Harika bir haziran öğleden sonrasıydı. Birkaç gündür serin giden havalar hayli ısınmıştı. Dünyamızın binlerce yıldır yanıp duran sarı ocağı, aşırıya kaçıp da yakıp kavurmadan, ta uzaklardan, tam kararında bir yanışla meyveleri yavaş yavaş olgunlaştırıyor; güllerin kokusunu ve kuşların neşesini cömertçe artırıyordu. Öğleden önce yakınlardaki bir parka gidip gezmiş, erişebildiğim dallardan tozuna aldırmadan epey dut yemiştim. Sıcak bastırırken evime dönüp yorgun vücudumu kanepeye attım, parka götürüp tek satır okumadan geri getirdiğim edebiyat dergisini rastgele bir yerinden okumaya başladım. Gözlerim kapanıyor, dergi cansızlaşan ellerimden yüzüme düşüp duruyordu. Hiç ilerleyemedim ve okumayı bıraktım. Biraz uyusam iyi olacaktı.
Kısa ama derin ve doğal bir uykuydu.
Bana yaz öğleden sonralarının uykuları hep böyle gelirdi. Çekişmeli
pazarlıklardan sonra gelmeye ancak razı olan, sıkıntılı gece uykularıma hiç
benzemeyen bu uykuları severdim. Hem saatlerce uyuyup vakit kaybetmemiş olurdum
hem de uzun süre uyumuş gibi bir hafiflik ve rahatlama duyardım. Kafamın
içindeki gürültülü sonsuz cangıldan eser kalmadığını hayretle görür sevinirdim.
Uyanınca, bu hâlimin uzun sürmeyeceğini, yavaş yavaş bir şeyleri düşünmeye
başlayacağımı ve olur olmaz şeylere can sıkacağımı da içten içe bilirdim. Bu
bilginin işime yaradığını hiç görmesem de.
Yavaşça doğruldum. Kalkıp
bilgisayardan bir müzik açtım. Evde ses olsun diye televizyonu hiç kapatmayan
korkak yalnızlardan değildim ben. Müziği de ses çıksın diye açmadım. Peki,
neden açtım? Bilmem, açtım işte. Zorunlu ev ve mutfak işleriyle geçen zamanıma
çok acırdım. O işleri yaparken vaktimin tamamen boşa gitmediğine kendimi
inandırmak için internetten bir ders veya sunum açıp dinlerdim. Bazen aynı
amaçla müzik dinlediğim de olurdu. Sanırım şimdi de onun için açmıştım.
Hiç aç hissetmiyordum. Duttan mı
olmuştu acaba? Dut… Beni her yıl geçmişe yolculuğa zorlayan meyve. Çeşit çeşit,
renk renk…
Çocukluğumda yazları köye
giderdim. Dut ve kuş cennetine, kekiklerin özgürlük soluduğu dağlara, yarpuzlu
nemli koyakların tepeleri birbirinden ayırdığı topraklara… Orada her güzelliğin
bir kokusu vardı. Baş döndüren bir koku. Toprak, toprak kokardı örneğin,
söğütler söğüt kokardı, çayırlar çayır… Çay, akıp giden bir su kütlesi değildi
sadece, gün içinde saatlere göre değişen çeşit çeşit kokunun da kaynağıydı.
Çay, yüzmeyi öğrendiğim, ilk balıklarımı tuttuğum, saatlerce seyrine daldığım
canlı bir varlıktı. Baharın coşar, yazın durulur, güzün süzülürdü. Renkten
renge girerdi. Bulanık ve coşkunken nasıl korkardım ondan… Annem çaya kapılıp
gidenlerin öyküsünü anlatırdı. Ben ve kardeşlerim sorular sora sora, ağzımız
açık dinlerdik anlattıklarını. “Ah” derdik “keşke şöyle yapsaymış”. Heyecanla
atılırdık bazen: “Oradan geçmeseymiş, o dala tutunabilseymiş…”
Köy başkaydı. Şehir insanın
doğaya söz geçirdiği yerse, köy de insanın doğayı ele geçiremeyip ona teslim
olduğu yerdi. En azından benim çocukluğumda öyleydi ve ben yazları öyle bir
köye giderdim işte. Dayımlar da gelirdi. Dayım o sırada, birkaç yıl öğretmenlik
yaptıktan sonra, siyasi bağlantılarla zar zor bulduğu torpille araştırma
görevlisi olmuştu. Doğrusu, o zaman da fakir ve hırslı bir köylüden başkası
değildi, daha sonra da. Ne kitap okuduğunu gördüm ne de bir şey yazdığını. O
zaman tarihten doktora yapıyordu. Yükseldikçe sevimsizleşti, tepeden bakmaya
başladı bize. Annemleri yönlendirerek kız kardeşlerimin okumasına engel oldu,
ama kendi düşük zekâlı çocuklarını yıllarca dershaneye gönderip okuttu.
Dayım ve yengem kendi çocukları
düşer, bir şey olur diye hep beni çıkartırlardı duta. Ben de sevinçle tırmanır,
onların sincap gibisin falan deyişleriyle gaza gelir, dalların en uçlarına
ulaşmaya, en güzel dutları silkelemeye çalışırdım. Onlar da aşağıda
köşelerinden tuttukları sofra bezine dutların pıtır pıtır düşüşlerine bakıp
sevinirlerdi. Yengem yıkadığı dutları çocuklarının önüne koyar, ben zaten
ağaçta yiyorum diye bana vermezdi. Doğru, ben zaten en güzellerini ağaçta
yiyordum ama onların yanına oturup yemek isterdim yine de. Tabii bunu
yapamazdım; neşe içinde, iştahla dut yiyen kuzenlerimi uzaktan izler, aralarına
karışamamanın burukluğunu onlara dut silkelemiş olmanın gururuyla gidermeye
çalışırdım. Bazen dayanamaz biraz yaklaşıverirdim; bir anda dedemin araba
tekerinin iç lastiğinden yaptığı sineklik elimde şaplardı. Hemen sessizce geri
yerime geçer, yengemin korkunç bakışıyla karşılaşmamak için kafamı bir süre
kaldıramazdım. Kuzenlerim hiçbir şey olmamış gibi dutlarını yemeye devam
ederlerdi. Ben artık orada daha fazla duramayacağımı anlar, sessizce dışarı
süzülürdüm. Sanki uçup giden iştahıma rağmen yiyebilecekmişim gibi sevgili
dutuma çıkar, en sevdiğim çatalına oturup neden köyde olduğumu sorgulardım.
Uzaklardaki annemi babamı, kardeşlerimi düşünür, kalınca bir dala dostça
kenetlediğim kolumun üstüne yüzümün bir yanını yaslayıp batmakta olan güneşin
ardından kederle bakar dururdum.
Nereden aklıma geldi yine bunlar?
Şu muhteşem günde, tatlı bir gündüz uykusundan sonra… Neden!? İstemiyorum!
Hatırlamak istemiyorum o yılları, gitmek istemiyorum geçmişe. Köy yaşantımdan
kalan beni üzmeyecek ne var? Çayda yüzmeyi öğrenişim, mantar toplama
heyecanlarım... İstemem bunlar da kalsın geride. Babam köyde öldü, hiç de
yukarıda bahsettiğim gibi olmayan korkunç dağların arasında, ambulans
gelemediği için. Lanet olsun köyüne de kasabasına da! İstemem! Hiçbir düşüme
dâhil olamaz orası.
Güzelim havanın verdiği canlılığı
koruyamamış, yaralı geçmişimi didiklemeye başlayıp keyfimi kaçırmıştım. Elimi
yüzümü yıkayıp bir kahve yaptım. Günün önemli bir kısmını geçirdiğim masama
oturdum. Kahvemi yudumluyor, pencereden boş boş dışarıya bakıyordum. Sıkıcı bir
ikindi, nöbeti akşama devretmek için gergin bir bekleyiş içindeydi. Tez canlı
ev hanımları akşam yemeği telaşına kapılmıştı belki de. Bebekler öğle
uykularından uyanıyor, çocuklar dışarı çıkmak için annelerinden izin istiyor,
ihtiyarlar yine ölümü düşünüyordu; yavaş yavaş akşam oluyordu.
Birbirinin kopyası günlerimi,
yazılmış bir rolü oynar gibi geçireceğim tekdüze geleceğimi düşünüyorum.
Kaybolan yıllarım içimdeki acılığı artırırken, günler zehir olup damla damla
birikirken önümdeki senelerin de aynen böyle tükenip gideceğini, hiçbir şey
yapamayacağımı adım gibi biliyorum. Kendimi boş yere hırpalayıp durmaktan
vazgeçmem gerektiğini bir kez daha fısıldıyorum kendime.
Sırf iş olsun diye, haftalardır
çevirmeye çalıştığım makaleye bakıyorum. Çetrefilli bir cümleyle boğuşup yorgun
düştüğüm bir anda, bakışlarım pencereye kayıyor. Birkaç metre önümdeki upuzun
andızı görüyorum. Kışı beraber geçirdiğim, üzerine konan sığırcıkları,
kumruları, kargaları izlediğim dostumu. Neden bilmem, bu andız hep olması
gereken yerden zorla buralara getirilmiş bir ağaç gibi görünürdü bana. Ona
acırdım, buralarda zehirlendiğini, motor ve insan seslerinin ruhunu
yaraladığını düşünürdüm. Oysa belki de memnundu ağaç, alışmıştı şehre;
türdeşleriyle değil de apartmanlarla yarışıyordu. Doğrusu, epeydir sohbet
etmiyorum onunla, manzarama karşıdaki genç çift katıldığından beri süksesini
kaybetti. Gönlünü alsam iyi olacak: Hayır, andızım, seni unuttum sanma; belki
de yalnız ben anlıyorum seni, bu sıkıcı ve pis sokağında kentin.
Böyle düşünsem de karşı
apartmandaki balkonlardan birinde bir hareketlilik çarpıyor gözüme. Yine o genç
ve mutlu çift. Sanırım akşam yemeğini de balkonda yiyecekler. Daha bu sabah
kahvaltı yaptılar. Kız önce bir güzel yıkadı balkonu, sonra beraberce
hazırladıkları sofraya kuruldular. Bir mutluluk tiyatrosu izler gibi izledim
onları. Ama oyun oynamıyorlardı; doğrusu, izlediğim şeyin bir oyun olmasını
isterdim; oyun, der geçerdim. Mutluluğu oyunlarda görmeye alışık biri için
dayanılamaz bir manzaraydı çünkü.
Kahvaltının sonuna doğru bir
karga gelip balkonun onlara uzak köşesine kondu. İlk kez görüyordum, ama hiç de
ilk gelişi gibi değildi bu. Karganın ürkek tavırlarına rağmen bu genç çiftle
bir tanışıklığı olmalıydı. Uzakta, balkonun ucunda duruyor, benim payım nerede
diyen bakışlarla bekliyordu. Kız bir peynir parçasını götürüp iki üç karış
önüne koydu kuşun. Kuş daha kız yerine oturmadan peynire yaklaştı, yemeye
başladı. Pekâlâ, alıp götürebilirdi de. Yapmadı. Demek onlarla birlikte
kahvaltı etmek istiyordu. Üstelik orada olduğu sürece diğer kuşlar yanına
gelemeyeceği için bütün parçayı tek başına kendisi yiyecekti. Kargalar da ne
ilginç hayvanlar, dedim içimden. Keşke benim de böyle bir karga arkadaşım olsaydı.
Her sabah onunla kahvaltı ederdim, hiç üşenmez ona da kahvaltı hazırlardım,
kendim ne yiyorsam ona da verirdim. Ama yoktu ve olamazdı da; sevimsizdim,
sevgisizdim, merhametsizdim ben. Kuşlar da biliyordu elbet kimin mutlu ve sevgi
dolu olduğunu, kimin sevgisiz ve mutsuz olduğunu. Sevgisizlikten katılaşmış,
kendi kendini yiyip bitiren bir ızdıraba dönüşmüştüm. Kuşların gözünden de
kaçmıyordu bu.
İşte şimdi de akşam yemeği için
hazırlık yapıyorlar. Kız yine balkonu yıkıyor, tiril tiril siyah bir şalvar
giymiş, üzerinde mor bir askılı, boğazında alacalı bir fular… Tülsü şalvara da
fulara da şaşırıyorum. Hadi şalvar neyse de o fular neyin nesi?.. Sanki duştan
yeni çıkmış da boynunun nemini alsın diye takmış... Adamın altında toprak rengi
bir kısa pantolon, üstünde ceviz yeşili polo tişört… Hafif, tatlı bir telaş…
Gidip gelen eller, masaya konan tabak, kaşık, çatal… Az sonra baş başa verip
yemeklerini yiyecekler, dünyaya iki kişi karşı koyuyor oldukları için
şükredecekler. Kalkıp ben de bir şeyler hazırlamaya başlıyorum. Dünden kalan
pilavımın yanına iki dilim biftek ekleyip savacağım öğünümü. Hâlâ gelmeyen
iştahını beklersen, daha çok beklersin oğlum, diyorum kendime, cefakâr
ayaklarımı mutfağa sürürken. Aceleyle pişiriyorum etleri. Kafam balkonda hep; yemeğe
başlamadan görmeliyim onları. Hemen hazırlıyorum kendiminkileri. Masaya
atıyorum.
Onlar da yemek masasındalar.
Sohbet ederek, yavaş yavaş yemeklerini yiyorlar. Dünya kendilerinden ibaret
kalsa bile, bundan bir ürküntü duyacaklarmış gibi gelmiyor bana. Bakışıyorlar.
Onlar bakıştıkça yemek daha bir güzelleşiyor. Genç koca iştahla yiyor, belki de
pilavın biraz lapa olmasını fark etmemiş gibi. Genç kadın, salatayı yapan
kocasına, daha küçük doğrasa daha güzel olacağını hatırlatma gereği bile
duymuyor. Ellerin hareketi azalıyor sonra, doyuyorlar. Bitiyor yemek faslı.
Hemen kalkmıyor, bir süre konuşuyorlar. Belki gelecek güzel günlerin planlarını
yapıyorlar. Ev alacaklar, iki çocukları olacak. Bir de yazlık alacaklar tabii.
Her şeyin daha güzel olmaması için hiçbir sebep yok. Evli ve mutsuz
tanıdıklarım geliyor aklıma. O kadar da çoklar ki… Oysa işte görüyorum, sanki
hiç de zor görünmüyor mutlu bir çift olmak.
Yemek güzel olmuş diyor genç
adam, eşinin iki yanağına minik birer öpücük konduruyor. Birer tabak alıp
mutfağa taşıyor. Kız da elleri dolu peşinden gidiyor genç adamın. Nasıl da iyi
anlaşıyorlar. Basit işlerde bile işbirliği ne de güzel şeymiş, bütün tabak
çanak taşındı bir anda. Acaba işleri ne, neler yapıyorlar?.. Ya isimleri?
Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum ama hayalimdeki birlikteliğe uzak bulmuyorum
onları.
Dalıp gidiyorum sonra. El ayak çekiliyor, kentin uğultusu azalıyor. Binlerce bina onlarca gözle ya birbirine ya alaca karanlığa boş boş bakıp duruyor, ağaçlar koyulaşıyor… Masamdaki kararında pişiremediğim soğumuş bifteğime bakıyorum, soğudukça daha bir keçeleşmiş bifteğime. Soframı ağır ağır topluyorum; tabakları yavaş ve ruhsuz, bir robot gibi mutfağa taşıyorum. Lanetli ruhumla baş başa kalıyorum. Hava iyice kararıyor. Hava değil içim kararıyor.
(2020)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder