04.09.2016
(Tanpınar, Ahmet Hamdi; Beş Şehir, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001)
Bugün (04.09.2016) bitti kitap, ne zaman okumaya başladığımı hatırlamıyorum bile. (Yalnız kitabı 23.10.2001'de almışım, onu söyleyeyim. Bir de, bu yayının baskı kalitesinin pek iyi olmadığını ekleyeyim; Dergâh baskısı daha iyidir. Ayrıca; elimde MEB'nın 1000 Temel Eser serisinin 5. kitabı olarak 1969'da yapılan baskı da var. Bu baskı MEB'nın yukarıda künyesini verdiğim 2001 baskılı kitabıyla içerik olarak aynı, bir eksiklik fazlalık yok yani.) Uzun bir aradan sonra kalan 70 sayfa kadarlık kısmı da okuyup tamamladım. Demek ki sıkılmışım bir süre sonra ya da bir şeyler araya girmiş... Kalan sayfaları -İstanbul kısmından- okurken zevk aldım oysa. Böyle kitapları baştan sona değil de ara ara, tadına vara vara okumak daha uygun olabilir belki, bilemiyorum.
Aklıma gelmişken; Nurullah Ataç, Beş Şehir'i sıkıcı bulur. Bu senenin başında, Söyleşiler adlı eserinde okumuştum bu düşüncesini. Not falan almadığım için aşağıda yapacağım alıntıyı epey aradıktan sonra buldum kitapta, neredeyse pes ediyordum. Hele bir kitabın dizini yoksa önemli görülen yerlerin, işe yarayabileceği düşünülen cümlelerin muhakkak not alınması gerektiğini bir kez daha anlamış oldum. Aman bu konuya dikkat!
Şöyle diyor Ataç: "Sıkıldım mı, bırakırım betiği elimden: "Sen gerçekten güzel olan nenleri anlamıyorsun. Yeryüzünün önemli yazın yeniliklerini bilmiyorsun" demelerine aldırmam. Kırk yıllık arkadaşım Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'ini bile, başında bir sıkıldım, bir daha açmamak üzere kapatıverdim. Neme gerek benim? öyle sıkan güzellikler uzak olsun benden. [Ataç, Nurullah; Söyleşiler, YKY, 1. Baskı, Eylül 2000. Ulus'un 1.3.1948 tarihli sayısında çıkan Sözden Söze başlıklı deneme, s. 198]" Ataç'ın başka yazılarından da Tanpınar'a sataştığını biliyorum. Burada da hafif alaylı laflar etmiş. Şunu da söyleyeyim, yazının ilk yayımlandığı tarihe bakınca, Ataç'ın burada bahsettiği Beş Şehir'in, ilk baskı olduğu anlaşılıyor. (Belki de Tanpınar'ın imzalayıp hediye ettiği nüshadır bu. Çünkü eski kitapçılardan birinde 5.000 TL'ye alıcısını bekleyen böyle bir kitap var. Fotoğrafları, bugün www.nadirkitap.com'dan aldım. Eski yazıyı okuyabilen var mı? :) ) Tanpınar'ın, Beş Şehir'in sonraki baskısında değişiklikler yaptığı da biliniyor.Tanpınar, ölümü üzerine kaleme aldığı bir yazıda, "[E]n hâlis Türkçe kelimeleri dilden atmağa kalkması bir türlü anlayamadığım şeydir. O, milletimizin dilini en iyi konu- [s. 440] şan adamdı; bir klan diliyle konuşmağa kalkıştı. [s. 441]" ("Nurullah Ataç İçin" Cumhuriyet, nr. 11802, 4 Haziran 1957, Edebiyat Üzerine Makaleler, 2000) dediği arkadaşını, birkaç satırla Beş Şehir'de de anar: "[H]âtıralarımdan biri de millî cepheye ihanet eden hocalar aleyhindeki talebe hareketinde, bilmem nasılsa Yahya Kemal'in aleyhinde bulunan dev gibi bir tıbbıyeli ile Nurullah Ataç'ın yaptığı kavgadır. Nurullah üzerine yürüyen düşmanına kekeliye kekeliye: "Bana istediğini yaparsın ama, gençliğin bu kadar sevdiği bir adam hakkında karşımda lâf söyleyemezsin!" diye âdeta tepiniyordu. [s. 213]"
Şimdi, çok önemliymiş gibi, acaba diyorum, Tanpınar bu sözleri Beş Şehir'in ilk baskısında da söylüyor muydu, yoksa sonraki baskı için yaptığı değişikliklerden biri miydi bu cümleler? Yine aklıma gelmişken bir şey daha söyleyeyim: Wikipedia'da "Beş Şehir'in ikinci baskısı ise 14 yıl sonra 1957 yılında yayımlanır."* deniyor. İlk baskısı 1946'da yapıldığına göre -ki Wikipedia da ilk baskı için bu tarihi veriyor- 14 yıl sonraki baskı nasıl 1957'de yapılıyor, 1960 olması lazım değil mi? Nette biraz daha gezinince, Beş Şehir'i notlarla, fotoğraflarla yeniden yayımlayan Beşir Ayvazoğlu'nun verdiği bilgilerden ikinci baskının 1960 olduğunu öğreniyorum.** Wikipedia'daki bilgilere güvenilmeyeceği işin erbabınca hep söylenirdi, bir kez de biz hatırlatalım. Bu arada, Ayvazoğlu'nun birkaç ay evvel çıkan çalışmasını da çok merak ediyorum; hemen sipariş vermem gerekecek :) Söz ederiz ileride inşallah.
Ummadığım kadar uzadı yazı. Yoruldum. Sonlandırsak iyi olur. Ne diyelim son sözler olarak?
Aşağıdaki cümleleri okuyup da etkilenmeyenler, duygulanmayanlar, sadece Beş Şehir'i değil, ona benzer hiçbir eseri okumasınlar. Bu satırlarda bir şeyler bulabilecek olanlarsa muhtemelen çoktan okudular Beş Şehir'i, belki de kaç kez... Yok, "okumasınlar" falan hiç hoş olmadı, isteyen okur, istemeyen okumaz; katı sözler bunlar obe, deme öyle... Tamam, demiyorum öyle. Sizleri baş başa bırakıyorum şu enfes cümlelerle:
"Ne kadar çok hâtıra ve insan... Niçin Boğaz'dan ve İstanbul'dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsettim. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir; ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum. IV. Mehmed'in saltanat kayığının bir masal kuşu gibi altın ve mücevherden pırıl pırıl, lâcivert suları yırta yırta Kandilli'ye yanaştığını görmek yahut doğduğum yılların İstanbul'unda bir ramazan sergisinde -başımda fes, sırtımda pardesü, bir elimde kuka tesbih, öbüründe ucu altın saplı baston, ebediyete Ahmed Rıza Beyin [s. 256] tasvirlerinden yadigâr kalan çok düzgün kesilmiş bir sakalla- birbirine karışmış gül yağı, tarçın yağı, her türlü baharat kokusu içinde dolaşmak, beni ne dereceye kadar tatmin edebilir? Hattâ Kanunî'nin, Sokullu'nun İstanbul'unda bile on dakikadan fazla yaşayamam. Böyle bir şey için ne kadar kazanca göz yummak, benliğimden ne mühim parçaları kesip atmak lâzım. Süleymaniye'yi yeni yapılmış bir cami olarak görmek, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz Süleymaniye'yi tıpkı geceleyin Boğaz koylarında uzanan ışıkların suda [kurduğu] o altın saraylar gibi, zaman içinde bize kadar uzanan bütün bir saltanattan mahrum bırakmaktır. Biz onun güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak tadıyoruz. Yahya Kemal'siz, Mallarmé'siz, Debussy ve Prouste'suz bir Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hattâ onlara o kadar yakın olan Neşâtî ve Nedim'in, Hâfız Post ile Dede'nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız bir Sinan ve Bakî tahmin edebileceğimizden daha çok çıplaktır.
Hayır, aradığım şey ne onlar, ne de zamanlarıdır.
Boğaz'ın mazisi belki de aradıklarımızı yerlerinde bulamadığımız için bizi öbürlerinden daha fazla çekiyor. Onlar, bütün o Neşatâbâtlar, Humayunâbâtlar, Ferahâbâtlar, Kandilli sarayları, on yedinci asırdan beri iki sahil boyunca açık kalmış bir mücevher kutusu gibi parıldadığını tahayyül ettiğimiz ve bizim ancak batmakta olan bir güneşin son ışığına şahit olabildiğimiz yalılar, bugün ortada olsa idi- [s. 257] ler, belki kendimizi daha başka türlü zengin bulacaktık; fakat hiç bir zaman yokluklarının bizde uyandırdığı duyguyu tatmayacaktık; nesil ve zihniyet ayrılıkları yüzünden ancak bayramdan bayrama yüzlerini görmeye razı olduğumuz ihtiyar akrabalar gibi zaman zaman yanlarına uğramakla kalacaktık. Heyhat ki yaldızlı tavandan, gümüş eşyadan ve geçmiş zaman hâtırasından çok çabuk bıkılıyor. Hayır muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. Merkez Efendi hayatta iken olsa olsa onun bir dervişi olabilirdim. Yahut da onlardan yolum ayrılır, mücadele eder, veya sadece lâkayt kalırdım. Şimdi ise onu ve emsalini başka bir gözle görüyorum. Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünyayı arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum. Onu musikinin kadehinden istiyorum; kadeh boşalıyor, susuzluğum olduğu gibi kalıyor; çünkü sanat da aşk gibidir, kandırmaz, susatır. Ben seraptan seraba koşuyorum. Her başına koştuğum pınarda muammalı çehreler bana uzanıyor; bilmediğim, seslerini tanımadığım dudaklar benimle bitmez tükenmez işaretlerle konuşuyorlar, fakat hiçbirinin dediğini anlamıyorum; ruhum dudaklarından ayrılır ayrılmaz hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Belki onlar da bana kendi tecrübelerinden, her adımda karşılarına çıkan sert duvarlardan bahsediyorlar; "Biz de senin gibiydik, diyorlar; hiç bir suale cevap alamazsın. Asıl olan içindeki hasrettir; onu söndür- [s. 258] memeye çalış." Ve onun eski bir ocak gibi daima uyanık bulunması için kâh Ferahfeza Peşrevini veya Acemaşîran Yürük Semaisini, kâh Süleymaniye'nin beyaz fecir gemisini, kâh Karacaahmed'in serviliklerini karşıma çıkarıyorlar; Şerefâbâd'ın kırık mermer havuzlarına benzeyen bir yığın adı, bu hazır kalıpları içimdeki hasretle doldurayım diye bana uzatıyorlar.
En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet'ten daha keskin bir "olmak veya olmamak" dâvası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.
Çünkü bu dâussıla'nın kendisi başlıbaşına bir âlemdir. Onunla geçmiş hayatın en iyi izahını yapabiliriz; bu sessiz ney nağmesinde ölülerimiz en fazla bağlı olduğumuz yüzleriyle canlanırlar ve biraz da böyle olduğu için, onun ışığında daha içli, daha kendimiz olan bir bugünü yaşamamız kabildir.
Tabiat bir çerçeve, bir sahnedir. Bu hasret onu kendi aktörlerimizle ve havamızla doldurmamızı mümkün kılar. Fakat bu içki ne kadar lezzetli, tesirleri ne kadar derin olursa olsun Türk cemiyetinin yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu unutturamaz. Bizzat İstanbul'un kendisi de bu hayatın ve kendisine yeni kıymetler yaratacak yeni zamanın peşinde sabırsızlanıyor.
En iyisi, bırakalım hâtıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu [s. 259] cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders, hülâsa günümüze eklenen bir şey olur. Bizim yapacağımız yeni, müstahsil ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir. O bizi güzelle iyinin, şuurla hülyanın el ele vereceği çalışkan ve mesut bir dünyaya götürecektir. [s. 260]"***
** İlk başta, ikinci baskının 1957'de olduğunu düşünüp hemen atlamıştım: Ataç da 1957'de öldüğüne göre, acaba Tanpınar bu sözleri, Ataç öldükten sonra mı kitaba ekledi? Merak işte ya da çok kötü niyetliyim :) Oysa Tanpınar, yukarıda andığım, Ataç'ın ölümünden sonra yazdığı yazının -belki de Ataç'ı en iyi anlatan metinlerden biridir- son cümlesinde şöyle diyor sevgili dostu için: "Kavgasız günümüz olur muydu Nurullah? [s. 441]" :)
*** Alıntıyı yazarken bir kez daha Proust aklıma geldi. Daha geçenlerde okuduğum Yalnızız'ın bazı yerlerinde, mesela, Meral'in bilinç akışında verilen "Bu evden kopmak bana kendimden ayrılmak gibi geliyor. Çünkü ben bir anın içinde bütün varlığımla var değilim. En büyük parçalarım geçen zamanın içinde. Onları Paris'e götüremem. On üç seneden beri bu apartmandayım. Hatıralarımın çoğu bu eşyaya çengellenmiş, yapışmış, onlarla kaynaşmış âdeta. Şu kapının topuzunu kimbilir kaç bin defa tuttum ve çevirdim. Benim avucum onsuz kendi kendisi olamaz gibi geliyor bana. Günlük yemeklerimi bu sofradan başka nerede yersem... [s. 359]" cümlelerini okurken de gelmişti. Türk edebiyatında Proust etkisi incelenmeye değer. Bilmiyorum ne yazıldı çizildi şimdiye kadar... ("Kayıp Zamanın İzinde" Ahmet Hamdi Tanpınar adlı bir kitap var ama okumadım, belki faydalı olabilir.) Bir şey daha: Alıntının -aynı zamanda kitabın da- son iki paragrafı Beş Şehir/Tanpınar eleştirisinde önemli bir tutamak olarak kullanılabilir gibi geliyor bana. Realiteye -Tanpınar'ın da benimseyip kullandığı bir kelimedir- acı bir dönüş... Acaba?
Bir not daha ekleyeyim: Yazıyı yayımladıktan birkaç gün sonra, kitaplığımda bir Beş Şehir'e daha rastladım. Utanarak söylemeliyim ki bu nüshayı unutmuştum.
*** Alıntıyı yazarken bir kez daha Proust aklıma geldi. Daha geçenlerde okuduğum Yalnızız'ın bazı yerlerinde, mesela, Meral'in bilinç akışında verilen "Bu evden kopmak bana kendimden ayrılmak gibi geliyor. Çünkü ben bir anın içinde bütün varlığımla var değilim. En büyük parçalarım geçen zamanın içinde. Onları Paris'e götüremem. On üç seneden beri bu apartmandayım. Hatıralarımın çoğu bu eşyaya çengellenmiş, yapışmış, onlarla kaynaşmış âdeta. Şu kapının topuzunu kimbilir kaç bin defa tuttum ve çevirdim. Benim avucum onsuz kendi kendisi olamaz gibi geliyor bana. Günlük yemeklerimi bu sofradan başka nerede yersem... [s. 359]" cümlelerini okurken de gelmişti. Türk edebiyatında Proust etkisi incelenmeye değer. Bilmiyorum ne yazıldı çizildi şimdiye kadar... ("Kayıp Zamanın İzinde" Ahmet Hamdi Tanpınar adlı bir kitap var ama okumadım, belki faydalı olabilir.) Bir şey daha: Alıntının -aynı zamanda kitabın da- son iki paragrafı Beş Şehir/Tanpınar eleştirisinde önemli bir tutamak olarak kullanılabilir gibi geliyor bana. Realiteye -Tanpınar'ın da benimseyip kullandığı bir kelimedir- acı bir dönüş... Acaba?
Bir not daha ekleyeyim: Yazıyı yayımladıktan birkaç gün sonra, kitaplığımda bir Beş Şehir'e daha rastladım. Utanarak söylemeliyim ki bu nüshayı unutmuştum.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder