22 Mayıs 2025 Perşembe

YAZAR OLACAK ÇOBAN

Rahmetli babamın zoruyla gittiğim üniversiteden, az farkla kaçırdığım eczacılıktan sonraki tercihim olan kimya mühendisliğinden, devamsızlık nedeniyle bir buçuk yıl uzatmalı da olsa sonunda mezun olmuştum. Hiç vakit kaybetmeden vatan borcumu da ödeyip önümdeki on yılları özgürce yaşamak arzusundaydım. Çok da uzun bir ömür biçmiyordum kendime, “Birkaç on yıl yaşarsam ne âlâ,” diyordum. İş bulmak, bir gelecek planı yapmak gibi dertlerim hiç olmamıştı. Kendimi bir aile reisi olarak düşündüğümdeyse elimde olmadan gülüyordum. Reislik meislik telaşlandırırdı beni. Okul yıllarımda öğretmenlerim demokrasiyi rafa kaldırıp doğrudan beni sınıf başkanı seçecekler diye ödüm kopardı. Allah’tan zihnî gelişmemin aksine bedensel gelişmem çok yavaş seyrettiğinden korktuğum başıma gelmedi, hiç başkan olamadım; öğretmenlerim tercihlerini erken gelişmiş şişko bir kız veya iri yarı bir oğlandan yana kullandılar.

Hemen, ilk celp döneminde askere gittim. Hepimizi bir güzel aşıladılar. Kıyafetlerimizi dağıttılar. Tatlı bir heyecan vardı hemen herkeste. Neredeyse un gibi ince ve beyaz toprakla kaplı kışlada, gezen tavuklar gibi özgürce takıldık; bol bol dondurma yedik, içecek otomatlarından bardak bardak çay ve kahve alıp içtik.

Ceviz yeşili kamuflajlarımın içinde kaybolup gitmiştim, fakat tek tip kıyafetler içindeki yüzlerce kişiden biri olmak gurur vericiydi; ben de bir askerdim artık. Verilecek eğitimi, yapacağımız türlü hareketleri merak ediyor, adını hep duyduğum G3’ü elime alacağım günü iple çekiyordum. G3’ün özellikle boyunu merak ediyordum, omzuma asınca acaba dipçik yere değecek miydi, değmeyecek miydi? Kalaşnikof olsa değmezdi herhâlde; ama G3’ten şüpheleniyordum.

Fakat bütün bu heyecanlı bekleyişim ancak bir hafta sürdü. İlk haftanın sonunda terhis olundum; giderken yeten boyum askerlik sırasında yetersiz geldi. Muayenede 1.50 ölçmüşlerdi, tam sınırdaydım; kışlaya teslim olduktan sonra, nasıl fark ettilerse daha kısa olduğumu anladılar. Belki de askere gitme heyecanıyla bir santim kadar çektim; oldu boyum 1.49. Gerçi, askerliği bir görsün, bir hafta kadar kışlada takılsın diye iyi niyetle mahsus mu yaptılar diye düşünmedim de değil.

Açıkçası, askerliği illa yapayım diye düşünmüyor idiysem de ufak çaplı bir şok yaşadığımı saklayacak değilim. Üstelik kışlaya gelip teslim olmuşum, bir haftadır da buralardayım, bitirip öyle gidebilirim diye düşünüyordum. Böylece eskiden çürük, şimdilerde ise elverişsiz denilen yaftadan da kurtulmuş olurdum, yaftayı maftayı çok umursamasam da.

Üzüldüğümü gören arkadaşlarım, “Alay komutanına çık; derdini anlat, askerlik yapmak istediğini söyle,” dediler. “Babacan bir adama benziyor, bir oluru varsa halleder, zaten şunun şurasında birkaç ay askerlik yapacaksın, çekinme,” diye iyice gazladılar.

Gidip konuşmaya karar verdim. Bir süre bekletildikten sonra odasına girdim. Tekmil verdim. Karşımda pek esmer, kolları kıvrım kıvrım siyah kıllarla kaplı, yüzü elmacık kemiklerinin altından kulaklarına doğru zorla çekilmiş gibi duran sert bir adam vardı. Durumumu anlattım. Hiç uzatmadı, askerliğe devam etmemin mümkün olmadığını söyledi.

Her şeyin bu kadar basit olamayacağına safça inandığım için aklıma bir itiraz cümlesinin gelmesini bekledim. Belki bir dakika süren sessizliğe rağmen ne açıklama isteyen bir cümle ne de onaylayan bir ifade çıktı ağzımdan. Alay komutanı “Eee, ne bekliyorsun hâlâ?” der gibi bakarken sessizce şu kelimeler döküldü dudaklarımdan: “Komtanım -mahsus böyle demiştim- G3’ü merak ediyorum, hiç atış da yapmadım.”

Komutan sesli konuşmam gerektiğini hatırlatan bir tonda, “Senin bölük komutanın kim?” diye sordu.

“Teğmen Alperen Karayıldız”

“Sen teğmene benden izin aldığını söyle, birkaç attırsın sana.”

“Önemli değil komtanım, attırmasın,” dedim kırgın bir çocuk gibi.

“Attırsın attırsın,” dedi, yüzünde beliren hınzır gülümsemeyi kapatmaya çalıştığı yapay bir ciddiyetle.

“Başüstüne komtanım, sağ olun.” Selam verip ayrıldım odasından.

Atışla falan uğraşamazdım, bana yol görünmüştü. Askerlik maceramın böyle sonuçlanmasından oldukça etkilenmiş, evime bu duygularla dönmüştüm. Annem neden bu kadar erken döndüğümü sormadı. Buna, beni bir şeyler uydurmak zorunda bırakmadığı için sevinmiştim, ancak beni bu denli umursamadığını görmem de doğrusu şaşkınlıkla karışık bir burukluğa yol açtı.

Bir hafta neredeyse hiçbir şey yapmadan yatıp durdum, doğru dürüst odamdan bile çıkmadım. Ne yapacağımı bilmiyordum, hiçbir planım yoktu. Annem yemeğe çağırırsa kurulmuş bir robot gibi gidip yiyor, çağırmazsa ya da çağırdığını fark etmezsem aç duruyordum. Annemle hiç konuşmuyorduk.

Bir haftanın sonunda yavaş yavaş daha az uyumaya başladım. Artık internetten haberlere göz atıyor, video paylaşım sitelerinden sevdiğim kanallara bakıyordum. Bunlardan biri askere gitmeden önce de takip ettiğim bir çobanın kanalıydı. Genç bir çobandı bu, konuşmasına bakılırsa biraz tahsilliydi de. Köyünde keçi çobanlığı yapıyor, yaptığı bu iş ve köy hayatıyla ilgili videolar yüklüyordu. Çoğu videosunda hiç konuşmuyor, sürüyü ve dağı taşı gözlerimizin önüne sermekle yetiniyordu.

Bu videoları bayıla bayıla izliyordum. Çan seslerini, gizemli dağ kuşlarının şakımasını, kameraya yaklaşan köpeğin hızlı hızlı soluyuşunu, bir yaklaşıp bir uzaklaşan arı ve sinek vızıltılarını yanımdalarmış gibi duyup ürperiyordum. Bazen burnuma kekik ve andız kokuları da geliyordu sanki. Bu görüntüleri izlerken bile göğsüm genişliyor, kendimi bildim bileli yakamı bırakmayan burukluğumun geçebileceğine inanmaya başlıyordum.

Bir videosunda, keçiler bir tepenin yamacında otlarken, çoban kamerayı yavaşça çevirmiş, ufka doğru uzanan mavi gökyüzüyle kaplı bir vadiyi göstermişti. O an, sanki o vadide kendimi gördüm; ne kaygı, ne bir telaş, sadece rüzgârın uğultusu ve keçilerin çan sesleri. Şehirde bir ofiste çalışırken asla hissedemeyeceğim bir huzur vardı o manzarada. Videoları izledikçe, “Belki benim yerim de oralardır,” diye düşünmeye başladım. Ömür boyu olmasa bile şu an için yapmam gereken şey insanlardan uzakta dağ bayır gezmek, hayvan otlatmak ve temiz havada bol bol düşünmekti.

Bu his içimde gittikçe güçlendi. Çobanlık, kimya mühendisliğinden ve şehir hayatından uzakta bambaşka bir dünya gibi görünüyordu. Denemeliydim. O çobana ulaşacaktım. Ona bir e-posta yazdım, uzun uzun kendimi anlattım; askerlik maceramı, plansızlığımı, dağların beni nasıl çağırdığını. Telefon numaramı bırakıp aramasını rica ettim. Haftalar geçti, cevap gelmedi. Belki maili görmemişti, belki de bu tuhaf isteğime ne diyeceğini bilememişti. Sabırsızlandım ve bir sabah, doksan kilometre uzaktaki köyüne gitmeye karar verdim.

Köyüne vardığımda, çobanı bir tepenin eteğinde, sürüsünün başında buldum. Şaşkınlıkla karşıladı beni, ama en ufak bir yabancılık hissettirmedi. “Şehirden buralara, çobanlık için mi geldin sahiden?” diye sordu, gülümseyerek. Çay içip sohbet ettik. Bana keçilerin huyunu, dağların zorluğunu, kışın çetin geçtiğini anlattı. “Kış bir geçsin, baharda başla abi,” dedi. “Oğlak al, bir yer tut, ama acele etme, düşün.” Onun sakinliği, dağların ortasında bile telaşsız konuşması, kararımı pekiştirdi. Bu hayat, tam da aradığım şeydi.

Kışı zor geçirdim. Borç harç bir düzine oğlak aldım. Komşu köyde rahmetli babamın eski bir dostu imamlık yapıyordu. Onun da yardımıyla derme çatma bir ev tutup çobanlığa başladım. Hani bazen tek isteğimiz içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak olur; bunun için karşımıza çıkan ilk seçeneğe enine boyuna düşünmeden bir kurtuluş umuduyla sarılırız. Benim çobanlığı denemeye kalkmam da böyle oldu sanırım.

Doğrusu seviyorum çobanlığı. Sürünün peşinde, temiz havada, mavi göğü yorgan, kara yeri yatak belleyip özgürlüğümün tadını çıkarıyorum. Bilmem, sürü yayılırken oturup öyküler yazdığımı söylememe gerek var mı? Evet, bu satırları dağdan yazıyorum. Alçalan güneşin harareti azalıyor, esen hafif rüzgârda ortalık zahter kokusuyla doluyor. Ben, 1.49’luk kimya mühendisi Toygar Şentürk, babasının utancı, annesinin kederi… Bir gün ünlü bir yazar olursam şu cümleyle başlayan bir romanı çoktan yazmış olacağımı düşünüp gülümsüyorum: “Ünlü bir yazar olmadan önce uzun bir süre çobanlık yaptım.”

2020-21, 2025

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder