19 Ocak 2021 Salı

DİLSİZ'İM UŞAK DEĞİL

O gün, nasıl oldu anlamadım; kolunu bacağını kırdım, bir köşeye fırlatıp attım. Bütün suç bendeydi, ama haksızlığa uğramış suskun kırgını oynayan da ben oldum; günlerce yüzüne bakmadım.

Yaklaşık bir yıldır konuşup dertleştiğim Dilsiz, artık bir odun yığınından farksızdı; fırlattığım köşede hüzün verici bir kayıtsızlıkla çoktan zamana meydan okumaya başlamıştı. Onun için bir saatin bir günden, bir günün bir yıldan farkı yoktu. Oysa ben onu her geçen gün daha çok özlüyordum. Zaman zaman sanki beni görecek veya duyabilecekmiş gibi, gizli gizli ve sessizce onun bulunduğu odaya bakıyordum.

***

İşte Morcin’le bu olaydan iki ay sonra tanıştım. Dilsiz’le aramın bozuk olması Morcin’le arkadaş olmamı kolaylaştırdı. İlk olarak ne zaman geldi bilmiyorum. Kasım sonlarıydı sanırım. Mutfaktan balkonun üst köşesine uzanan kombi bacasına tünemişti. Konduğu boruda ayaklarının çıkardığı sesleri duymuş, merak edip pencereden şöyle bir bakınca görmüştüm. Başka bir gün aynı sesleri yine işitmiş ve bu kez daha dikkatli bakmıştım. Boru kaygan olduğu için tünemesi biraz zaman alıyor, vişne rengindeki mantarlı ayaklarıyla en rahat pozisyonu bulmaya çalışıyordu. Bir gün pencereyi açıp daha yakından baktım. Tünediği yerin altında bir yığın pislik olduğunu görünce onun epey zamandır hep burada gecelediğini anladım. İlk birkaç gün onu yakalayıp yemeyi düşündüm, fakat bunu yapmak kolay görünmüyordu. Sonra bu hain fikirden vazgeçtim ve her gün o köşeye gelip gelmediğini kontrol ettim.

Zamanla onda biraz kendimi bulmaya başladım. Bakışları, ürkekliği, kendi başına takılışı hoşuma gidiyordu. Ona hemen her gün bir şeyler anlatıyordum. Bazen havadan sudan bahsediyor, bazen okuduğum şeylerden söz ediyordum. Onun da bana bir şeyler anlatabilmesini ne çok isterdim. Acaba nerelere gidiyor, ne yiyip içiyor, neden bir başına yaşıyordu?

Akşama doğru saat dörtle beş arasında geliyordu. Tırnaklarının boruda çıkardığı seslerden her zamanki gibi bacanın en dibine, en korunaklı köşeye yerleşmeye çalıştığını anlıyordum. Bazen gizlice, bazen perdeyi aralayıp açıktan onu gözlüyordum. Başını, gagasını, kanatlarını, kuyruğunu, bütün vücudunu inceliyordum. Bu sırada hareli güzel gözleriyle o da bana bakıyordu.

Bir gün yine böyle bir bakışma anında, “Merhaba!” deyiverdim. Başını hafiften aşağı yukarı hareket ettirdi. Onun merhabası da böyle olmalıydı. “Ben Mustafa” dedim sonra, “Ya sen kimsin bakalım?” Sanırım kim olduğunu bilmiyordu. “Gel sana bir isim bulalım. Kimsin? sorusuna verilecek en kolay yanıtı bulmuş olursun böylece, yoksa düşünür durursun. Ne olsun senin adın? Morkuş diyelim mi sana? Yok, çok basit oldu bu. Morcin?.. Morciven?.. Niye mora taktıysak, başka bir şey de olabilir pekâlâ.”

Belki bir saat düşünmüştüm. Yine de bir isim bulamamıştım bu yeni misafirime. Daha önce de benzer durumlara düşmüştüm, yani bir isim verme hastalığı vardı bende. Hastalığımı anlıyordum da bu işi hızlı ve kolay yapamıyor oluşuma canım sıkılıyordu. Hayatım hep bu kararsızlıklar, basit olmasınlar, daha güzel olabilirler yüzünden heba olup gidiyordu. Belki de artık bu alışkanlığımı bırakmalıydım. Uzatmamalıydım. Sonunda Morcin’de karar kıldım.

“Beğendin mi adını Morcin’im? İsimleri, kelimeleri severim ben. Kuşları, ağaçları, gökyüzünü severim. Sen de sever misin? Bence pek sevmiyorsun. Sen bir kuşsun, uçup gitsene tertemiz dağlara, ormanlara, neden bu binaların arasında, bu gürültünün ortasındasın, söyler misin erguvan anaforum?.. Haydi, konuş benimle! Yoruldun mu? Çok mu çalıştın? Biz çok çalışıyoruz mesela. Çalışmaktan düşünemiyoruz, çalışmaktan sevemiyoruz, çalışmaktan... Yaşayamıyoruz mor kuşum, sevimli duman yoğunluğum. Anlat, neden yalnızsın, neden ayrısın arkadaşlarından? Hem söyle bakalım bulut yumağım, dün niye gelmedin? Çok bekledim seni. Hiç gelmeyeceksin diye çok korktum.”

Puslu, sert bir Aralık akşamında elimde bir termos çay yine balkona çıktım. Hem onunla sohbet edecek hem de gönlümce üşüyecektim. Aslında soğuğu pek sevmezdim fakat kendimi üşümenin çekiciliğine kaptırdığım günler hiç de az değildi. Böyle zamanlarda, özellikle geceleri, balkona veya sokağa çıkmasam bile pencereyi açar, dirseklerimi pervaza dayar, dışarı uzanırdım. Soğuk havayı önce kulaklarımda duyardım, sonra boynum ve başım üşümeye başlardı. Daha sonra omuzlarımın ve göğsümün üşüdüğünü hissederdim. Hoşuma giderdi bu üşümeler. İstediğim anda vücudumu içeri çekip pencereyi sıkıca kapatabileceğimi bilmekti belki de asıl hoşuma giden şey. Bilmiyorum. Bir süre hem üşür hem de ışıklı caddeyi izleyerek düşüncelere dalardım. Gidip gelen araçlara bakar, gecenin bu vaktinde bu kadar arabanın olmasını anlamaya çalışırdım. Kimdi bu insanlar, neden bu saatte trafikteydiler? Kendimce mantıklı yanıtlar bulurdum bu sorulara. Yine de kafamın bir yanı bu yanıtları tatmin edici bulmaz ve şaşırmaya devam ederdi. Sanki biraz da üşüyüp şaşırmak veya şaşırıp üşümekti hoşuma giden şey. Şimdi sevdiğim şeylere bir yenisi daha eklenmişti. Morcin’le sohbet etmekten de hoşlanıyordum.

“Merhaba,” dedim sessizce, “Merhaba Morcin’im... Nasılsın bakalım bugün?” İlgilendiğini belli etmek ister gibi başını bana çevirdi. Sıcacık çayımdan bir yudum aldım. “Bakma öyle! Sana getirmediğimi düşünmüyorsun herhâlde?” Yanımda getirdiğim bir fincanı yaz kış balkonda duran eskimiş plastik masaya bırakıp doldurdum. Dolu fincanı masanın ona yakın olan tarafına, kulpu ona dönük olacak şekilde koydum. “Buyur, iç. Şu soğuk havada iyi gelir.” Hafiften kıpırdadı, teşekkür etti. Bu sırada gözüm, fincanın üzerinde bir iki yerde küçük kıvrımlar yaparak epey yükseldikten sonra ancak dağılmayan başlayan buhara ilişti. Bir yoğunluk kazandıramadığım ilişkilerimi, ilgilerimi düşündüm. Tuttuğum hiçbir işi başaramamıştım. Hatta bir iş tuttuğum söylenebilir miydi? Herhangi bir şeyle gerçekten meşgul olmak isteyip de kararlı biçimde o işe sarıldım mı hiç hayatta? Acı bir hoşnutsuzlukla doldurmuştum bütün yaşamımı; kifayetsiz muhterislerden biri olmamam neyi değiştirirdi? Sünepe memnuniyetsizlerden biriydim sonuçta. Asıl etkisini belli bir zaman sonra gösterecek bir zehri azar azar soluyup duruyordum sanki. Fincanın üzerindeki buğu değildi dağılıp kaybolan, geride buruk sevinçler bıraktığına bile inanmadığım yıllarımdı.

Dalmıştım. Hafif bir patırtıyla kendime geldim. Kuş masaya konmuş, masanın bana en uzak köşesinde ürkek ürkek gezinmeye başlamıştı. Bir an ne yapacağımı bilemeden heykel gibi donup kaldım. Onu korkutmamak için hareketsiz kaldıkça kalbim daha şiddetli atıyordu, sanki göğsümden fırlayıp çıkacak gibiydi. Bir süre sonra şaşkınlığım sevince dönüştü, nihayet konuşabildim: “Hoş geldin ebru küpüm. Doğrusu beklemiyordum masaya gelmeni, şaşırttın beni. Teşekkür ederim… Dur sana yiyecek bir şeyler getireyim.”

Sessizce kalkıp mutfağa geçtim, bir avuç bulgur aldım. Dönüp masanın üzerine serpecektim; fakat balkona adım atamadım, kapıda dikilip kaldım. Kuşu ürkütmekten korktum; oysa masadan kalkarken bu kadar kafaya takmamıştım kuşun korkmasını, ürküp kaçmasını. Şimdi ise balkona geçemiyor, eşikte elimde bir avuç bulgurla heyecanla Morcin’i seyrediyordum. Avcumu iyice sıkmış olmalıyım ki bulgurlar pıtır pıtır dökülmeye başladı. Yavaş bir hamle yaptım ama bir adım bile ilerleyemedim. Bu sırada Morcin ürktü ve kanatlarını hareket ettirdi. Artık daha fazlasını yapmaktan umudumu kesip onu izlemeye başlamıştım. Fincandan birkaç damla çay içti, hoşuna gitmemiş gibi başını hızlıca sağa sola savurup gagasındaki damlaları etrafa saçtı. Masanın üzerinde birkaç tur daha attıktan sonra ani fakat kesin bir kararla alaca karanlığa kanat çırptı. Kaçıp gitmesin diye yaklaşamadığım, önüne bulgur serpemediğim kuş hiçbir sebep yokken neden uçup gitmişti? Acaba bulgurları masaya serpseydim yine uçup gidecek miydi? Ne zaman geri dönecekti, geri dönecek miydi?

***

Morcin geri dönmedi. Tam da ona alıştığım anda kaçıp gitti benden. Belki de birilerine av oldu. Belki hastaydı daha fazla dayanamadı. Belki de bu kadar katlanabildi yalnızlığa; düpedüz yalnızlıktan öldü yani. Öyle ya, kim demiş yalnızlıktan ölünmez diye?

Üzgündüm. Zavallı bir kuştan medet uman yalnızlığıma kahırlandım. Başı yanlış iliklenmiş bir dizi düğmeyi iliklemeye devam edecek, bunu hayat diye kendime yutturacaktım. Birkaç gün ne yapacağımı bilemedim. Dilsiz’i hatırladım. (Pek unuttuğum da söylenemezdi.) Dilsiz beni bırakıp gitmemişti, gitmezdi, gidemezdi. Morcin canlıydı, o gün kaçıp gitmese başka bir gün kaçacaktı. Belki de tünediği boruda can verecek; balkonda, gözleri kapanmış ve kaskatı kesilmiş bir tüy yumağı olarak tükenip gidecekti. Sanırım, bir cansızı dost edinip ona can vermeye çalışmak daha doğru bir yol olmalıydı benim için. Ve bu, Dilsiz’den başkası olamazdı…    

Hemen doğruldum, yavaş yavaş onu fırlattığım köşeye gittim. Attığım köşede mahzun mahzun duruyordu. Eğildim, ana iskeleti kavradım, yere dikine koydum, biraz sarsılsa da dengede durdu. Ardından kolunu kaptım yerden, omzuna iliştirdim. Sonra birkaç çivi alıp kolunu gövdeye çaktım. Kırılan fakat kopup ayrılmamış bacağı da tutkalla yapıştırdım. Sağını solunu toparladım, sağlamlaştırdım. İçim ferahlamaya başladı, Morcin’in acısı sönüp gidiyordu sanki. İşte karşımdaydı benim vefalı dostum, canım dilsiz uşağım. Geçen yıl dişbudak ağacından kendi ellerimle yaptığım, insan suretinde olsun diye hayli uğraştığım, bir yıldır dertleştiğim dostum…

İşlerimi bitirdikten sonra kollarımı boynuna doladım, küskün geçirdiğim süreden sonra tekrar konuşmaya başladım onunla: “Dil-sizim benim, dil-sûzum, dil-sızım... Sana uşak da demeyeceğim artık. Hatta zamane padişahı olsaydım yasaklardım bu lafı, insanları susturup uşaklaştırmak bir yana. Özür dilerim, bir daha sana kötü davranmayacağım. Biliyor musun, kimilerinin afilidir yalnızlığı; yaşamın duldasında alayla, serinkanlılıkla izlerler koşuşturup duranları, hayatın akışını. Ben öyle olamadım, yetemedim kendi kendime. Onulmaz bir iç sızısı duydum hep; bir aşk bekledim kendime bile itiraf etmeden; bir el sıcacık, yumuşacık…”

Ona kaç dakika sarılı kaldım bilemiyorum; Dilsiz, kollarımın arasında iyice katılaşmış, budakları pazılarımı acıtmaya başlamıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder