, şakaya vurabilirdim, çok acıkmışım diyebilirdim... Adamlar takılmıştı sonuçta. Bir yolunu bulabilirdim. Yaaa utandırmayın abi ya, fena acıkmışım demeyi bile başaramadım. Evet, düpedüz saçmalamıştım. Üstelik bayan hocanın gözünden de düşmüştüm. Ona açılmayı düşünüyordum; onu sevebilirdim, o da beni sevebilirdi. Peki şimdi? Şimdi ne düşünüyordu? Çok rezil olmuştum. Yani o zaman öyle düşünüyordum. Şimdi bilmiyorum. Aslında herkes karnını doyuracak kadar yese tava yeter de artardı bile. Yani az da yaptırmıyorduk, ama işte... Dediğim gibi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder