Geçtim karşısına, başladım yazmaya:
Duvarda asılıydı. Üstü ardıç kirişleriyle kaplı, beyaz badanalı taş duvarda; köy meydanında, zemini yolun yarım metre
kadar aşağısında kalan bir kahvehanenin duvarında.
Yıllanmış kayışı, yağır eşek
sırtı gibi pütür pütür ve sevimsizdi; her santiminde irili ufaklı yarıklar
açılmış, iki parmak enindeki deri, yer yer bir tarçın kabuğu gibi içe doğru
kıvrılmıştı. Bakır rengi koyulaşmış, aşırı kavrulmuş kahve çekirdekleri gibi
iyice matlaşıp kararmıştı.
Dipçiği mi? Dipçiği, boz bulanık
çay suyu rengindeydi. Yok, boz bulanık çay suyu değil; kirli sarı yoğunluklu
bir açık kahve… Hayır, bu da değil; bildiğin beyaz meşe… Evet, şimdi oldu.
Yıllar geçtikçe köselenin rengi kararırken dipçiğinki açılmıştı yani. Cilası
ilkin el kundağı ve kabzadan, sonra daha enli alt kısımdan kim bilir ne zaman
uçup gitmişti. Dipçiğin birkaç yerinde, taş gibi sert bir şeye çarpmaktan ya da
kuvvetli bir şekilde sürtülmekten kaynaklanan yara izi gibi izler vardı. İzler
derin değildi; yüzeyde kalmış, herhangi bir çukurluk oluşturmamıştı. Yalnız
omuzluğa doğru “O T” harfleri kazınmıştı.
Bir gün, tenha saatlerden
birinde, içeride amaçsızca adımlarken, iki sene önce kahvehaneyi babasından
devralan, ta ilkokuldan beri arkadaşım olan Hakan’a,
— Bu,
O T ne yahu? diye sordum.
— Ömer Tekin, dedi gururla, dedem...
— Senin soyadın Taşlı değil miydi?
— Bu annemin babası.
— İkisine de uyuyor, dedim gülümseyerek.
T tamamdı da Ö’nün noktalarını kaç kere baktıysam da göremedim.
Neyse, gelelim namluya… Tek
kırmanın namlusu altmış derecelik açıyla tavana bakıyordu ve rengi en ufak
parlaklıktan yoksun bir duman grisine dönmüştü. Gerçi, ilk rengini bilmediğim
için “dönmüştü” demem ne kadar doğru bilemiyorum. Bence bir değişiklik oldu.
Böyle namlu rengi mi olur canım? Üstelik duman grisi dedim ama nefti de
olabilir. Günün farklı saatlerine, ışığın geliş açılarına göre renkten renge
girerdi diyeyim de siz anlayın.
Tetik çok gevşekti ve çekilmiş
gibi tetik halkasına doğru düşmüştü. Sanki önce dokunmaktan beyazlamış, sonra
da tozdan kirden kararıp gitmişti.
Duvarda asılıydı.
Tamam, anladık: Duvarda asılı. Ne
olacak sonra, sen onu söyle. Bilsem, ah bir bilsem!..
Çize karalaya, otura kalka bir
paragraf daha yazdım:
Günlerce varlığından kimsenin
haberi olmazdı. Nadiren, karşısına geçip bakan, ondan daha seyrek olarak da
eline alıp inceleyen biri olurdu. Bunlar da genelde köye gelen misafirlerden
çıkardı. Öylesine bir süstü, çeşitli mekânlara antika niyetine konulmuş
üvendire, dirgen, gaz lambası veya eski radyo gibi.
Üzerini çizdiğim yerler çoğalmış,
yazım sonlara doğru daha gevşek görünmeye başlamıştı. Hakan’a seslendim:
— Hakan,
çay!.. Yok yok, sen bir tost yap bana, her zamanki gibi… Acele et, fena
acıkmışım.
— Napıyon oğlum sen, sabahtan beri bir
oturdun?..
— Kör müsün, öykü yazıyorum oğlum, dedim
“önemli” bir iş üzerinde çalışan insanların yapmacık çalımıyla.
— Görüyoruz da, ne bakıp duruyon tüfeğe?
— Tüfeği yazıyorum. Harika olacak, göreceksin.
Bir şey demedi. Kendisine yapsa o kadar özenmeyeceği, bol malzemeli
harika bir tost hazırlamaya başladığından emindim.
Tostumu özel bir gıdaymışçasına özenle yedim; sanki bir makineydim de
yediğim şeyleri öyküye dönüştürecektim. Tatlı bir gerilim içindeydim. Kalemi
bırakmıştım ama kafam yazmaya devam ediyordu; öyküden başka bir şey düşünemiyordum.
Dışarı çıkıp hava alayım dedim, fakat iki dakika geçmeden analarına koşan
kuzular gibi sevinçle masama döndüm. Yazmalıydım:
Ama bu tüfek benim ilgimi çekmeyi
hep başardı. Kahveye her gelişimde ona göz kırptım, yazları dışarıda
oturuyorsak bir vesileyle içeri girip selam verdim. İlk gördüğüm andan beri
onda bir hikâye saklı olduğuna, bir gün gelip de patlayacağına kendimi öyle
inandırdım ki onu görmeden yapamaz oldum. Duruş açısında bir değişiklik olup
olmadığını, tozlanıp tozlanmadığını, asılı olduğu çivilerin gevşeyip
gevşemediğini hep merak ettim. Günün birinde sevgililerinden yüz bulacaklarına
safça inanan iyi niyetli âşıklar gibi, tüfeğin patlayacağı o anı bekledim
durdum. Ne yazık ki o an bir türlü gelmedi, tüfek patlamadı. Gerçek hayatta patlamayan
bir tüfeği öykümde patlatmak da içimden gelmiyordu. Öyküye başlarken duyduğum o
yaratma sancısı, sözcükleri birbirine ularken yaşadığım o heyecan nereye
gitmişti? Yeteneğinin sınırlarını şaşıran edebiyat heveslilerine benzediğimi
düşünüp öfkelendim. Olmuyor, olmuyor!.. diye söylendim.
Boş tepsiyle servisten gelen
Hakan,
— Ne
olmuyor yahu! dedi gülerek.
— Tüfek…
— Ne
olmuş tüfeğe?
— Patlamıyor!
— Patlamaz
tabii oğlum, bozuk o tüfek.
Bir şey demedim. Suspus önümdeki
deftere bakıp duruyordum. Çırağa eliyle işaret ederek “Çam dibine dört çay…”
dedi. Sonra masama yaklaşıp,
— Patlamalı
mıydı? dedi az önceki şakacı tavrından çok uzak bir ciddiyetle.
— Evet,
duvarda bir tüfek asılıysa patlamalıdır Hakan’cım.
— Bozuktu,
patlamadı, desen?
— Olmaz,
çok saçma…
— Ama
dedim ya, bozuk oğlum o tüfek, patlamaz ki…
— Bilmiyorum...
Biri Hakan diye seslendi
dışarıdan, geldim deyip fırladı.
Yine öykümle baş başa kaldım. Ne
yazacaktım şimdi? “Duvarda asılıydı.” Sonra? “Patlamadı.” Harika! Şu cümleyi de
ekleyeyim de tam olsun: “Ve sanırım o patlamadığı için sevimsiz oldu bu öykü.”
“Neden olmasın?” dedim. Doğrusu, hiç beklemiyordum bu onaylamamı. “Bu tüfek başka!” Gülümsedim. Gidip dolaptan buz gibi bir maden suyu kaptım. Lıkır lıkır içtim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder