Yaşlandıkça sana ne kadar çok benzediğimi şaşırarak fark ediyorum. Seni anlamamı sağlayan şeyin büyük ölçüde bu benzerlik olduğunu da görüyorum. Konuşamadık babacığım; bir konuşsaydık, birbirimize bir açılsaydık bütün engeller ortadan kalkacaktı. Olmadı.
Sevgili Babacığım,
Babacığım merhaba! Nasılsın, iyi misin babacığım?
Seni çok özledim.
Geçen gün Oğuz Atay’ın Günlük’ünü okuyordum babacığım. Orada, Atay’ın, Babama Mektup adlı öyküsü için aldığı notlar da vardı. Onları okurken ben de sana bir mektup yazmak istedim. Günlük’ü bitirdikten sonra Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öykü kitabından Babama Mektup’unu bulup okudum. Hoşuma gitti, sana yazma isteğim arttı. Zaten arada sırada bende güçlü bir mektup yazma isteği doğuyordu babacığım. Bu istekten günlüklerimden birinde bahsetmiştim. Yani zaten böyle bir mektup yazma isteğim vardı babacığım, Oğuz Atay bahane oldu.
Seninle konuşmak istediğim çok şey birikti babacığım. Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Kafamın bir yanı düzenli bir şey yaz, bir planlama yap falan diyor ama öyle yapmayacağım babacığım. Aklıma ne gelirse yazacağım, bir konudan bahsederken başka bir konuya geçeceğim, daldan dala atlayacağım. Hiçbir konunun sonunu getirmeyelim istiyorum babacığım, konuştuğumuz her şeyi yarım bırakalım, daha sonraki konuşmalarımızda kaldığımızdan yerden devam edip önceki sözlerimize bir şeyler daha ekleyelim ama yine yarım bırakalım, olur mu babacığım?
Ah babacığım! En çok neyi merak ediyorum biliyor musun? Yaşasaydın aramız nasıl olurdu acaba? Bence çok iyi olacaktı babacığım. Seni anlamaya başlamıştım. Ruhunu yani, kalbini, içini… Sen farklı bir insanmışsın babacığım. Gerçekten. Çok erken yaşlarımdan itibaren kitaplarla fazla meşgul olduğum için, öğrendiğim şeylerden oldukça etkilendiğim için, yaşamı çok ciddiye aldığım için seni anlamakta geciktim. Biliyorum, bunlar sadece gecikmeye yol açmadılar, daha fazlasına sebep oldular babacığım: Seni çok eleştirdim, sana çok kızdım.
Şunu bilmeni isterim babacığım: Sana karşı tavrımda annemin yönlendirmelerinin, beni ve kardeşlerimi kendi tarafına çekerek güç kazanma isteğinin belirleyici etkisi oldu. Annem haksızlığa uğrayan tarafmış gibi davrandı, senin şimdi bir kusur olarak bile görmediğim bazı özelliklerini önemli sorunlarmış gibi gösterdi. Bunları anlamam kolay olmadı babacığım. Son yıllarında bazı şeyleri fark etmeye başlamıştım, biraz daha zamana ihtiyacım vardı, çok değil babacığım belki bir iki yıl içerisinde aramız çok farklı olacaktı, seni çok sevecektim, sen de beni çok sevecektin. Sen zaten beni çok seviyordun, biliyorum. Ben sana sevgimi gösterdikçe sen de bana gösterecektin, çok iyi anlaşacaktık, arkadaş olacaktık.
Yukarıda seni anlamaya başladığımı söyledim ya babacığım; bu, sen daha bu pis dünyayı terk etmeden gerçekleşmişti. Ölümünden sonra ise seni çok daha iyi anlayabildim. Yaşlandıkça sana ne kadar çok benzediğimi şaşırarak fark ediyorum. Seni anlamamı sağlayan şeyin büyük ölçüde bu benzerlik olduğunu da görüyorum. Konuşamadık babacığım; bir konuşsaydık, birbirimize bir açılsaydık bütün engeller ortadan kalkacaktı. Olmadı.
Beni sorarsan -beni sorduğuna eminim babacığım- öylesine yaşayıp gidiyorum. Geçmişimi düşünüyorum, geleceğimi düşünüyorum. Yaşayacağım günlerin yaşadıklarımdan farklı olacağına inancım kalmadı. Hatta insanın geçmişiyle geleceği farklı olmak zorunda mı, insanlar geleceklerinden umutlu oldukları için mi yaşıyorlar sanki gibi sorular soruyorum. Kendimi sıradan insandan farklı gördüğüm için ayıplıyorum. Milyarlarca hayat içinde kendi hayatımı bu denli kafaya takmış olmamda bir anormallik seziyorum. Ne bekliyordun ki diyorum kendi kendime; insan doğar, büyür ve ölür. Kader iyileri kollasaydı sen bu kadar erken gitmezdin. Beni yapayalnız bıraktın babacığım.
Senin gibi birini babam olmasa da çok severdim. Yani seni babam olduğun için seviyor değilim babacığım. Seni kendime yakın buluyorum, melankolik ruhun bana öyle sirayet etmiş ki… Duygusallığına kızdığım zamanları hatırlıyorum: Acaba gerçekten kızıyor muydum, yoksa bir “erkek” olarak bu türden sulu gözlülüklere kızmam gerektiği için mi kızıyordum? Şu kadarını söyleyeyim babacığım: Şimdi kızmıyorum öyle şeylere. Yaşasaydın ve bir şehit haberine yahut iç burkucu bir yoksulluk haberine ağlamaya başlasaydın… Evet, yanağından çenene akıveren gözyaşlarını görmemiş gibi yapan ve belki de kendisi de ağlayan biri olarak bulunacaktım yanında.
Sen gideli beri kabuğuma çekildim babacığım. İnsanlara, davranışlarına, laflarına, rollerine ve oyunlarına gıcık oluyorum. Hayalleri bile sıkıcı, düşünebiliyor musun babacığım? Hepsinde ayrı bir hava… Bende mi bir tuhaflık var, yoksa kendime uygun bir çevre mi bulamadım bilmiyorum. Her şey çok yapmacık geliyor babacığım. Bu toprakların sıradan bir insanı olarak bu toprakların insanlarıyla aramın bu denli açılmış olması beni dehşete düşürüyor. Aslında baştan beri önemli farklılıklar vardı. Sanırım artık bunlar çok fazlalaştı ve aramızdaki mesafe iyice açıldı. Aman babacığım, beni kimse anlamıyor diyen ergenler gibi davranmaya başladım. Konuyu değiştireyim. Vazgeçtim, değiştirmeyeyim. Olur mu babacığım?
Olur dediğin için teşekkür ederim. Hâlâ çok anlayışlısın. Hiç inat etmiyorsun. İnat dedim de aklıma geldi. Ben çocukluk falan neyse de yetişkinlikte nasıl inat edilir düşünemiyorum babacığım. Geçende biri inadı sevmem, inat edilmesinden hiç hoşlanmam dedi. Doğrusu pek anlam veremedim ama zaman geçtikçe anladım ki bu söz “inatlaştığımda benim dediğim olmalı”nın eş anlamlısıymış. Tabii, bu kişi “inadı sevmem” derken kendinin de inatçı olduğunu itiraf etmiş olduğunu anlayabilecek kapasitede biri değil. Anlasa da “inatçı” olduğu için kabul etmeyecek gerçi. Ben herhangi bir meselede ne zaman inat ettiğimi hatırlamıyorum. Dediğim gibi belki çocuklukta veya gençlik zamanlarında olmuştur, bilemiyorum. Ben ispatı mümkün çok somut konularda bile ısrarcı olamıyorum babacığım, tartışmalı konularda inatçı olmak falan zaten komik geliyor bana. Ama ilginçtir böyle somut konularda bile geri adım atmayan yetişkin insanlarla karşılaşabiliyorum, sayıları çok olmasa da. Ben kendime, gözlerime, kulağıma, bilgime ve hafızama güvenmem babacığım. İnatlaşmanın gereksizliğiyle ilgili ikinci gerekçem de şu: Bir şeyden eminsek niye tartışalım ki!? Geriye üçüncü bir yol kalmıyor zaten. Emin değilsek emin olmadığımız için, eminsek de emin olduğumuz için inatlaşmıyoruz yani, değil mi babacığım? Bu durumda, inat denilen eylem ancak iki inatçı kişi arasında cereyan edebilir diyebiliriz sanırım.
Neler neler yaşıyorum babacığım… Bazen üzülüyorum kendime: Senin oğlun hiçbir şey bilmiyor babacığım. Herkes her şeyi biliyor, senin oğlun bilmiyor. Neden böyle oluyor akıl erdiremiyorum. Bir süre beraber yaşadığımız, arkadaşlık ettiğimiz insanların huyu suyu olmasa da kavrayış hızlarıyla ve genel kültürleriyle ilgili bizde bir kanaat oluşur. Dolayısıyla caka satmamız, bilgiçlik taslamamız bir noktadan sonra anlamını yitirir. En azından benim için böyle oluyor babacığım: Karşımızdaki yetersiz biriyse ona neden hava atalım, ne olacak ki? Yok, zaten bilgili, kültürlü biriyse yapılacak iş ondan bir şeyler öğrenmek olmalı.
Aman, neyse babacığım. Bu konuyu değiştirelim. Şimdilik yazdıklarıma da bir son vereyim diyorum. Ama, dediğim gibi, sadece şu an için babacığım. İleride, zaman zaman seninle yine sohbet edeceğim, yeni mektuplar yazacağım sana. Bu mektubu yazarken de uzun aralar, kopukluklar oldu. Ufak tefek başka işlerim de oluyor babacığım. Bloğumda yazılar yayımlıyorum arada. Günlüklerimi de İngilizce tutmaya başladım. Oyalanıyorum işte. Yemek, bulaşık, çamaşır, temizlik, okuma, müzik, film… Evden de pek çıkmıyorum. Evde takılmayı seviyorum ama ondan dolayı değil babacığım. Bilsen neler yaşıyoruz. Sanırım sana bu mektubu yazmaya başladığım sıralardaydı, Çin’de bir virüs çıktı babacığım. Sonra her tarafına yayıldı dünyanın. Bizde de Mart ortalarında okullar tatil edildi, sokağa çıkmada kısıtlamalar getirildi. Neredeyse iki aydır şaşırtıcı bir deneyim yaşıyoruz babacığım. Görmeni isterdim bugünleri. Hatta geçen ne düşündüm biliyor musun? Keşke dedim, babam COVID-19’dan ölseydi, en az sekiz yıl daha uzun yaşamış olurdu. Kimseye söz etmedim bundan tabiî. Bahsetsem sizden birine de bulaştırabilirdi diye itiraz eden bile olurdu belki. Aman, saçma şeyler işte babacığım. Sanki yaşıyorsun da...
Geçenlerde kardeşim, WhatsApp’taki aile grubumuz Etliekmek’e, senin hiç göremediğin küçük torununu muhatap alır gibi yaparak ne yazdı biliyor musun? Dur onu şuraya alayım:
“Babam hepimizden bir şeyler alıp gitti… Bir gün gelip geri alalım diye sanırım. Birlikte geçiremediğimiz güzel günleri mesela… Mesela un kokulu ter kokusunu özledim… Bağda, köyü seyretmesini özledim… Böbrek taşı döktüğüm gece uyanıp hâlimi sormasını özledim… Özledim de özledim… Dayım, keşke sen onu o da seni görebilseydiniz… Senin deden iyi adamdı.”
Seni kimse unutmadı, unutamıyor yani. Sahi baba, kolayca kızaran o yosun gözlerinle bağdaki kulübenin küçük penceresinden uzaklara, köye, köyün ışıklarına bakarken neler düşünüyordun?
Bitireyim dedim ama uzattıkça uzattım babacığım. Son cümlelerimi yazayım artık. Gezip av yapacak, mangal yakacak birine ihtiyacım var babacığım. Hayatta olsaydın ben de çoktan müstakil bir evde yaşıyor olacaktım. Bahçesinde mangal yapar etleri löp löp götürürdük, yumurta toplardık, toprağı bellerdik, ağaçları budamaya çalışır, beraberce çiftçilik öğrenirdik. Sigara içmene de karışmazdım bu sefer babacığım. Bir de fırın yapardık bahçeye. Arada ekmek yapardık, güveç atardık. Toplanır okey oynardık bazen. Yaşar giderdik işte… Şimdilerde o sade, o mütevekkil “yaşayıp gitmek” lafı bilsen ne kadar önem kazandı babacığım. Yani yaşıyoruz ama gidemiyoruz sanki. Ya da bir şekilde gidiyoruz ama yaşadığımızı söylemek zor… Of of! Ruhuna iyi davran babacığım.
(M-5)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder