Ömer İncelikli evcimen bir adamdı, pek evinden çıkmazdı. Hatta bir yaz tatilinde üç ay evden dışarı adımını atmamıştı. Ona acıyan bir arkadaşı dört beş günde bir içinde beş altı ekmeğin olduğu bir poşeti kapı topuzuna asıp gidiyordu. Sekiz on günde bir de ekmeğin yanında içinde konserve balık, konserve barbunya pilaki, haşlanmış mısır konservesi, sucuk, salam, kaşar, kavurma, çay ve şeker gibi şeyler bulunan bir erzak poşetini aynı şekilde kapı topuzuna asıyor, sahanlığa bırakılmış çöp poşetini alıp gidiyordu. Arkadaşı zile bile basmıyor, Ömer’in haberi olsun diye erzak poşetini hafiften kapıya çarptırıp hemen aşağı iniyordu. Ekmek getirdiğinde ise bunu da yapmıyor, poşeti topuza sessizce takıp uzaklaşıyordu. Ömer İncelikli çoğu zaman kapıya bir şeyler bırakıldığını yaptığı yoklamalarda ya da bırakılan şeylerin bırakılırken çıkardığı seslerden anlıyordu. Ömer getirilenleri yiyip içiyor ve boyuna düşünüyordu, hayatın anlamını bulmaya çalışıyordu. Hiç canı sıkılmıyordu. Birileriyle konuşmak gibi istekleri hiç olmuyordu. Hatta telefon çalınca, biriyle konuşmak zorunda kalmanın yarattığı gerginlikle çok heyecanlanıyor, kalbi küt küt atmaya başlıyordu. Ama zaten pek arayıp soran olmuyordu, bu üç ay boyunca iki üç kişi anca aramıştı.
Ömer İncelikli sonraki yaşamında da pek değişmedi; evini, evde olmayı, dışarının gürültüsünden uzakta kalmayı hep sevdi. İstediğinde hayal gücüyle etrafını saran dört duvarı berhava edip önünde sınırsız ufuklar açabiliyordu. Okumayı ve zaman zaman kesintiye uğratsa da günlük tutmayı çok seviyordu.
Bir aydır yine evine kapanmıştı. Haftada bir gıda alışverişi için yakındaki markete gidip geliyor, onun dışında evinden çıkmıyordu. Aslında bazen çıkıp dolaşmayı ister fakat daha çıkmadan kafasında araç ve insan trafiğinin korkunç uğultusunu hissedip hemen bundan vazgeçerdi. Alışverişe gittiğinde bile acele eder, insanlardan kaçar gibi hızlı hızlı alacaklarını alıp hemen evine döner, kapısını üst üste kilitlerdi. Bu onun kara yazısıydı galiba. Dört duvar arasında sıkışıp kalmıştı. Sanki o çıkmak istiyordu da dışarıdan gelen müthiş bir basınç onu evine kapatıyordu. Daha önce kaç defa bu yazgıdan kaçmak istemiş, kendini zorla dışarıya atmaya çalışmış ama birkaç denemeden sonra belgesellerdeki, av macerası birbiri ardınca sonuçsuz kalmış yaşlı, yorgun ve umutsuz aslanlar gibi ağır adımlarla tekrar yuvasına dönmüştü.
Güzel havalar geride kalmış, kışı haber veren soğuklar kendini belli etmeye başlamıştı. Ömer hovardaca harcadığı yaz günlerini değeri bilinmemiş kayıplar gibi hasretle anmaktan korkuyor, içini göz göre göre boşuna yaşadığı bir hayatın acısı dolduruyordu. Böyle zamanlarda zayıf yaratılışını, güçsüzlüğünü duyar kendine kızardı. Fakat bu hâlini değiştirmek, kalabalığa karışmak için yaptığı denemeleri aklına getirir kendine yüklenmekten vazgeçerdi. Artık sorunun yaptığı bir hatadan değil sadece bu yaşama biçimiyle arasının hoş olmamasından kaynaklandığını düşünürdü. İnsanların yaşamak dediği bu koşuşturmacayı sorgular, anlamaya çalışırdı; fakat yaptığı açıklamaları yetersiz bulur, verdiği cevaplardan tatmin olmazdı. Bütün gayretine rağmen bu hayhuyu gerçekten anlamıyordu, insanlar hep mi böyleydi, yoksa sonradan mı böyle olmuşlardı bilemiyordu. Ama bu aralar biraz da durumunun kötüleşmesinin verdiği korku nedeniyle aklına çıkıp gezme fikri sık sık gelmeye başladı. Sanki bir vesile arıyordu, bir şeyler olsa veya bir bahane bulsa da insan içine çıksa iyi olmaz mıydı?
Birkaç gündür boyuna müzik dinliyordu. Ruhu son günlerde sanatın etkisine öyle aç ve açıktı ki dinlediği müziklerden, okuduğu şiirlerden daha önce hiç almadığı hazzı alıyor, kendinden geçiyordu. Bu hazzı ve duygularını paylaşabileceği biri de olmadığı için ne yapacağını şaşırmış bir hâlde evde dolanıp duruyor; içini doldurup ayaklarını yerden kesen neşeye benliğini teslim ediyor, cezbeye tutulmuş bir derviş gibi titreyip duruyordu. İşte böyle anlarından birinde buldu aradığı bahaneyi.
Bir sabah erkenden kalkmış, sanki daha dün onlarca defa dinlememiş gibi hemen yine sevdiği parçaları açmıştı. Bir sürü klasik besteyi dinlemiş, bazılarının güftesini açıp okumuştu. Sitenin öneri algoritmasının bir azizliği miydi, yoksa ruhsal açlığının doğal bir yönelimi miydi bilinmez, videolar dinî müziğin çok güzel örneklerini içermeye başlamıştı. Epey ilahi dinlemiş, ferahlamıştı. Her gün aç karnına içtiği kahvesini bu sabah ilahilerle harmanlayıp keyifle yudumluyordu. Bir potpuri başladı. Uzun potpuriyi tekrar tekrar dinledi, iyice coştu. Kendisi de söylemeye başladı:
Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
Galip Dede’den sonra Niyazi-i Mısrî’ye geçti:
Çün sana gönlüm mübtelâ düşdü
Derd ü gam bana âşinâ düşdü
……..
Bu Niyâzî’nin hiç vücûdunda
Zerre komadı hep bekâ düşdü
Sonra Yunus seslendi çağlar ötesinden:
Milk-i bekâdan gelmişem fânî cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşem hûr ü cinânı neylerem
……..
Dervîş Yûnus ma'şûkuna vuslat bulunca mest olur
Ben şîşeyi çaldım taşa nâmûs u ârı neylerem
Deli gibi dolandı durdu odada, sağa sola bakındı. Pencereye kaydı gözleri sonra. Yağmur yağıyordu, zor fark edilen çisil çisil bir yağmur… Hava biraz pusluydu. Video kaydını başa aldı. Kendini tekrar ilahiye kaptırdı. Pencereden çıkıp yükselmiş gibi hissetti ruhunu. Odasında değil bulutların arasındaydı sanki. Kendini çok hafiflemiş hissediyordu. Kulağı ilahide uzun süre pencereye baktı. Nemli yoğunlukta cama konan, bir süre titreşip göz kırptıktan sonra yerçekimi denilen o hoşgörüsüz yasaya boyun eğen damlacıkları seyrediyordu.
Daha fazla duramadı. Canı ıslanarak üşümek ve üşüyerek ıslanmak istedi. Hemen aceleyle giyinip dışarı attı kendini. Zaten çıkıp çıkmamayı biraz düşünecek olsa muhtemelen karar veremeyecek ve bu da evde kalmasına yol açacaktı. Evinden çıkarken sağda solda pinekleyen kedileri gördü: Bunlar nasıl sokak kedisi yahu? Temiz temiz. Bakımlı, besili. Tam sokak kedisi sayılmaz artık bunlar. Kedici ablalar mama vermeseler çok zorlanırlar hayatta kalmak için. Alışmışlar çünkü hazır yiyorlar artık, çöp karıştırmak veya fare yakalamak doğalarının bir gereği olmaktan çıkmış. Bu durumda kedici ablalar pek de hayırlı bir iş yapmıyorlar aslında; hayvanların doğasına müdahale ediyorlar.
Hem yürüyor hem de kedileri düşünmeye devam ediyor, kendi kendine konuşuyordu: Son yıllarda hayvanseverlik tuhaf bir hâl aldı. Psikolojik bir vaka. İncelenmeli. Sokağın bir köşesinde açlıktan ölmekte olsam bu kediciler ne yapar? Biraz mama da benim önüme koyarlar mı? Yoksa bağırmayın lütfen, kedileri rahatsız ediyorsunuz mu derler? Bir gün denesem mi acaba? Saçmalama oğlum! Peki denemeyeceğim. Kıskanıyorsun kedileri, değil mi? Hiç de bile! Kıskanıyorsun bal gibi. Bu kedilerin en çirkini kadar bile sevilmiyorsun çünkü. Gerçekten nasıl da okşayıp duruyorlar kedileri. Düşünsene, her bir kedi günde on kedici abla tarafından sevilse, her bir abla o kedinin başını on beş kere sıvazlasa, toplamda her bir kedinin başı yüz elli kere sıvazlanmış olur. Yanlış mı hesapladım? On abla çarpı on beş sıvazlama. Yüz elli yapıyor. Vay be! Benim başım hayatım boyunca o kadar okşanmadı. Bu kediler bir günde o kadar seviliyor. Haftalık ve aylık ne kadar yapar hesaplasam mı acaba? Gerek yok, çıldıracağım. Beni de sevmeliler. Bir kedi kadar değerim yok mu benim? Ne zararım var topluma, ülkeme, şehrime, sokağıma? Belki de sevgisizlikten kapatıyorum eve kendimi. Acaba bir kedi kostümü bulsam, hani tavşan falan oluyor ya basketbol sahalarında, işte onun kedisini bulsam. Giysem kedi tulumumu, uygun bir yer bulup yanlasam şöyle, oh! Miyaavv miyav, mama vermeyavvv, karnım tok, kalbim açmiyav… Uzatsam başımı, sağ olyav, miyav… Güldü. Şehrin merkezindeki parka gelmişti. Şaşırdı: Ne zaman geldim buraya? Gidip güzel bir kahvaltı yapayım. Canım taze portakal suyu istiyor bugün.
Kafeye girdi. Üst kata çıktı. Caddeyi gören bir masaya geçip oturdu. Portakal suyu ve kahvaltı tabağı geldi çok geçmeden. Yumurta, bal, tereyağı, reçel, beyaz peynir, kaşar, zeytin, simit, poğaça… Çocuk tabağı önüne koyarken tahin ve pekmez de lütfen, dedi. Tahin ve pekmez geldi. Sucuklu yumurta ve patates kızartması da istedi çekinerek. Masa doldu taştı. Kahvaltı tabağı oldu mu kahvaltı masası? Gülümsedi. Oh, dedi yumuldu. Bir an yine kediler geldi aklına: Siz kuru mamaya talim edin, he he!
Kafeden çıktı. İçinde taze bir sevinç, dışında yağmur... Yürüdüdurdu, durdu yürüdü, yürüdü durdu. Saatlerce. Bazen ıslandıkça durgunlaşmış serçelere dikkat kesildi, bazen çelenlerin altındaki duman rengi tüy yığınlarına. Bir dulda bulup bekleyen, bulamayıp koşturan insanlar takıldı gözlerine. Kendini ıslanmamak için koşuşturan kalabalıktan çok ıslanmak için ağırdan alan azınlığa yakın hissetti. Kimseyle beraber ıslanarak geçiremediği onca yıl içini yaktı. Bu acıya dayanamadığı bir anda, düşmüş numarası yapıp kendini küçük bir su birikintisine attı. Biraz debelenip toparlandı. Nereye gittiğini bilmeden yürümeye devam etti. İçinde küçük çaplı bir hayvanat bahçesi de bulunan geniş bir parka girdi. Hayvanları seyretti, çimlere bastı, ağaçlara dokundu, uykuya dalan nilüferlerle konuştu. Muhtemelen bir kısmını uyandırdı. Hava da güzeldi hani. Bankta oturdu, düşündü, hayaller kurdu. Sonra bir kahveye girip birkaç bardak çay içti, epey oyalandı, üstünü başını kuruttu.
Kahvehaneden çıktı. Kulaklığını taktı. Aynı parçalar çalınıyordu. Eski stadın çevresini turladı. Biraz daha tenha caddelerde dolaştı. Bazen koşar adım yürüyordu, bazen dalgın ve düşünceli. Müziğin ritmine ayak uydurduğu söylenemezdi fakat parçaların yürüme hızına etki ettiği de bir gerçekti. Divane gibi epey dolaştıktan sonra şehrin göbeğine doğru adımlamaya başladı. Merkezdeki eski lise binasının önünden geçerken bir arkadaşına rastladı. Tam karşı karşıya gelivermiştiler. Selamlaşıp konuşmak zorunda kaldı. Bir yolu olsaydı belki sağa sola sapardı, görmezlikten gelirdi, bir şeyini düşürmüş gibi yapar, yere eğilir, ondan gizlenirdi. Ama öyle durumlar oluyordu ki görüşüp konuşmak kaçınılmaz hâle geliyordu.
Kaldırımın kenarına çekilip konuşmaya başladılar. Nasılsın iyi misinden sonra “Daha evlenmedin mi?” diye sordu arkadaşı. “Evlenemedim.” dedi, mahzun ve buruk. “Hayırlısı, olur inşallah.” dedi arkadaşı. Nedense pek samimi gelmedi sözleri. Buna rağmen kendini tutamadı: “İnşallah abi.” dedi. “Yalnızlık Allah’a mahsus derler. Zor, gerçekten zor. Geçen ay annemlere yemeğe gidiyordum. Otobüste yeni evli bir çift gördüm. Ayaktaydık. Kız erkeğin koluna girmişti. Erkek biraz kayıtsız görünüyordu. Ama genç kadın ona güveniyordu, ayakta sarsıldıkça kocasına yaslanıyordu, onun kendisini düşmekten alıkoyacağından emindi. Bir an, keşke ben de böyle bir kadının düşmesine engel olan bir adam olabilseydim, dedim. Keşke biri de bana seven gözlerle baksa, birileri de beni dünyanın en yakışıklı erkeği olarak görse, dedim. Eminim o kadın için o adam öyleydi.”
Arkadaşı onca söz arasında, sadece toplu taşımayı kullanmasına dikkat etmiş olacak ki “Daha araba da alamadın demek,” diye gülümsedi, “telefonu da değiştirmemişsin.” Sanki sen böyle devam et, daha çok evlenirsin demek istiyor gibiydi. Ömer üzülmüştü. Adamı atlatamadığı için, atlatmanın bir yolunu bulamadığı için kendine kızdı. Bir an boş bulunup içini açıverişi de canını sıkmıştı. Bir şey diyemedi. Bir süre sustu kaldı. Bu tutukluk anında kafasında Yunus’un, Galip’in dizeleri yankılanmaya başladı: Ben şîşeyi çaldım taşa nâmûs u ârı neylerem / Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır. Bir ân bu dizelere sığınmak istedi, dervişane bir boyun büküşle dünyanın göz boyayıcı görkemine, hırs dolu gözlere boş vermek istedi. Fakat...
Gösterişsiz ayakkabılarına, eskimiş kıyafetlerine, modası geçmiş telefonuna kaydı gözleri. Yeni bir telefon almalıydı. Arkadaşına bu konuda da hak verecekti ama veremedi; içinde ilahinin sözleri tekrar çağıldadı: Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır. Yine kafası karışmış, dalıp gitmişti.
Arkadaşıyla vedalaştılar mı, vedalaştılarsa nasıl vedalaştılar hatırlayamadı. İçi ezilmişti. Kendini başka bir gezegenden dünyaya fırlatılmış gibi hissetti. Öyle eğretiydi bu dünyada yeri ve zayıftı bağları. Acıdan gözleri yaşardı. Bağrında bir su kaynadı, kaynadıkça içini kavurdu. Donup kaldı. O şekilde kaç dakikayı geçirdi bilemedi. Dışarı çıkarkenki neşesinden eser yoktu artık.
Yoldan geçen bir amcanın “Neyin var oğlum, iyi misin?” sorusuyla kendine geldi. “İyiyim amca, sağ olun,” dedi, “kan şekerim düştü galiba.” Amca karşıdaki çorbacıyı işaret ederek “Gel şurada bir çorba içelim.” dedi. Utandı. “Sağ olun amca.” dedi tekrar. “İyiyim, iyiyim şimdi, bir şeyim yok.” “Tamam, evladım, hadi hayırlı günler.” “İyi günler amca.” dedi, uzaklaştı.
Kendine kızdı; durduk yerde amcayı da rahatsız ettiğini düşündü. Arkadaşını atlatamadığı için kendine bir daha kızdı, ona da bir küfür savurdu. Ama sonra adam haklı oğlum, dedi kendi kendine. Bu küfrü hak etmedi, ne yaptı ki sana? Sonra küfrünü geri aldı, arkadaşından gıyabında özür diledi. Çocuk benim iyiliğimi istemişti belki de. Söylediği hangi şeye saçma veya yalan diyebilirsin? Kafasının bir yanı böyle derken diğer taraf da farklı tezlerle saldırıya geçti: Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır… Böyle olmayacaktı, en iyisi gidip bir yere oturup sağlam kafayla düşünmekti. Çok da yorulmuştu, kaç saattir geziyordu. Ayakları ağrıyordu. Karnı da acıkmıştı.
Bir dönerci dükkânına girdi. İki yüz gram döner istedi, sadece soğan olsun. Sonra üç yüz gram olsun diye düzeltti, sanki çok yerse siniri ve üzüntüsü geçecekmiş gibi geldi. Zorlaya zorlaya dönerini bitirdi. Düşünceleri dağıldı yerken. Tekrar başa alıp da bir şeyler düşünemedi. Daha önceki düşünce silsilesini karıştırdı; öncekiler sona, sonrakiler öne geçti. Her şey karıştı: ilahiler, gezmek, arkadaş, ilahiler, evlilik, araba, otobüsteki evli çift, ilahiler, telefon... Evet, telefon... Hemen telefonuna baktı. Nesi varmış telefonumun, dedi içinden. Bunu der demez telefon kadar eskimiş mavi kılıfına takıldı gözleri. Sanırım bu zavallı gibi gösteriyor cihazı. Kılıfı sökmeye çalışırken eli yarısı içilmemiş kola kutusuna çarptı. Allahtan kola tenekede olduğu için pek dökülmedi, hemen telefonu bırakıp kutuyu kaldırdı. Elini peçeteye sildi. En iyisi kalkıp gitmekti. Vakit ilerlemiş, hava kararmıştı.
Dükkâna girdiği sırada hız kesen yağmur hafiften yine başlamıştı. Yavaş adımlarla düşünceli düşünceli yürüyordu. Az önceki karşılaşmada arkadaşının kendisiyle dalga geçtiğini, küçük gördüğünü düşündü. Elimden bir şey gelmiyor, hep dışarı doğru da şişsem hep içeri doğru patlıyorum ben. Ne olacak hâlim? Bilene bilene tükenip gidecek miyim şairin dediği gibi? Öyle olacak şüphesiz. Peki, ne yapabilirim; madem bilenmek ve bilendikçe tükenmek mukadder? Kütelme sürecine dikkat etsem nasıl olur mesela? Kendimden verdikçe kazanabileceğim bir yola girebilir miyim? Tükenişimi, bir şey uğrunda yok olmaya, afili bir fedaya dönüştüremez miyim? Bu meseleyi nasıl hal yoluna koyabilirim? Dışa doğru patlamak bir seçenek olamaz, içe doğru patlamak da istemiyorum; ne yapayım? Hiç şişmesen nasıl olur Ömer, diye sordu kendi kendine. Yapabilir miyim bunu? Yaparsın, yaparsın. Peki, öyle yapacağım o zaman. Kendine emirler vermeye başladı: Şişsen bile az şişeceksin, tamam mı? Hem sayıca az olacak şişmelerin hem de, eğer şişersen, hacimce az şişmeye çalışacaksın; baskı patlamaya yol açmadan sönümlenecek… Emin olamadı bu akıl yürütmelerinden. Hayıflandı: Bilmiyorum. Allah kahretsin! Bilmiyorum.
Artık iyice kararan havada, böyle ağır ağır yürürken ve yürüdükçe ıslanırken kendini daha dünyaya boş vermiş, daha akıllı, daha derviş, daha sünepe ve daha zavallı hissediyordu. Caddedeki devasa lambaların altına geçiyor, pırıltılı yağmur sicimlerini takip etmeye çalışıyordu. Lambanın daha çok ışıttığı dar bir alanda oluşan hâleyi, onun içinde oynaşan tanecikleri, bir parlayıp bir sönen minik damlaları seyrediyordu. Hayatın bir anlamı varsa, o anlamın bu sarışın hâleyle, onun içindeki renk cümbüşü ve ışık oyunlarıyla bir ilgisi olmalıydı.
Uzun bir süre göğe baktı. Damlaları görebildiği en uzak noktayı belirlemeye çalıştı. Boynu ağrımaya başlamıştı. Başını yavaş yavaş yere indirdi. Mazgalların yutamadığı sular kaldırım kenarlarında birikmişti. Damlalar bu birikintilere düşüp küçük baloncuklar oluşturuyordu. Saniyeler içinde patlayan baloncuklardan geriye minik köpükler kalıyor, bunlar da bir süre sonra suda eriyip kayboluyordu. Epey bir zaman da bu su birikintilerini, su yüzeyindeki renk dalgalanmalarını seyretti. Kış ortası olmasına rağmen hava yumuşaktı; üşümüyordu ama yeterince ıslanmıştı.
Eve dönmeye karar verdi. Artık enerjisi tükenmiş, sabah dinlediği ilahilerin doğurduğu coşkusundan eser kalmamıştı. Biraz meşakkatli bir yolculuktan sonra evine vardı. Kapıyı açınca yüzüne vuran sıcak havaya sarılarak içeri girdi. Evinin tanıdık kokusunu soludu. Üstündekileri çıkardı, hemen banyoya koştu. Kendini bir güzel keseledi. Şehrin kirinden, boyalarından, yanıp sönen ışıklarından, süslü vitrinlerinden, yalan sözlerinden arındı. Geride kalan günün hüznü, bir süre sonra yerini yarının belirsizliğine bıraktı. Bilgisayarın başına geçti sonra. Coşturucu bir ilahi açtı ama hemen durdurdu. Mutfağa gidip ıhlamur kaynattı, bir kupa alıp geldi. Müziğe tıkladı. Geçen seferki gibi olmasa da parçaya kendini kaptırması uzun sürmedi. Kudüm sesiyle iyice coştuğu bir anda: Amaaan Ömer, dedi, sen de, otur sıcak evinde! Dışarısı sana göre değil, kalabalıkların arasında gezmekten falan keyif alacak adam değilsin sen.
Uzandı, bir süre dinlendi. Gün boyu süren dışarı macerasını düşündü. Masada bir sürü kitap yığını arasında epeydir eline almadığı günlüğünün sırtına ilişti gözleri. Eline aldı ajandayı suçlu suçlu. Seni de çok ihmal ettim günlüğüm, gel bir şeyler yazalım, dertleşelim. O kadar gezip dolaştım, kimseyle konuşamadım. Herkesin acelesi var yahu!
Defteri açtı. Attığı son tarihi gördü: Bir ay olmuş, vay be! Bir özürle başlasam iyi olacak. Kalemi eline aldı, yeni bir sayfaya “Sevgili Günlük” diye yazdı. “Sevgili Günlük”. Yine aynı tedirginliği duydu. Sanki birileri günlüğünü okuyup gülecekmiş gibi geldi. Bu ifadeyle uzun zamandır dalga geçiyorlardı. Bu hitabı çocukça buluyorlar, yeni yetme kızlara has bir duygusallıkla parodisini yapıyorlardı. “Sevgili Günlük”. Olsun, dedi ama sanki önemli bir fark doğuracakmış gibi ufak bir değişiklik yapmadan da duramadı:
“Sevgili Günlüğüm,
Nereden ve nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Öncelikle senden özür diliyorum. Seni bu kadar uzun süre nadiren bırakmışımdır, biliyorsun. Bundan sonra bu kadar bile ayrı kalmayacağız, söz veriyorum sana. Zaten günlük tutmanın bana iyi geleceğini, en azından bir kötülük ve zararının dokunmayacağını biliyorum. Üstelik bu etkinliğe ayıracağım zamanı, kendisi için kullanabileceğim daha iyi veya uygun başka bir uğraşa sahip değilim günlüğüm. Yaşamımın son derece iddiasız ve durgun geçeceğini tahmin ettiğim bundan sonraki döneminde de günlük tutmak yerine tercih edebileceğim ciddi bir iş veya uğraşa sahip olacağımı sanmıyorum. Yani izin verirsen seni tutmak istiyorum sevgili günlük.
Konuşabilseydin, beni zaten yıllardır hiç bırakmadın ki Ömer, derdin; sevindin beni tuttun, üzüldün beni tuttun, sevilmek ve üzülmek arasında kaldığın zamanlarda da beni tuttun. Tutacak başka kimin vardı ki senin? Elbette, beni tutabilirsin yine, sana her zaman izin veriyorum. Ömrün boyunca farklı şeylere bakıp aynı şeyleri göreceğiniz birini aradın, fakat aynı şeye bakıp da aynı şeyi gördüğünüz birileri bile çıkmadı. Dolayısıyla, sen beni tutmasan da ben seni bırakamam dostum, yazık olur senin gibi ince çocuğa.”
Günlüğünden onay almış gibi hevesle yazmaya devam etti:
“Teşekkür ederim günlüğüm, çok düşüncelisin. Madem izin de verdin, artık her an seni yazacağım. Çayımın yudumunda, kahvemin köpüğünde, ekmeğimin kırıntısında… Evet, seni yazacağım yatağımın ucunda, koltuğumun dibinde, güvercin teleğinde, kelebek kanadında, balık pulunda... Seni yazacağım bir şarkı ortasında, bir şiirin sonunda, kitap okurken, bir öyküyü yazarken-yazamazken, bir yaprak düşerken, leylaklar açarken, iğdeler tüterken, bir çavlana bakarken, yıldızlar akarken... Evet, hep seni tutacağım; metropoller insan öğütürken, aczimle dövüşürken...”
02.02.2020, Pazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder