1 Ekim 2020 Perşembe

TÜFEK

Geçtim karşısına, başladım yazmaya:

Duvarda asılıydı. Üstü ardıç kirişleriyle kaplı, beyaz badanalı taş duvarda; köy meydanında, zemini yolun yarım metre kadar aşağısında kalan bir kahvehanenin duvarında.   

Yıllanmış kayışı, yağır eşek sırtı gibi pütür pütür ve sevimsizdi; her santiminde irili ufaklı yarıklar açılmış, iki parmak enindeki deri, yer yer bir tarçın kabuğu gibi içe doğru kıvrılmıştı. Bakır rengi koyulaşmış, aşırı kavrulmuş kahve çekirdekleri gibi iyice matlaşıp kararmıştı.

Dipçiği mi? Dipçiği, boz bulanık çay suyu rengindeydi. Yok, boz bulanık çay suyu değil; kirli sarı yoğunluklu bir açık kahve… Hayır, bu da değil; bildiğin beyaz meşe… Evet, şimdi oldu. Yıllar geçtikçe köselenin rengi kararırken dipçiğinki açılmıştı yani. Cilası ilkin el kundağı ve kabzadan, sonra daha enli alt kısımdan kim bilir ne zaman uçup gitmişti. Dipçiğin birkaç yerinde, taş gibi sert bir şeye çarpmaktan ya da kuvvetli bir şekilde sürtülmekten kaynaklanan yara izi gibi izler vardı. İzler derin değildi; yüzeyde kalmış, herhangi bir çukurluk oluşturmamıştı. Yalnız omuzluğa doğru “O T” harfleri kazınmıştı.

Bir gün, tenha saatlerden birinde, içeride amaçsızca adımlarken, iki sene önce kahvehaneyi babasından devralan, ta ilkokuldan beri arkadaşım olan Hakan’a,

     Bu, O T ne yahu? diye sordum.

     Ömer Tekin, dedi gururla, dedem...

     Senin soyadın Taşlı değil miydi?

     Bu annemin babası.

     İkisine de uyuyor, dedim gülümseyerek.

T tamamdı da Ö’nün noktalarını kaç kere baktıysam da göremedim.

Neyse, gelelim namluya… Tek kırmanın namlusu altmış derecelik açıyla tavana bakıyordu ve rengi en ufak parlaklıktan yoksun bir duman grisine dönmüştü. Gerçi, ilk rengini bilmediğim için “dönmüştü” demem ne kadar doğru bilemiyorum. Bence bir değişiklik oldu. Böyle namlu rengi mi olur canım? Üstelik duman grisi dedim ama nefti de olabilir. Günün farklı saatlerine, ışığın geliş açılarına göre renkten renge girerdi diyeyim de siz anlayın.

Tetik çok gevşekti ve çekilmiş gibi tetik halkasına doğru düşmüştü. Sanki önce dokunmaktan beyazlamış, sonra da tozdan kirden kararıp gitmişti. 

Duvarda asılıydı.

Tamam, anladık: Duvarda asılı. Ne olacak sonra, sen onu söyle. Bilsem, ah bir bilsem!..

Çize karalaya, otura kalka bir paragraf daha yazdım:

Günlerce varlığından kimsenin haberi olmazdı. Nadiren, karşısına geçip bakan, ondan daha seyrek olarak da eline alıp inceleyen biri olurdu. Bunlar da genelde köye gelen misafirlerden çıkardı. Öylesine bir süstü, çeşitli mekânlara antika niyetine konulmuş üvendire, dirgen, gaz lambası veya eski radyo gibi.

Üzerini çizdiğim yerler çoğalmış, yazım sonlara doğru daha gevşek görünmeye başlamıştı. Hakan’a seslendim:

     Hakan, çay!.. Yok yok, sen bir tost yap bana, her zamanki gibi… Acele et, fena acıkmışım.

     Napıyon oğlum sen, sabahtan beri bir oturdun?..

     Kör müsün, öykü yazıyorum oğlum, dedim “önemli” bir iş üzerinde çalışan insanların yapmacık çalımıyla.

     Görüyoruz da, ne bakıp duruyon tüfeğe?

     Tüfeği yazıyorum. Harika olacak, göreceksin.

Bir şey demedi. Kendisine yapsa o kadar özenmeyeceği, bol malzemeli harika bir tost hazırlamaya başladığından emindim.

Tostumu özel bir gıdaymışçasına özenle yedim; sanki bir makineydim de yediğim şeyleri öyküye dönüştürecektim. Tatlı bir gerilim içindeydim. Kalemi bırakmıştım ama kafam yazmaya devam ediyordu; öyküden başka bir şey düşünemiyordum. Dışarı çıkıp hava alayım dedim, fakat iki dakika geçmeden analarına koşan kuzular gibi sevinçle masama döndüm. Yazmalıydım:

Ama bu tüfek benim ilgimi çekmeyi hep başardı. Kahveye her gelişimde ona göz kırptım, yazları dışarıda oturuyorsak bir vesileyle içeri girip selam verdim. İlk gördüğüm andan beri onda bir hikâye saklı olduğuna, bir gün gelip de patlayacağına kendimi öyle inandırdım ki onu görmeden yapamaz oldum. Duruş açısında bir değişiklik olup olmadığını, tozlanıp tozlanmadığını, asılı olduğu çivilerin gevşeyip gevşemediğini hep merak ettim. Günün birinde sevgililerinden yüz bulacaklarına safça inanan iyi niyetli âşıklar gibi, tüfeğin patlayacağı o anı bekledim durdum. Ne yazık ki o an bir türlü gelmedi, tüfek patlamadı. Gerçek hayatta patlamayan bir tüfeği öykümde patlatmak da içimden gelmiyordu. Öyküye başlarken duyduğum o yaratma sancısı, sözcükleri birbirine ularken yaşadığım o heyecan nereye gitmişti? Yeteneğinin sınırlarını şaşıran edebiyat heveslilerine benzediğimi düşünüp öfkelendim. Olmuyor, olmuyor!.. diye söylendim.

Boş tepsiyle servisten gelen Hakan,

     Ne olmuyor yahu! dedi gülerek.

     Tüfek…

     Ne olmuş tüfeğe?

     Patlamıyor!

     Patlamaz tabii oğlum, bozuk o tüfek.

Bir şey demedim. Suspus önümdeki deftere bakıp duruyordum. Çırağa eliyle işaret ederek “Çam dibine dört çay…” dedi. Sonra masama yaklaşıp,

     Patlamalı mıydı? dedi az önceki şakacı tavrından çok uzak bir ciddiyetle.

     Evet, duvarda bir tüfek asılıysa patlamalıdır Hakan’cım.

     Bozuktu, patlamadı, desen?

     Olmaz, çok saçma…

     Ama dedim ya, bozuk oğlum o tüfek, patlamaz ki…

     Bilmiyorum... 

Biri Hakan diye seslendi dışarıdan, geldim deyip fırladı.

Yine öykümle baş başa kaldım. Ne yazacaktım şimdi? “Duvarda asılıydı.” Sonra? “Patlamadı.” Harika! Şu cümleyi de ekleyeyim de tam olsun: “Ve sanırım o patlamadığı için sevimsiz oldu bu öykü.”

“Neden olmasın?” dedim. Doğrusu, hiç beklemiyordum bu onaylamamı. “Bu tüfek başka!” Gülümsedim. Gidip dolaptan buz gibi bir maden suyu kaptım. Lıkır lıkır içtim.

AŞK-I PARA

Parasının dijital bir rakamdan ibaret olmasını istemedi Güven; tuttu çekti, birkaç bin lirayı eve götürdü. Saydı, okşadı. Ellilikler, yüzlükler... Sevindi, gülümsedi, bir daha saydı. Ellilik, yüzlük, iki yüzlük. Şunlardan biraz daha olsa olmaz mıydı, ama olsun... Kurstan şu kadar, ek ders bu kadar, şu şuradan, bu buradan... Ohhh! Para! Ohhh, elli, yüz, iki yüzlükler... Avuçları terledi sevinçten, heyecandan; paralar hafiften nemlenir gibi oldu. Bir kenara koydu desteyi. Elini üfledi, nemi gidermeye çalıştı. Gözleriyle sehpadaki paralara baktı. Sıcacıktı az önce bıraktığında. Offf!

Hesap kitaba daldı sonra. Gelirler, giderler... Ne yapabilirdi? Şu sarışın ellilikleri, güzel mavili yüzlükleri, kızılımsı iki yüzlükleri çoğaltmanın bir yolu yok muydu? Ohhh para! Ağzından salya aktı, hemen sildi. Desteyi kavradı yeniden. Bir daha saydı. Offf! Gıcırları ayrı bir seviyordu. Yenileri ayıracaktı. Ufacık bir yıpranmışlık dahi olmayanları seçti önce. Hiç katlanmamış, matbaadan çıktıkları gibi gıcır gıcır, offf! Onları ayırdı. Burnuna götürdü, kokladı. Dört beş tanesini tam ortalarından katlayıp dişledi. Köpek dişlerinin izi çıkmıştı. Yerim sizi ben, Allah'ım şunlara bak... Çok güzel... İşaret parmağının ucuyla dişlerin oluşturduğu minik çukurlukları yokladı, ters çevirip başparmağıyla kabarıklığı gidermeye çalıştı. Ağzına yüzüne sürdü, bir daha kokladı paraları. Ellerde dolaşmaktan doğan para kokusu yoktu bunlarda, öyle pırıl pırıldılar. Eskileri aldı eline sonra. Onları da kokladı. Tanıdık para kokusunu duydu. O kokuyu da iyi tanırdı. Ohh! dedi, içine çekti. Bıraktı eskileri, yenileri aldı. Saydı. Ne tuhaf şey... Şu elinde tuttuğu kâğıt parçalarının kudretine şaştı. Şu iki yüzlüklerden dedi, mesela on deste olsa... On, çarpı yüz, çarpı iki yüz. Hesaplamaya çalıştı. Hata yapmak istemiyordu. Telefonundaki hesap makinesini açtı. Yazdı: 10 x 100 x 200. Eşittir: 200.000. İki yüz bin dedi şaşırarak, yüz tane olsa, 2 milyon... Aman Allah'ım! Abartmayayım, elli olsun. Ve… 1 milyon. Elli deste nedir ki ya aslında... Desteleri iki eliyle kavradığını düşündü. Bir avuç para... 1 milyon. Orta halli beş ev alabilirim, faize yatırsam aylık 8-10 bin yapar, offf!

Vaktin nasıl geçtiğini anlamadı. Panikledi. Karısı kendisinden daha az sevmiyordu parayı ama yine de parayla oynayıp durmasını onun görmesini istemezdi. Utanır gibi oldu. En iyisi televizyon ünitesine koyayım, uzaktan bakarım, hanım televizyon izliyorum sanır. Hem  hayal kurmaya da devam ederim. Bir an bu denli para düşkünlüğü göstermiş olmasını kendine yediremeyip öfkelendi. Küfürler savurdu. Lan lafa gelince herkes şunları küçümser, para nedir ki falan der... Adi yalancılar! Hepiniz köpek gibi şu kâğıtlar için yaşıyor, koşturuyorsunuz... Kimi kandırıyorsunuz! "Bir şey mi dedin Güven?" diye sordu karısı. İçimden geçenleri de mi duymaya başladı bu kadın? Allah Allah! "Yok canım, haberlere bakıyordum, kötü... Ona söylenmişimdir." dedi, eşikte ıslak ellerini önlüğüne silmeye çalışan karısı Mevlüde'ye. Televizyondaki reklamı görmeden, bezelyeli patates kokusunun yayıldığı mutfağa geri döndü karısı.

Karısı mutfağa geri döndü; Güven hayalindeki renkli dünyaya dönemedi ama, morali bozulmuştu. Bir türlü eline geçmeyen milyonlar, güpgüzel evler, bonfileler, pirzolalar uzakta; kirada oturduğu antika ev, sıska karısı ve bezelyeli patates burnunun dibindeydi. İyi veya kötü hiçbir şey düşünmek istemiyordu artık. Kalktı, eline geçirdiği yıpranmış pandufu bir top gibi sektirmeye çalıştı. Birkaç kez denediyse de ikiden fazla sektiremedi. Amaan!.. Tuttu pandufu kapıya doğru degaj yaptı. Pardon, daha yapmadı, yapmaya karar verdi. Eskimiş pandufu değil hayatında ters giden şeyleri uzağa atmak ister gibiydi. İyice gerindi, orta sehpasıyla kanepe arasındaki dar alandan kapıyı nişanladı. He he!.. Bulunduğu yerin bu iş için pek de uygun bir yer olmadığını umursamadı. Pandufu havaya bıraktı, sol bacağını hışımla ileri attı. Sol bacak yükselirken vücudunu sağ ayağının üzerinde dengede tutamadı, güm diye yere düştü. Anamm! Sağ kolunu sehpaya fena vurdu. Ahhh! Tekmeleyemediği pandufu kapıya doğru fırlattı. Terlik gürültüye koşup gelen karısının koluna çarptı. “Ne oluyor Güven, Allah aşkına?” dedi Mevlüde. “Hiç hayatım” dedi Güven bir şey olmamış gibi. Doğruldu, bir anda yanında bitiverdiği karısının zayıf yanaklarından öptü. “Hiç canım, ayağımdan fırttı.” Karısına sarıldı, bu kez başından öptü. “Bırak beni” dedi Mevlüde, “yemek yanacak.” Güven babacan bir tavırla “Boş ver yemeği” dedi, soğan kokulu, ufak tefek ama pek becerikli karısını kollarında iyice sıktı. “Ben bir piliç çevirme alayım, sen pilav yap; değişiklik olsun.” Karısının cevabını beklemeden dışarı fırladı. Mevlüde mutfak penceresinin önünde, elli metre ötedeki kasaba doğru seğirten kocasının arkasından baktı. Gülümsedi. Ocağa döndü sonra. Bezelyeyi yarın yeriz artık, ben hemen bi’ pilav yapayım. Hâlâ gülümsüyordu.

HAVA KARARIYOR

Harika bir haziran öğleden sonrasıydı. Birkaç gündür serin giden havalar hayli ısınmıştı. Dünyamızın binlerce yıldır yanıp duran sarı ocağı, aşırıya kaçıp da yakıp kavurmadan, ta uzaklardan, tam kararında bir yanışla meyveleri yavaş yavaş olgunlaştırıyor; güllerin kokusunu ve kuşların neşesini cömertçe artırıyordu. Öğleden önce yakınlardaki bir parka gidip gezmiş, erişebildiğim dallardan tozuna aldırmadan epey dut yemiştim. Sıcak bastırırken evime dönüp yorgun vücudumu kanepeye attım, parka götürüp tek satır okumadan geri getirdiğim edebiyat dergisini rastgele bir yerinden okumaya başladım. Gözlerim kapanıyor, dergi cansızlaşan ellerimden yüzüme düşüp duruyordu. Hiç ilerleyemedim ve okumayı bıraktım. Biraz uyusam iyi olacaktı.

Kısa ama derin ve doğal bir uykuydu. Bana yaz öğleden sonralarının uykuları hep böyle gelirdi. Çekişmeli pazarlıklardan sonra gelmeye ancak razı olan, sıkıntılı gece uykularıma hiç benzemeyen bu uykuları severdim. Hem saatlerce uyuyup vakit kaybetmemiş olurdum hem de uzun süre uyumuş gibi bir hafiflik ve rahatlama duyardım. Kafamın içindeki gürültülü sonsuz cangıldan eser kalmadığını hayretle görür sevinirdim. Uyanınca, bu hâlimin uzun sürmeyeceğini, yavaş yavaş bir şeyleri düşünmeye başlayacağımı ve olur olmaz şeylere can sıkacağımı da içten içe bilirdim. Bu bilginin işime yaradığını hiç görmesem de.

Yavaşça doğruldum. Kalkıp bilgisayardan bir müzik açtım. Evde ses olsun diye televizyonu hiç kapatmayan korkak yalnızlardan değildim ben. Müziği de ses çıksın diye açmadım. Peki, neden açtım? Bilmem, açtım işte. Zorunlu ev ve mutfak işleriyle geçen zamanıma çok acırdım. O işleri yaparken vaktimin tamamen boşa gitmediğine kendimi inandırmak için internetten bir ders veya sunum açıp dinlerdim. Bazen aynı amaçla müzik dinlediğim de olurdu. Sanırım şimdi de onun için açmıştım.

Hiç aç hissetmiyordum. Duttan mı olmuştu acaba? Dut… Beni her yıl geçmişe yolculuğa zorlayan meyve. Çeşit çeşit, renk renk…

Çocukluğumda yazları köye giderdim. Dut ve kuş cennetine, kekiklerin özgürlük soluduğu dağlara, yarpuzlu nemli koyakların tepeleri birbirinden ayırdığı topraklara… Orada her güzelliğin bir kokusu vardı. Baş döndüren bir koku. Toprak, toprak kokardı örneğin, söğütler söğüt kokardı, çayırlar çayır… Çay, akıp giden bir su kütlesi değildi sadece, gün içinde saatlere göre değişen çeşit çeşit kokunun da kaynağıydı. Çay, yüzmeyi öğrendiğim, ilk balıklarımı tuttuğum, saatlerce seyrine daldığım canlı bir varlıktı. Baharın coşar, yazın durulur, güzün süzülürdü. Renkten renge girerdi. Bulanık ve coşkunken nasıl korkardım ondan… Annem çaya kapılıp gidenlerin öyküsünü anlatırdı. Ben ve kardeşlerim sorular sora sora, ağzımız açık dinlerdik anlattıklarını. “Ah” derdik “keşke şöyle yapsaymış”. Heyecanla atılırdık bazen: “Oradan geçmeseymiş, o dala tutunabilseymiş…”

Köy başkaydı. Şehir insanın doğaya söz geçirdiği yerse, köy de insanın doğayı ele geçiremeyip ona teslim olduğu yerdi. En azından benim çocukluğumda öyleydi ve ben yazları öyle bir köye giderdim işte. Dayımlar da gelirdi. Dayım o sırada, birkaç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, siyasi bağlantılarla zar zor bulduğu torpille araştırma görevlisi olmuştu. Doğrusu, o zaman da fakir ve hırslı bir köylüden başkası değildi, daha sonra da. Ne kitap okuduğunu gördüm ne de bir şey yazdığını. O zaman tarihten doktora yapıyordu. Yükseldikçe sevimsizleşti, tepeden bakmaya başladı bize. Annemleri yönlendirerek kız kardeşlerimin okumasına engel oldu, ama kendi düşük zekâlı çocuklarını yıllarca dershaneye gönderip okuttu.

Dayım ve yengem kendi çocukları düşer, bir şey olur diye hep beni çıkartırlardı duta. Ben de sevinçle tırmanır, onların sincap gibisin falan deyişleriyle gaza gelir, dalların en uçlarına ulaşmaya, en güzel dutları silkelemeye çalışırdım. Onlar da aşağıda köşelerinden tuttukları sofra bezine dutların pıtır pıtır düşüşlerine bakıp sevinirlerdi. Yengem yıkadığı dutları çocuklarının önüne koyar, ben zaten ağaçta yiyorum diye bana vermezdi. Doğru, ben zaten en güzellerini ağaçta yiyordum ama onların yanına oturup yemek isterdim yine de. Tabii bunu yapamazdım; neşe içinde, iştahla dut yiyen kuzenlerimi uzaktan izler, aralarına karışamamanın burukluğunu onlara dut silkelemiş olmanın gururuyla gidermeye çalışırdım. Bazen dayanamaz biraz yaklaşıverirdim; bir anda dedemin araba tekerinin iç lastiğinden yaptığı sineklik elimde şaplardı. Hemen sessizce geri yerime geçer, yengemin korkunç bakışıyla karşılaşmamak için kafamı bir süre kaldıramazdım. Kuzenlerim hiçbir şey olmamış gibi dutlarını yemeye devam ederlerdi. Ben artık orada daha fazla duramayacağımı anlar, sessizce dışarı süzülürdüm. Sanki uçup giden iştahıma rağmen yiyebilecekmişim gibi sevgili dutuma çıkar, en sevdiğim çatalına oturup neden köyde olduğumu sorgulardım. Uzaklardaki annemi babamı, kardeşlerimi düşünür, kalınca bir dala dostça kenetlediğim kolumun üstüne yüzümün bir yanını yaslayıp batmakta olan güneşin ardından kederle bakar dururdum.

Nereden aklıma geldi yine bunlar? Şu muhteşem günde, tatlı bir gündüz uykusundan sonra… Neden!? İstemiyorum! Hatırlamak istemiyorum o yılları, gitmek istemiyorum geçmişe. Köy yaşantımdan kalan beni üzmeyecek ne var? Çayda yüzmeyi öğrenişim, mantar toplama heyecanlarım... İstemem bunlar da kalsın geride. Babam köyde öldü, hiç de yukarıda bahsettiğim gibi olmayan korkunç dağların arasında, ambulans gelemediği için. Lanet olsun köyüne de kasabasına da! İstemem! Hiçbir düşüme dâhil olamaz orası.

Güzelim havanın verdiği canlılığı koruyamamış, yaralı geçmişimi didiklemeye başlayıp keyfimi kaçırmıştım. Elimi yüzümü yıkayıp bir kahve yaptım. Günün önemli bir kısmını geçirdiğim masama oturdum. Kahvemi yudumluyor, pencereden boş boş dışarıya bakıyordum. Sıkıcı bir ikindi, nöbeti akşama devretmek için gergin bir bekleyiş içindeydi. Tez canlı ev hanımları akşam yemeği telaşına kapılmıştı belki de. Bebekler öğle uykularından uyanıyor, çocuklar dışarı çıkmak için annelerinden izin istiyor, ihtiyarlar yine ölümü düşünüyordu; yavaş yavaş akşam oluyordu.

Birbirinin kopyası günlerimi, yazılmış bir rolü oynar gibi geçireceğim tekdüze geleceğimi düşünüyorum. Kaybolan yıllarım içimdeki acılığı artırırken, günler zehir olup damla damla birikirken önümdeki senelerin de aynen böyle tükenip gideceğini, hiçbir şey yapamayacağımı adım gibi biliyorum. Kendimi boş yere hırpalayıp durmaktan vazgeçmem gerektiğini bir kez daha fısıldıyorum kendime.

Sırf iş olsun diye, haftalardır çevirmeye çalıştığım makaleye bakıyorum. Çetrefilli bir cümleyle boğuşup yorgun düştüğüm bir anda, bakışlarım pencereye kayıyor. Birkaç metre önümdeki upuzun andızı görüyorum. Kışı beraber geçirdiğim, üzerine konan sığırcıkları, kumruları, kargaları izlediğim dostumu. Neden bilmem, bu andız hep olması gereken yerden zorla buralara getirilmiş bir ağaç gibi görünürdü bana. Ona acırdım, buralarda zehirlendiğini, motor ve insan seslerinin ruhunu yaraladığını düşünürdüm. Oysa belki de memnundu ağaç, alışmıştı şehre; türdeşleriyle değil de apartmanlarla yarışıyordu. Doğrusu, epeydir sohbet etmiyorum onunla, manzarama karşıdaki genç çift katıldığından beri süksesini kaybetti. Gönlünü alsam iyi olacak: Hayır, andızım, seni unuttum sanma; belki de yalnız ben anlıyorum seni, bu sıkıcı ve pis sokağında kentin.

Böyle düşünsem de karşı apartmandaki balkonlardan birinde bir hareketlilik çarpıyor gözüme. Yine o genç ve mutlu çift. Sanırım akşam yemeğini de balkonda yiyecekler. Daha bu sabah kahvaltı yaptılar. Kız önce bir güzel yıkadı balkonu, sonra beraberce hazırladıkları sofraya kuruldular. Bir mutluluk tiyatrosu izler gibi izledim onları. Ama oyun oynamıyorlardı; doğrusu, izlediğim şeyin bir oyun olmasını isterdim; oyun, der geçerdim. Mutluluğu oyunlarda görmeye alışık biri için dayanılamaz bir manzaraydı çünkü. 

Kahvaltının sonuna doğru bir karga gelip balkonun onlara uzak köşesine kondu. İlk kez görüyordum, ama hiç de ilk gelişi gibi değildi bu. Karganın ürkek tavırlarına rağmen bu genç çiftle bir tanışıklığı olmalıydı. Uzakta, balkonun ucunda duruyor, benim payım nerede diyen bakışlarla bekliyordu. Kız bir peynir parçasını götürüp iki üç karış önüne koydu kuşun. Kuş daha kız yerine oturmadan peynire yaklaştı, yemeye başladı. Pekâlâ, alıp götürebilirdi de. Yapmadı. Demek onlarla birlikte kahvaltı etmek istiyordu. Üstelik orada olduğu sürece diğer kuşlar yanına gelemeyeceği için bütün parçayı tek başına kendisi yiyecekti. Kargalar da ne ilginç hayvanlar, dedim içimden. Keşke benim de böyle bir karga arkadaşım olsaydı. Her sabah onunla kahvaltı ederdim, hiç üşenmez ona da kahvaltı hazırlardım, kendim ne yiyorsam ona da verirdim. Ama yoktu ve olamazdı da; sevimsizdim, sevgisizdim, merhametsizdim ben. Kuşlar da biliyordu elbet kimin mutlu ve sevgi dolu olduğunu, kimin sevgisiz ve mutsuz olduğunu. Sevgisizlikten katılaşmış, kendi kendini yiyip bitiren bir ızdıraba dönüşmüştüm. Kuşların gözünden de kaçmıyordu bu.

İşte şimdi de akşam yemeği için hazırlık yapıyorlar. Kız yine balkonu yıkıyor, tiril tiril siyah bir şalvar giymiş, üzerinde mor bir askılı, boğazında alacalı bir fular… Tülsü şalvara da fulara da şaşırıyorum. Hadi şalvar neyse de o fular neyin nesi?.. Sanki duştan yeni çıkmış da boynunun nemini alsın diye takmış... Adamın altında toprak rengi bir kısa pantolon, üstünde ceviz yeşili polo tişört… Hafif, tatlı bir telaş… Gidip gelen eller, masaya konan tabak, kaşık, çatal… Az sonra baş başa verip yemeklerini yiyecekler, dünyaya iki kişi karşı koyuyor oldukları için şükredecekler. Kalkıp ben de bir şeyler hazırlamaya başlıyorum. Dünden kalan pilavımın yanına iki dilim biftek ekleyip savacağım öğünümü. Hâlâ gelmeyen iştahını beklersen, daha çok beklersin oğlum, diyorum kendime, cefakâr ayaklarımı mutfağa sürürken. Aceleyle pişiriyorum etleri. Kafam balkonda hep; yemeğe başlamadan görmeliyim onları. Hemen hazırlıyorum kendiminkileri. Masaya atıyorum.

Onlar da yemek masasındalar. Sohbet ederek, yavaş yavaş yemeklerini yiyorlar. Dünya kendilerinden ibaret kalsa bile, bundan bir ürküntü duyacaklarmış gibi gelmiyor bana. Bakışıyorlar. Onlar bakıştıkça yemek daha bir güzelleşiyor. Genç koca iştahla yiyor, belki de pilavın biraz lapa olmasını fark etmemiş gibi. Genç kadın, salatayı yapan kocasına, daha küçük doğrasa daha güzel olacağını hatırlatma gereği bile duymuyor. Ellerin hareketi azalıyor sonra, doyuyorlar. Bitiyor yemek faslı. Hemen kalkmıyor, bir süre konuşuyorlar. Belki gelecek güzel günlerin planlarını yapıyorlar. Ev alacaklar, iki çocukları olacak. Bir de yazlık alacaklar tabii. Her şeyin daha güzel olmaması için hiçbir sebep yok. Evli ve mutsuz tanıdıklarım geliyor aklıma. O kadar da çoklar ki… Oysa işte görüyorum, sanki hiç de zor görünmüyor mutlu bir çift olmak.

Yemek güzel olmuş diyor genç adam, eşinin iki yanağına minik birer öpücük konduruyor. Birer tabak alıp mutfağa taşıyor. Kız da elleri dolu peşinden gidiyor genç adamın. Nasıl da iyi anlaşıyorlar. Basit işlerde bile işbirliği ne de güzel şeymiş, bütün tabak çanak taşındı bir anda. Acaba işleri ne, neler yapıyorlar?.. Ya isimleri? Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum ama hayalimdeki birlikteliğe uzak bulmuyorum onları.

Dalıp gidiyorum sonra. El ayak çekiliyor, kentin uğultusu azalıyor. Binlerce bina onlarca gözle ya birbirine ya alaca karanlığa boş boş bakıp duruyor, ağaçlar koyulaşıyor… Masamdaki kararında pişiremediğim soğumuş bifteğime bakıyorum, soğudukça daha bir keçeleşmiş bifteğime. Soframı ağır ağır topluyorum; tabakları yavaş ve ruhsuz, bir robot gibi mutfağa taşıyorum. Lanetli ruhumla baş başa kalıyorum. Hava iyice kararıyor. Hava değil içim kararıyor.

(2020)