O gün, nasıl oldu anlamadım; kolunu
bacağını kırdım, bir köşeye fırlatıp attım. Bütün suç bendeydi, ama haksızlığa
uğramış suskun kırgını oynayan da ben oldum; günlerce yüzüne bakmadım.
Yaklaşık bir yıldır konuşup
dertleştiğim Dilsiz, artık bir odun yığınından farksızdı; fırlattığım köşede
hüzün verici bir kayıtsızlıkla çoktan zamana meydan okumaya başlamıştı. Onun
için bir saatin bir günden, bir günün bir yıldan farkı yoktu. Oysa ben onu her
geçen gün daha çok özlüyordum. Zaman zaman sanki beni görecek veya
duyabilecekmiş gibi, gizli gizli ve sessizce onun bulunduğu odaya bakıyordum.
***
İşte Morcin’le bu olaydan iki ay sonra
tanıştım. Dilsiz’le aramın bozuk olması Morcin’le arkadaş olmamı kolaylaştırdı.
İlk olarak ne zaman geldi bilmiyorum. Kasım sonlarıydı sanırım. Mutfaktan
balkonun üst köşesine uzanan kombi bacasına tünemişti. Konduğu boruda
ayaklarının çıkardığı sesleri duymuş, merak edip pencereden şöyle bir bakınca
görmüştüm. Başka bir gün aynı sesleri yine işitmiş ve bu kez daha dikkatli
bakmıştım. Boru kaygan olduğu için tünemesi biraz zaman alıyor, vişne
rengindeki mantarlı ayaklarıyla en rahat pozisyonu bulmaya çalışıyordu. Bir gün
pencereyi açıp daha yakından baktım. Tünediği yerin altında bir yığın pislik
olduğunu görünce onun epey zamandır hep burada gecelediğini anladım. İlk birkaç
gün onu yakalayıp yemeyi düşündüm, fakat bunu yapmak kolay görünmüyordu. Sonra
bu hain fikirden vazgeçtim ve her gün o köşeye gelip gelmediğini kontrol ettim.
Zamanla onda biraz kendimi bulmaya
başladım. Bakışları, ürkekliği, kendi başına takılışı hoşuma gidiyordu. Ona hemen
her gün bir şeyler anlatıyordum. Bazen havadan sudan bahsediyor, bazen okuduğum
şeylerden söz ediyordum. Onun da bana bir şeyler anlatabilmesini ne çok
isterdim. Acaba nerelere gidiyor, ne yiyip içiyor, neden bir başına yaşıyordu?
Akşama doğru saat dörtle beş arasında
geliyordu. Tırnaklarının boruda çıkardığı seslerden her zamanki gibi bacanın en
dibine, en korunaklı köşeye yerleşmeye çalıştığını anlıyordum. Bazen gizlice,
bazen perdeyi aralayıp açıktan onu gözlüyordum. Başını, gagasını, kanatlarını, kuyruğunu,
bütün vücudunu inceliyordum. Bu sırada hareli güzel gözleriyle o da bana
bakıyordu.
Bir gün yine böyle bir bakışma anında,
“Merhaba!” deyiverdim. Başını hafiften aşağı yukarı hareket ettirdi. Onun
merhabası da böyle olmalıydı. “Ben Mustafa” dedim sonra, “Ya sen kimsin
bakalım?” Sanırım kim olduğunu bilmiyordu. “Gel sana bir isim bulalım. Kimsin? sorusuna verilecek en kolay
yanıtı bulmuş olursun böylece, yoksa düşünür durursun. Ne olsun senin adın?
Morkuş diyelim mi sana? Yok, çok basit oldu bu. Morcin?.. Morciven?.. Niye mora
taktıysak, başka bir şey de olabilir pekâlâ.”
Belki bir saat düşünmüştüm. Yine de
bir isim bulamamıştım bu yeni misafirime. Daha önce de benzer durumlara
düşmüştüm, yani bir isim verme hastalığı vardı bende. Hastalığımı anlıyordum da
bu işi hızlı ve kolay yapamıyor oluşuma canım sıkılıyordu. Hayatım hep bu
kararsızlıklar, basit olmasınlar, daha güzel olabilirler yüzünden heba olup
gidiyordu. Belki de artık bu alışkanlığımı bırakmalıydım. Uzatmamalıydım. Sonunda
Morcin’de karar kıldım.
“Beğendin mi adını Morcin’im?
İsimleri, kelimeleri severim ben. Kuşları, ağaçları, gökyüzünü severim. Sen de
sever misin? Bence pek sevmiyorsun. Sen bir kuşsun, uçup gitsene tertemiz
dağlara, ormanlara, neden bu binaların arasında, bu gürültünün ortasındasın,
söyler misin erguvan anaforum?.. Haydi, konuş benimle! Yoruldun mu? Çok mu
çalıştın? Biz çok çalışıyoruz mesela. Çalışmaktan düşünemiyoruz, çalışmaktan
sevemiyoruz, çalışmaktan... Yaşayamıyoruz mor kuşum, sevimli duman yoğunluğum.
Anlat, neden yalnızsın, neden ayrısın arkadaşlarından? Hem söyle bakalım bulut
yumağım, dün niye gelmedin? Çok bekledim seni. Hiç gelmeyeceksin diye çok
korktum.”
Puslu, sert bir Aralık akşamında
elimde bir termos çay yine balkona çıktım. Hem onunla sohbet edecek hem de
gönlümce üşüyecektim. Aslında soğuğu pek sevmezdim fakat kendimi üşümenin
çekiciliğine kaptırdığım günler hiç de az değildi. Böyle zamanlarda, özellikle
geceleri, balkona veya sokağa çıkmasam bile pencereyi açar, dirseklerimi
pervaza dayar, dışarı uzanırdım. Soğuk havayı önce kulaklarımda duyardım, sonra
boynum ve başım üşümeye başlardı. Daha sonra omuzlarımın ve göğsümün üşüdüğünü
hissederdim. Hoşuma giderdi bu üşümeler. İstediğim anda vücudumu içeri çekip
pencereyi sıkıca kapatabileceğimi bilmekti belki de asıl hoşuma giden şey.
Bilmiyorum. Bir süre hem üşür hem de ışıklı caddeyi izleyerek düşüncelere
dalardım. Gidip gelen araçlara bakar, gecenin bu vaktinde bu kadar arabanın
olmasını anlamaya çalışırdım. Kimdi bu insanlar, neden bu saatte trafikteydiler?
Kendimce mantıklı yanıtlar bulurdum bu sorulara. Yine de kafamın bir yanı bu
yanıtları tatmin edici bulmaz ve şaşırmaya devam ederdi. Sanki biraz da üşüyüp
şaşırmak veya şaşırıp üşümekti hoşuma giden şey. Şimdi sevdiğim şeylere bir
yenisi daha eklenmişti. Morcin’le sohbet etmekten de hoşlanıyordum.
“Merhaba,” dedim sessizce, “Merhaba
Morcin’im... Nasılsın bakalım bugün?” İlgilendiğini belli etmek ister gibi
başını bana çevirdi. Sıcacık çayımdan bir yudum aldım. “Bakma öyle! Sana
getirmediğimi düşünmüyorsun herhâlde?” Yanımda getirdiğim bir fincanı yaz kış
balkonda duran eskimiş plastik masaya bırakıp doldurdum. Dolu fincanı masanın
ona yakın olan tarafına, kulpu ona dönük olacak şekilde koydum. “Buyur, iç. Şu
soğuk havada iyi gelir.” Hafiften kıpırdadı, teşekkür etti. Bu sırada gözüm,
fincanın üzerinde bir iki yerde küçük kıvrımlar yaparak epey yükseldikten sonra
ancak dağılmayan başlayan buhara ilişti. Bir yoğunluk kazandıramadığım
ilişkilerimi, ilgilerimi düşündüm. Tuttuğum hiçbir işi başaramamıştım. Hatta
bir iş tuttuğum söylenebilir miydi? Herhangi bir şeyle gerçekten meşgul olmak
isteyip de kararlı biçimde o işe sarıldım mı hiç hayatta? Acı bir hoşnutsuzlukla
doldurmuştum bütün yaşamımı; kifayetsiz muhterislerden biri olmamam neyi
değiştirirdi? Sünepe memnuniyetsizlerden biriydim sonuçta. Asıl etkisini belli
bir zaman sonra gösterecek bir zehri azar azar soluyup duruyordum sanki.
Fincanın üzerindeki buğu değildi dağılıp kaybolan, geride buruk sevinçler
bıraktığına bile inanmadığım yıllarımdı.
Dalmıştım. Hafif bir patırtıyla
kendime geldim. Kuş masaya konmuş, masanın bana en uzak köşesinde ürkek ürkek
gezinmeye başlamıştı. Bir an ne yapacağımı bilemeden heykel gibi donup kaldım.
Onu korkutmamak için hareketsiz kaldıkça kalbim daha şiddetli atıyordu, sanki
göğsümden fırlayıp çıkacak gibiydi. Bir süre sonra şaşkınlığım sevince dönüştü,
nihayet konuşabildim: “Hoş geldin ebru küpüm. Doğrusu beklemiyordum masaya
gelmeni, şaşırttın beni. Teşekkür ederim… Dur sana yiyecek bir şeyler getireyim.”
Sessizce kalkıp mutfağa geçtim, bir
avuç bulgur aldım. Dönüp masanın üzerine serpecektim; fakat balkona adım
atamadım, kapıda dikilip kaldım. Kuşu ürkütmekten korktum; oysa masadan
kalkarken bu kadar kafaya takmamıştım kuşun korkmasını, ürküp kaçmasını. Şimdi
ise balkona geçemiyor, eşikte elimde bir avuç bulgurla heyecanla Morcin’i
seyrediyordum. Avcumu iyice sıkmış olmalıyım ki bulgurlar pıtır pıtır dökülmeye
başladı. Yavaş bir hamle yaptım ama bir adım bile ilerleyemedim. Bu sırada Morcin
ürktü ve kanatlarını hareket ettirdi. Artık daha fazlasını yapmaktan umudumu
kesip onu izlemeye başlamıştım. Fincandan birkaç damla çay içti, hoşuna
gitmemiş gibi başını hızlıca sağa sola savurup gagasındaki damlaları etrafa
saçtı. Masanın üzerinde birkaç tur daha attıktan sonra ani fakat kesin bir
kararla alaca karanlığa kanat çırptı. Kaçıp gitmesin diye yaklaşamadığım, önüne
bulgur serpemediğim kuş hiçbir sebep yokken neden uçup gitmişti? Acaba
bulgurları masaya serpseydim yine uçup gidecek miydi? Ne zaman geri dönecekti,
geri dönecek miydi?
***
Morcin geri dönmedi. Tam da ona
alıştığım anda kaçıp gitti benden. Belki de birilerine av oldu. Belki hastaydı
daha fazla dayanamadı. Belki de bu kadar katlanabildi yalnızlığa; düpedüz
yalnızlıktan öldü yani. Öyle ya, kim demiş yalnızlıktan ölünmez diye?
Üzgündüm. Zavallı bir kuştan medet
uman yalnızlığıma kahırlandım. Başı yanlış iliklenmiş bir dizi düğmeyi
iliklemeye devam edecek, bunu hayat diye kendime yutturacaktım. Birkaç gün ne yapacağımı
bilemedim. Dilsiz’i hatırladım. (Pek unuttuğum da söylenemezdi.) Dilsiz beni
bırakıp gitmemişti, gitmezdi, gidemezdi. Morcin canlıydı, o gün kaçıp gitmese
başka bir gün kaçacaktı. Belki de tünediği boruda can verecek; balkonda, gözleri
kapanmış ve kaskatı kesilmiş bir tüy yumağı olarak tükenip gidecekti. Sanırım,
bir cansızı dost edinip ona can vermeye çalışmak daha doğru bir yol olmalıydı
benim için. Ve bu, Dilsiz’den başkası olamazdı…
Hemen doğruldum, yavaş yavaş onu
fırlattığım köşeye gittim. Attığım köşede mahzun mahzun duruyordu. Eğildim, ana
iskeleti kavradım, yere dikine koydum, biraz sarsılsa da dengede durdu. Ardından kolunu kaptım yerden, omzuna iliştirdim. Sonra birkaç çivi alıp kolunu gövdeye
çaktım. Kırılan fakat kopup ayrılmamış bacağı da tutkalla yapıştırdım. Sağını
solunu toparladım, sağlamlaştırdım. İçim ferahlamaya başladı, Morcin’in acısı sönüp
gidiyordu sanki. İşte karşımdaydı benim vefalı dostum, canım dilsiz uşağım. Geçen
yıl dişbudak ağacından kendi ellerimle yaptığım, insan suretinde olsun diye hayli
uğraştığım, bir yıldır dertleştiğim dostum…
İşlerimi bitirdikten sonra kollarımı boynuna doladım, küskün geçirdiğim süreden sonra tekrar konuşmaya başladım
onunla: “Dil-sizim benim, dil-sûzum, dil-sızım... Sana uşak da demeyeceğim
artık. Hatta zamane padişahı olsaydım yasaklardım bu lafı, insanları susturup
uşaklaştırmak bir yana. Özür dilerim, bir daha sana kötü davranmayacağım.
Biliyor musun, kimilerinin afilidir yalnızlığı; yaşamın duldasında alayla,
serinkanlılıkla izlerler koşuşturup duranları, hayatın akışını. Ben öyle olamadım,
yetemedim kendi kendime. Onulmaz bir iç sızısı duydum hep; bir aşk bekledim
kendime bile itiraf etmeden; bir el sıcacık, yumuşacık…”
Ona kaç dakika sarılı kaldım bilemiyorum; Dilsiz, kollarımın arasında iyice katılaşmış, budakları pazılarımı acıtmaya başlamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder