28 Eylül 2020 Pazartesi

DELİ GÖNÜL

Anaçlık görünüşle ilgili bir sıfat olsaydı Gönül’e çok yakışırdı. Uzun boyu, sıkı kalçaları ve dolgun göğüsleriyle balıketinde, sağlıklı, güzel bir kadındı o. Çıtkırıldım olmadığı gibi kaba da değildi, dişiliğin ölçülü bir toplamıydı. On çocuk doğursa dinçliğini hiç kaybetmeden, yüzünde tek kırışık belirmeden bakar büyütürdü. Fakat hiç çocuğu olmamıştı Gönül’ün. Karı koca çok uğraşmışlar, her yolu denemişlerdi. Gönül, kocası uzayıp giden tedavilerden bıkıp pes ettiğinde bile onu yüreklendirmiş, umudunu hiç kaybetmemişti. Tüp bebek tedavileri de sonuç vermeyince hacı hoca gezmişler, uğramadık yatır bırakmamışlardı. Kocası utanıyordu bu işlerden, üstelik bir yararı olacağını da düşünmüyordu; ama gönlü olsun diye karısına uyuyordu çaresiz. Aslında Gönül de yatıra falan bel bağlayacak bir kadın değildi; fakat modern tıbba inancı sonsuz nicelerinin yaptığı gibi, bir noktadan sonra o da yelkenleri suya indirdi, civardaki çeşitli türbeleri ziyaret edip adaklar adadı. Ama değişen bir şey olmadı, Cenabıhak bir bebek bağışlamadı ona.

Göz göre göre eridi Gönül, bir deri bir kemik kaldı. Zorlu tedaviler değil, boşa çıkan umutlar soldurdu onu. Kocası, evlat edinmeye karşı çıktı. Gönül yıkıldı. O tatlı yosun gözleri, çöken yüzünde daha bir irileşip korkunçlaştı. Yavaş yavaş donuk bakışlı, tuhaf bir kadına döndü. Çok sevdiği kocasından bu sırada ayrıldı. Aynı yıl İngilizce öğretmenliğinden de erken emekli edildi. Bir süre sonra da oturduğu daireyi bırakıp üstte erkek kardeşinin, alt katta da anne babasının bulunduğu üç katlı bir aile apartmanının ikinci katına taşındı.

Anne babasıyla, kardeşiyle iyi anlaşıyordu. Onu herkes seviyordu. Hepsinin hâli vakti yerindeydi. İnşaat mühendisliği yapan ve durumu daha iyi olan kardeşi Gökhan, bu lüks binayı yeni yaptırmış, bir katına da ablası Gönül’ü oturtmuştu. Annesine de “Ablam bize emanet anne, merak etme sen” demişti. Annesi sonradan oğlu Gökhan’ın bu sözlerini kızına anlatmış, duygulanan Gönül annesine sımsıkı sarılıp doyasıya ağlamıştı. Gökhan’ı eskiden beri çok severdi Gönül. Sık sık kardeşine uğrar, o zamanlar daha küçük birer çocuk olan yeğenleriyle vakit geçirir, oyunlar oynar, kendi çocuklarını seveceği günlerin hayalini kurardı. Gökhan'ın sonuncusu ikiz dört çocuğu vardı. Gönül, özellikle, şimdi ortaokul çağında olan ikizlerle çok ilgilenmişti.

***

Yıllar önce bir gün, Gökhan ve eşi Nazlı, ikiz bebeklerini Gönül’e emanet edip bir dost ziyareti için Ankara’ya gitmişlerdi. Çok sevinmişti Gönül. O olaydan bir ay kadar önce de birkaç saatliğine ikizlere bakmış, bu sırada yaşadığı talihsiz bir olay yüzünden çok utanmıştı. Ne kötü bir andı o. Bebeklerden biri aniden ağlamaya başlamış, Gönül de içgüdüsel bir davranışla çocuğa memesini vermişti. Çocuğu emzirmeye çalışırken, gürültü yüzünden eve girdiğini fark etmediği Nazlı kapıda belirmiş, Gönül’ü o hâlde görünce belli etmeden uzaklaşmıştı. Ama Gönül, Nazlı’nın durumu gördüğünü anlamış ve hemen toparlanmıştı. Şimdi bebeklere tekrar bakacak olmasına bu yüzden de seviniyordu, çünkü “Bir daha emanet etmezler mi acaba” diye kaygılanıp üzülmüştü.

O gün, sabah erkenden kardeşinin evine gitti. Onlar da kahvaltılarını yapmışlar, yolculuğa hazırlanıyorlardı. Nazlı, Gönül’ün işini kolaylaştıracak birkaç bilgi verdi. Çocukların ihtiyacı olan şeylerin nerede olduğunu hızlıca gösterdi. Bir sorun olursa aramasını tembihledi. Sonra, sanki aynı günün akşamında görüşmeyeceklermiş gibi uzunca vedalaştılar. Gönül, ikizlerle epey yaş farkı olan büyük yeğenleriyle kucaklaşıp öpüştü, hepsine hayırlı yolculuklar diledi. Pencerenin kenarından arabaya doluşmalarını izledi. Bir an önce gitmelerini ister gibi bir hâli vardı, ani bir kararla gitmekten vazgeçecekler diye korkuyordu. Odalarında uyuyan ikizlere kapıdan bir göz attığı sırada duydu motorun sesini. Rahatladı. Tekrar pencereye yaklaşıp, uzaklaşan aracın arkasından baktı.

İhtiyacı olan şeyleri düşündü. Hepsini bir araya getirmekten son anda vazgeçti. İki çocuğa hem de gün boyunca bakmak kolay olmayacaktı; hayatının en önemli işini yapıyordu bugün, fakat en azından şu an için telaş yapılacak bir durum yoktu. Salonda masanın üzerine koyduğu biberonları geri mutfağa götürdü. Birkaç bez çıkarıp ambalajını açtı, elinin altında olması için kanepenin bir ucuna özenle yığdı. Uyanan çocukların altını değiştirdi, yemeklerini yedirdi. Büyük bir ciddiyetle yaptı bunları. Kendince tek başına iki çocuğa bakmanın zorluğunu yaşıyor, kendisiyle gurur duyuyordu. Bu nedenle çocuklardan birinin karnını doyururken öteki huysuzluk edince seviniyordu; onlara bakarken koşturmak, yorulmak, zorlanmak istiyordu. Fakat pek zahmet çekmedi Gönül, ikisine de kolaylıkla yetişti.

Bebeklerin başından hiç ayrılmadı. Onları nasıl daha kolay tutabileceğini, kucağına alıp taşıyabileceğini, sanki hiç bilmiyormuş gibi, denemeler yaparak öğrendi. Aynanın karşısında kucağında bebekle nasıl göründüğünü çeşitli açılardan bakarak inceledi. Çekinmeden, ayrı ayrı doyasıya göğsüne bastırdı küçük yeğenlerini. Kendini, önceki olayda Nazlı tarafından görülmediğine inandırarak her birine memesini verdi. Çocuğunu emziren anneleri taklit ederek göğsünü onlar gibi parmaklarının arasına alıp çocukları emzirme talimleri yaptı. Çocuklar dudaklarını bir iki kıpırdattıktan sonra ağızlarını çekti. Gönül buna da bir çare buldu. Göğüs uçlarına reçel sürüp -balın zararlı olduğuna dair bir şey okumuştu- emzirdi çocukları. Çocuklar cukur cukur emdikçe yanağında güller açtı. Minik dişlerin verdiği acıya aldırmadı, tekrar reçel sürdü. Hemen bitmesin diye bolca sürmeye çalıştı; bu kez de reçel göğüs ucundan göbeğine damladı, atleti lekelendi. Sonra bir damla da yerdeki halıya düştü; Gönül oralı bile olmadı. Birkaç denemeden sonra eli iyice yatkınlaştı, göğsünü tutuşu doğallaştı. Sevindi Gönül, kendi çocuklarını da böyle emzireceğinden emindi. Akşama kadar çocuklarla ilgilendi, ikide bir altlarını kontrol etti. Tatlı tatlı konuştu onlarla. “Seni uyanık seni” dedi bir tanesine, “nasıl da kavrıyor biberonu.” “Yine mi doldurdun altını” dedi ötekine, yine doldurmuş olduğuna sevinerek. İkisiyle de yetişkin bir insanla konuşur gibi dakikalarca konuştu.

Akşama doğru eşi aradı. Birbirlerine hâl hatır sorduktan sonra, Gönül konuyu hemen bebeklere getirip yoğunluktan bezmiş genç anne pozuyla,

— Zor hayatım dedi, birini kucağıma alıyorum, diğeri bağırıyor. Bir tane yeter, bizimki ikiz olmasın.

Adam eşini bozmadı, Gönül’ün görmediği acılı gamzesinin arkasından bir “İnşallah”la, daha önce de onlarca kez yaptığı gibi, onun hayaline yine ortak oldu. Sonra,

— Zor oluyorsa annene haber verelim...

Ödü patladı Gönül’ün. Sonra aşırı korkusunu yadırgayarak,

— Yok, canım, ne gerek var. Benimki… dedi kaldı.

Rahat bir tavırla söylediği ilk cümlenin devamını getiremedi. Hemen bir şey söylemiş olmak için,

— Yemek işini ne yaptın, dolapta türlü vardı, diye sordu.

— Yedim canım, eline sağlık. Ne zaman geliyor Gökhanlar?

— On, on bir gibi gelirlermiş. Az önce Nazlı’yla konuştum.

— Gecikecek olurlarsa haber ver, ben de geleyim.

Sanki konuşma çok uzamış gibi, çocukları kastederek “Ben şunlara bir bakayım” deyip sohbeti sonlandıran cümlelere geçti Gönül; bir birlerine iyi akşamlar dilediler.

Hava iyice kararmıştı. Gönül, mızmızlanmaya başlayan çocukların karnını doyurdu. Sonra oldukça neşeli, “Uyku vakti geliyor, değil mi yavrular” dedi. Pek zorluk yaşamadan kısa sürede çocukları uyuttu. Çok fena acıkmıştı. Sabahtan beri neredeyse hiçbir şey yemediğini fark etti. Bir sandviç hazırladı kendine. Dirseklerini masaya dayayıp iki eliyle tuttuğu atıştırmalığından büyük bir ısırık aldı sonra. Lokmasını ağzında bir süre çiğnemeden tuttu; bir şeyler düşünüyor ve sanki ağzındakini çiğnerse düşünemeyecekmiş gibi bir dalgınlık gösteriyordu. Fakat uzun sürmedi bu hâli, sandviçini iştahla yiyip bitirdi.

Gönül çocukları uyutmuş, işini tam tekmil yapmanın gururuyla onları beklemeye koyulmuştu. Gökhanlar 12’ye doğru anca geldiler. Nazlı içeri girer girmez, 

— Abla zorluk çıkarmadılar ya sana?

— Yok, Nazlı’cım, dedi Gönül. Kimin yeğeni bunlar, uslu uslu durdular.

— Çok sağ ol abla, zahmet oldu.

— Ne zahmeti canım. Hiç çekinmeyin, ne zaman isterseniz bakarım.

— Sağ ol abla, biliyorum, dedi Nazlı.

Bir taraftan da çantalardan birinden çıkardığı bir paketi Gönül’e uzatıyordu.

— Canım niye zahmet ettiniz? Teşekkür ederim.

Sonra, büyük yeğenleri ve Gökhan’la da vedalaşıp ayrıldı Gönül. İkizlere son bir kez göz atmayı unutmadı tabii. Yolda, ikizlerden ayrılmanın burukluğunu, güya bugün elde ettiği bu önemli deneyimle azaltmaya çalışıyordu. Bir çocuğu olsaydı… Sadece deneyim değil her şey hazırdı zaten.

Evine vardı. Üstünü çıkardı. Çıkardığı kıyafetlere sinen bebek kokusunu kokladı uzun uzun. Göğüslerini yokladı, tahriş olan meme başları hafif hafif sızlıyor gibiydi. Kocası daha gelmemişti. Kim bilir hangi kahvede, kaçıncı oyununu oynuyordu. Ama dert etmedi bunu, yalnız olduğuna sevindi. Ayakları yorgun gövdesini çocuk odasına sürükledi. Zaman zaman, kendini, yıllardır bir türlü gelmeyen konuğunu bekleyen bu çocuk odasında bulduğu olurdu. Ne zaman ve nasıl geldiğini hatırlamadığı bu yerde, her nesneye yavaşça dokunur, özellikle boş beşiğe dalar giderdi. Bu kez de aynısını yaptı; beşiğin başında, antrenin yetersiz ışığının donuklaştırdığı beyaz vücuduyla, bir Yunan heykeli gibi dikildi durdu.

Sonra odasına döndü. Işığı yakmadan kendini öylece yatağa bıraktı, sırtüstü boylu boyunca uzandı. Gözleri tavana kilitlendi, nefes alıp verdiği bile duyulmuyordu. Bir süre öyle kaldı, elmacık kemiklerinin üstünden sıcak bir pırıltı geçti. Göz kapakları elinde olmadan yavaşça kapandı. Bu sefer daha iri bir pırıltı yuvarlandı. Sonra bir daha… Yüzündeki sıcaklığı hissetmese ağladığını kendisi de anlamayacaktı. Aslında güçlü bir kadındı Gönül, vara yoğa gözyaşı döken sulu gözlerden değildi. Ama bu gece… Bir süre sonra, gündüz boyunca hiç hissetmediği yorgunluğa teslim oldu; bebeklerle şenlenecek düşlerine doğru, sanki o düşler için uykuya daldı.

***

Bundan böyle, boşanmış ve kırklı yaşlarını ortalamış bir kadın olarak ailesiyle aynı apartmanda yaşamaya başlamıştı Gönül. Son birkaç yıla kadar umutluydu, tam da bu nedenle mutluydu. Ama kendisinin artık eski Gönül olmadığını biliyor, bunu her geçen gün daha iyi anlıyordu. Bazen balkonda parmaklarını saçlarına geçirir, bunca senenin nasıl olup da geride kaldığını anlamaya çalışırdı. Yılların kadınlara haksızlık ettiğini, zamanın herkesten bir şeyler çaldığını, fakat kadınların kaybının daha fazla olduğunu düşünürdü. Belki de haklıydı; zaman dişiliğini de alıp götürüyordu onların, çoğalma dürtüsünü söndürüyordu. Gönül de bir bakıma yıllar geçince değil, zaten bir hayrını görmediği bu özelliğinin yitimiyle anlıyordu gerçekten yaşlandığını.

Günler tekdüze geçip gidiyordu. Gerçekten de bu tekdüzeliği bozan pek bir şey olmuyordu, tabii Gönül’ün seyrek de olsa kucağında bir çocukla eve çıkıp gelişleri sayılmazsa. Allah’tan, başta annesi olmak üzere bütün aileyi tedirgin eden bu olayın epey zamandır tekrarı yaşanmıyordu. Ancak tam da bu zamana rastladı Gönül’ün yine kucağında bir çocukla eve çıkıp gelişi. 

Annesi, Gönül’ü o hâlde dış kapıdan girerken gördüğünde bahçedeydi. Yıkıldı. Yine mi kısmı sese dönüşmeyen bir Allah’ım çıktı ağzından. Uzun zaman olmuştu oysa, demek… Düşünmeyi bıraktı. Gönül iyice yaklaşmıştı. Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak,

— Kızım bunu nereden buldun? dedi. Kızının kucağındaki hafif çekik kara gözlerin sahibine bakıyordu. 

Gönül istifini bozmadan, 

— Bulmadım anne, biraz bakıp vereceğim.

Gönül, sağ koluna oturttuğu çocuğun kıpırdak gözlerine bakıp gülümsedi, kirli yanağını istekle öptü. Onu konuşturmak ister gibi,

— Senin adın ne bakalım, diye sordu.

Kızının gözlerindeki ışığı gören anne ağlamaklı oldu. Onu ne zamandır bu kadar mutlu görmemişti. Kızı dünyayla bağını koparmış, sadece kucağındaki bebekle ilgileniyordu. Onu bu hâlde saatlerce seyredebilirdi. Ama içi rahat etmedi. Kimin nesiydi bu çocuk? Bu kez daha sevecen,

— Kimin çocuğu bu yavrum?

Bir kolunu boşa çıkarıp ilerideki bakımsız evleri işaret ederek,

— Şuradaki göçmenlerin anne.

Annesi bu kez âdeta yalvarır gibi,

— Hadi, gel kızım, onu annesine geri verelim.

— Haberi var, merak etme.

Gönül’ün bu soğuk cümlesinden hemen sonra bahçe kapısı sertçe açıldı. Ufak tefek bir kadın heyecanla içeri daldı. İçeridekilerin hiç telaş yapmadığını görmenin verdiği görece rahatlıkla, gayet anlaşılır bir Türkçeyle,

— Ay abla çok korkuttun, ne ara gözden kayboldun? diye sordu.

Gönül yine telaşsız, kadına doğru döndü. Çocuk annesini tanıdı, ona doğru atıldı. Biraz bozuldu Gönül, hemen uzatmadı annesine. Bu sırada kendi annesi de gelen misafire ve kızına “Hadi şu çardağın altına geçin” dedi. Gönül, kucağında çocukla geçti oturdu. Yorulmuş, eski gücünden yoksun kollarının ağrıdığını hissetmişti. Göçmen kadın onu takip etti. Annesi, “Sakın bir yere kaybolmayın, hemen geliyorum” diyerek kopardığı kayısıları yıkamaya götürdü. Göçmen kadını oyalamak, kızının çocukla biraz daha vakit geçirmesini istiyordu kuşkusuz. Tabağı masaya koydu. Kadın daha oturmamıştı bile. Bebeğini alıp gitmek istediği belliydi. Ama ısrara dayanamadı, oturdu. Yemesi için de ısrar edilince bir kayısı alıp çekine çekine ağzına götürdü. Ön dişleriyle kesik attığı kayısıyı eliyle ikiye ayırdı. Bir parçasını çocuğuna uzattı. Ancak bundan sonra diğer parçayı ağzına attı. Çocuk yarım kayısıyı tam kavrayamadı, ağzına götürürken yere düşürdü. Gönül’ün annesi hemen yeni bir tane kayısı kapıp “Şundan ver” kızım diyerek göçmen kadına uzattı.

Gönül bu sırada kucağındaki çocukla konuşuyor, “Annene mi gideceksin sen, ha” diyordu. Kadın daha fazla duramadı, “Evde çocuklarım bekler” dedi, “iki tane de evde var.” Artık Gönül de ısrarcı olmadı, zaten çocuk da annesinin gel demesini bekler gibi ona bakıp duruyordu. Göçmen kadın çocuğunu aldı, “İyi günler” deyip çıktı gitti. Gönül’ün yüzü düştü, kadının arkasından “Şuna bak” dedi, annesine değil de ortaya konuşur gibi; “Belki yirmi beş bile yoktur yaşı. Üç çocuğu varmış, üç daha yapar bu.” Sonra annesine dönerek “Şu güdük, çirkin şeyi görüyor musun anne!” dedi. Sonunda kızının kendi kendine konuşmadığını anlayan annesi “Öyle deme kızım, Allah'ın gücüne gider” dedi kahrolarak.

Doğurganlığın boy posla, güzellikle ilgisi olmadığını bilmez değildi Gönül, ama özellikle çocuk için verdiği çabaların sonuçsuz kaldığı günlerde, kendini, çocuklu kadınlara hasetle bakmaktan alıkoyamazdı. Uğradığı yıkımın acısını hafifletmenin bir yolu muydu bu, yoksa kadere siteminin bir bahanesi mi? Tutamazdı kendini, içinde bir kor yalazlanır, büyür büyür ve bütün vücudunu yakardı. Kıpkırmızı kesilmiş yüzüyle çocuklu göçmene ettiği lafların benzerini sıralar, epey homurdanırdı.

Demek, hâlâ aynıydı. Annesinin uyarısı, bir cümle daha söylemesine engel olmayacaktı,

— Bebeği zor taşıyor, bir de çocuk yapıyor!

— Yapma Gönül’üm, deme öyle kızım, dedi annesi bir kez daha.

Ana kız biraz konuşmak, kızını sakinleştirmek için,

— Dur, bir kahve yapıp geleyim, dedi içtenlikle.

— Ben yaparım anne, sen zahmet etme.

— Ne zahmeti kızım, canım çekti, yapacaktım zaten.

Annesi eve yöneldi. Gönül keyifsiz, onu izledi. Az sonra kahvelerini kapıp geldiler, kameriyede sohbet etmeye başladılar. Annesi aslında az önceki olaya takılmıştı; kızının tekrar bu bebek alıp gelmelere başlamasından, durumunun kötüleşmesinden korkuyordu. Biraz da bu sebeple Düzce işini açtı. Gönül anne tarafından Çerkez’di. Akrabalarının bir kısmı Düzce'nin bir köyünde yaşıyorlardı.

— Bizi teyzen Düzce’ye çağırıyor Gönül. Buralar serin olur, Gönül’ü de al, gel, diyor. Gelmek ister misin?

Aslında onu götürüp götürmemekte kararsızdı. Bugünkü olay, mekân değişikliğinin Gönül’e iyi geleceği fikrine kapılmasına yol açmıştı. Gönül dalgındı, bir şey demedi. Annesi biraz bekledi. Gönül’den yine bir ses çıkmadı.

— Kızım, dedi biraz yüksek bir sesle, iyi misin yavrum?

Gönül başını kaldırdı,

— Efendim anne, dedi.

Annesi Düzce konusunu tekrar anlattı.

— Sen de gelmek ister misin, diye sordu.

Gönül’ün ağzından duygusuz bir “Olur anne” döküldü. Annesi devam etti,

— Havalar da pek sıcak. İyi olur. Bu sene yazlığa gitmek de istemiyor canım. Bir gidelim teyzenlere, belki geldikten sonra gideriz yazlığa…

— İyi olur, dedi Gönül ölü gibi.

Az önce ne kadar neşeliydi oysa. Daha demin kucağında sıcaklığını hissettiği çocuk değil, ruhu gitmişti sanki. Annesine, ne ne zaman diye sordu, ne de başka bir şey söyledi. Annesi,

— Pekâlâ, teyzenle bir daha konuşayım da birkaç güne yola çıkalım, dedi.

Kahveden sonra evlerine çıktı iki kadın da. Annesi endişeliydi. Kızını düşünüyor, halini beğenmiyordu. Kocasının “Ne yapıyordunuz bahçede, o kimdi” sorusuyla irkildi. Olayı anlattı tutularak. Sonra Düzce işini açtı, Gönül’le beraber gideceklerini söyledi. Kocası başıyla onayladı. Ağzında iştahla ezdiği kayısıyı yuttuktan sonra, “Gönül kullanmasın, Gökhan götürsün sizi. Sonra almaya da gider.” Bütün olarak ağzına attığı yeni bir kayısının çekirdeğini çıkarıp devam etti: “Biraz takılın orada. Yayla sayılır.” Pencereye dönerek, “Şu havaya bak, yanıyor ortalık” dedi. Bir süre konuştular. Ortalığı kasıp kavurarak uzaklaşan güneş, ufukta küçülüp kayboluyordu.

Gönül de evindeydi. İçini bir şey yakıyordu. Bir oturup bir kalkıyor, gezinip duruyordu. Ansızın yatak odasına gidip hışımla oyuncak bebeğini aldı. Bir süre hınçla baktı bebeğe, sonra yere çarptı. “Neyim eksik benim” diye söylendi. Fırlattığı yerde ağlayıp duran bebeği alıp yokladı. Kolunu, bacağını iyice kontrol etti. Yavaşça yatağının kenarına yatırdı. Kendi de yatağın ucuna, bebeğin yanına oturup onu izlemeye başladı. “Hişt! Beni duyuyor musun” dedi gayet ciddi. Sonra biraz yumuşayarak topuklarını gıdıkladı. Oyuncak, aynı bebekler gibi gülücük sesleri çıkararak güldü. Sonra bir daha gıdıkladı. Bebek yine güldü. Gönül gıdıklamayı bırakınca, bebek de pat diye sesini kesiverdi. Alıp tekrar fırlattı oyuncağı Gönül. Bu kez sesi kesilip yatağın altında kayboluncaya dek tekmeledi. Aklına bir şey gelmiş gibi hızla salona gitti. Telefonundaki uygulamaları KALDIRdı. Bütün puanları silinmiş miydi acaba şimdi? Biraz üzüldü buna, ama telefonda bebek büyütme oyunlarına kapılmış olmasına da içerledi. Göçmen kadın geldi aklına. “Üç çocuğu var. Suratsız! Boy boy çocukları var… Benim neyim eksik? Güzelim ben, sağlıklıyım da…” İster istemez, kocaman televizyon ekranına kaydı gözleri. Çökmüş yanakları, sıska bedeni, kapalı TV ekranda bile belli oluyordu. Ama Gönül bu yansısını değil, eski Gönül’ü gördü. “Pamuk gibi yavrularım olacak benim. Gece beni uykusuz bırakacaklar, ama bıraksınlar, çocuk dediğin bırakır… Altlarını temizleyeceğim, sarı sarı boklarına bakacağım... Hmm, gülersin tabii; rahatladın, değil mi? Seni şanslı şey… Benim gibi anne bulamazsın…” Kendi kendine konuştu durdu. Perişan görünüyordu. Yaşadığı ezince dayanamadığı belliydi. O anda, kopuk kopuk cümlelerle acılı bir yakarış duyuldu: “Allah’ım lütfen… Bana bir çocuk ver, kakasını yiyeceğim… Sana söz veriyorum… Lütfen… Lütfen…”

***

O gün gelmişti. Hazırlanan bavullar, alınan hediyeler Gökhan’ın kapıya yanaştırdığı Range Rover’a yerleştirildi. Gönül durgundu. Babasıyla, Nazlı ve yeğenleriyle vedalaştı. Annesi de torunlarını tek tek öptü, Nazlı’yla kucaklaştı. Eşine ilaçlarını kaçırmamasını bir daha hatırlattı. Bu değişikliğin kendisine de iyi geleceğini düşünüyor, epeydir görmediği kardeşini ve pek çok hısım akrabayı görecek olmanın heyecanını taşıyordu. Kalanlar, Düzce’dekilere selam söylediler. “Tamam mıyız?” dedi Gökhan. Kendi de dâhil araçtakiler, kısa bir süre, bir şey unutup unutmadıklarını düşündüler. Kimseden bir ses çıkmayınca gecenin bir yarısı yola koyuldular. Nazlı, belki gece yolculuğu olduğu için, belki de sırf son bir söz söylemiş olmak için, “Dikkatli sür Gökhan” dedi.

Yoldaydılar. İlk konuşan Gökhan oldu: “Ankara’da bir mola veririz, sabaha da varmış oluruz.” “İnşallah” dedi annesi, “Aman oğlum yavaş gidelim” diye de ekledi. “Bas Gökhan, bas” diye kıkırdadı Gönül, “Bununla da hızlı gitmeyeceksek…” Annesi de güldü, Gönül’ün durgunluğunun verdiği kaygısı dağıldı. Demek, Gönül memnundu köye gittiklerine. Fakat kızının konuşmasına sevinse de, içinde, bir belirip bir kaybolan, korkuya benzer bir his vardı. İşin kötüsü, bu his, yolda ilerledikçe artıyor gibiydi. Uyumaya çalıştı. Gönül de o kıkırdamasıyla kaldı; çok geçmeden, kim bilir nelerin yaşandığı kendi dünyasına daldı. Herkes sustu.

Daha hava aydınlanmadan Ankara’ya girdiler. Kısa bir moladan sonra tekrar yola çıkıldı. Gönül ve annesi, yolun kalan kısmını, beylik bir iki laf dışında uyuyarak geçirdiler. Nihayet, sabah erken saatlerde köye vardılar. Köy, kayın ormanlarıyla kaplı bir dağın yamacında kuruluydu. Her yer yemyeşildi. Teyze ve eşi sevinçle karşıladı misafirlerini. Güzel de bir kahvaltı hazırlamışlardı. Çocuklarından biri Kanada’da, diğeri de İstanbul’da çalışan yaşlı çift, bir Edi bir Büdü kalmışlar; kışları, uzun yıllar yaşadıkları Ankara’da, yazları da köylerinde oturmaya başlamışlardı. Kahvaltılarını yaptılar, bolca sohbet ettiler. Sohbetten sonra Gökhan bir iki saat uyudu, annesi ve ablası da dinlendiler. Gökhan öğleden sonra dönüşe geçti. Kalanlar tertemiz havada bahçeyi gezdiler, çay içip sekide oturdular.

Gönül ve annesi ertesi gün köyü gezdiler, akrabalara uğradılar. Akşam meydanda düğün olduğunu öğrendiler. “Gider miyiz anne” diye sordu Gönül, gitmek arzusunu saklamayan bir tonda. “Elbette kızım” dedi annesi. Gönül eve gelince olaydan teyzesine de bahsetti. Akşam hep birlikte gitmeye karar verdiler. Gönül akşamı iple çekti, saklayamadığı bir heyecan içindeydi. Vakit yaklaşırken hazırlanıp çıktılar. Meydana gelince, Gönül, şoförlüğü bir türlü tam kıvıramayan ve her sene aracıyla ufak tefek kazalar yapan eniştesine takıldı: “Şükür sağ salim getirdin enişte.” Gülerek teyzesi de eşlik etti ona: “Vallahi bravo!” Adam gülümsedi, “Yol çok uzundu üstelik” dedi, boşalan aracı uzakta bir yere park etti.

Akordeon sesinin yırttığı karanlık göğün altında halk dansları oynanıyordu. Şehirden gelen misafirlerle sayısı artmış, geniş bir çember hâlindeki neşeli kalabalıkta büyük küçük herkes eğleniyordu. Meydan görülmeye değerdi doğrusu. Çocuklar sağa sola koşturuyor; gençler ve kendini genç hisseden yaşlılar başta olmak üzere çok sayıda insan coşkuyla dans ediyordu. Gönül, anne ve teyzesinden kopmuş, dansları daha iyi görebileceği bir yer bulmak ister gibi insan çemberini çeşitli noktalardan kesmeye başlamıştı. Danslara değil sağına soluna bakıyor, sanki bir şey arıyordu. Oysa köyde kimseyi tanımıyordu, kimse de onu. Bir süre dolaştıktan sonra çemberin dışına doğru yürüdü. Çantasından çıkardığı telefon ve cüzdanını ceplerine yerleştirdi. Yerden aldığı büyükçe bir taşı da çantasına koyup tekrar kalabalığa karıştı. Yavaş yavaş, az önce gözüne kestirdiği bebek arabasına yaklaştı. Epey bir süre soğukkanlılıkla bekledi. Fakat bir kumar oynadığının da farkındaydı. Arabanın kolunu kavrayan el, onu belki de hiç bırakmayacaktı bu gece. Ama öyle olmadı; tam da Gönül’ün sabrının azalmaya başladığı sırada, oynayanlardan biri, bebeğin annesini kolundan çekip kendilerine katılması için dans eden grubun içine çekti. Kadın pek nazlanmadı, arabayı tutan elinin parmakları kendiliğinden gevşedi; genç vücudu kolundan çekildiği yöne doğru sürüklendi. Gittikçe artan bir tempoyla dans etmeye başladı. Gönül fırsatı kaçırmadı; arabanın pelteleşmiş, uykulu yolcusuyla çantasını değiştiriverdi.

Teyzesinin evine varması on dakika sürmemişti. Hemen boş evin kapısını zorladı. Kapı açılmadı. Kilitli olacağını hiç düşünmemişti. Cılız bedeniyle bu kez güçlü bir deneme daha yaptı. Kapıdan umudunu kesip bir çıkıntıyla ileri doğru genişletilmiş balkona girdi sonra. Epeydir koruduğu soğukkanlılığı kaybolmaya başlamıştı. Titreyen elleriyle balkon kapısının koluna asıldı. Kapı açılıverdi. İçeri girdi, aceleyle bir iki çıkın hazırlayıp sağlam bir torbaya koydu. Çocuğu sarmak için eline geçen bir iki çarşafı da aynı torbaya tıkıştırdı. Dışarı fırladı.

Evin arkasından sonu gelmez karanlığa doğru hızlı hızlı yürüyordu. Kısa bir süre sonra ağaçlar sıklaştı, eğim arttı. Çocuk huysuzlanıp ağlamaya başladı. Sırtında tenine yapıştırırcasına sardığı küçük canlıya yalvarır gibi “Ne olur sus” dedi Gönül, “sesimizi duymasınlar.” Kayınların koyu gölgeleri bitmek bilmiyordu. Gönül yürüyor, çocuk ağlıyordu. “Ağlama” dedi tekrar, “İyi bir anne olacağım bebek… Sana söz veriyorum, her şey güzel olacak. Ağlama.” Aysız gecede, düşe kalka yürüyordu. Hava karanlık, doğa acımasızdı. Çalılar dikenli teller gibi ısırıyordu elini yüzünü, yaralı dizlerinden kan sızıyordu paçalarına.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder