11 Aralık 2020 Cuma

TANPINAR'IN İZİNDE BEŞ ŞEHİR (ALBERTO MANGUEL)


(Manguel, Alberto; 
Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir, Çevirenler: Sevin Okyay, Kutlukhan Kutlu, Yapıkredi Yayınları, 1. baskı, İstanbul, Şubat 2016) 

Kitabın özgün adı "Five Cities in Turkey". Türkçe baskıda "Tanpınar'ın İzinde Beş Şehir" yapmışlar. Tanpınar'ı kullanmışlar sadece bence. Açıkçası Tanpınarlık bir durum yok kitapta, kurulmaya çalışılan bağlantılar da çok eğreti ve göstermelik. Manguel, tercümanlarının veya yardım aldığı kişilerin söylediklerini de fazla ciddiye almışa benziyor ya da onun kafasında da herhangi bir Batılının kafasında bulunan beylik yığıntıdan fazlası bulunmuyor. Kafamızdaki çöplükleri elden geçirmeden değil beş tanesini bir ülkenin bütün şehirlerini gezsek ne fark eder? 

Okurken aldığım birkaç notu da paylaşayım. 

Manguel 10. sayfada, Beş Şehir'in ikinci baskısını kastederek 1957 tarihini vermiş. Bu yanlışlık Wikipedia'daki Beş Şehir maddesinde hâlâ düzeltilmemiş. Önceki bir yazımda sözünü etmiştim.*

Özellikle Ankara bölümünde, kafede mafede duyduğu konuşmaları (Türkçe bilmediğine göre yanındaki tercümanların duyduklarını ya da uydurduklarını) bahane ederek Hükümet'e ve Cumhurbaşkanı'na giydirmeye çalışmış. Biraz da böyle basmakalıp eleştiriler yüzünden Ankara bölümü diğer bölümlere göre çok daha zayıf ve sönük... 

32. sayfada, Kapalıçarşı'daki bir saatçinin söylediği şöyle bir cümleye yer verilmiş: ""Benim işim," dedi, "insanların en kıymetli hazinelerinin kalbinin bir kez daha çarpmasını sağlamaya hizmet eder.""** Valla bravo! Saatçinin bu cümlesinin ilk hâlini merak ettim, hangi dille söylemiş olursa olsun. Türkçede konuşma dilinde böyle bir cümleyle pek karşılaşılmaz da... 

34. sayfada Gezi Olayları'yla ilgili olarak verilen bilgiler de abartılı. Anlaşılan Manguel'i Gezi konusunda manipüle etmişler.

Erzurum bölümünde, 51. sayfada, "Evler sobayla değil de mangalla ısınıyor." deniyor. Ne mangalı Manguel!

53. sayfada da yine Erzurum için, "İnsanlar geçerken yalnızca Türkçe değil, Arapça, Kürtçe, Ermenice de işitilir." diyor. Rusçayı falan da ekleseymişsin Manguel, az olmuş böyle.

58. sayfada "1920 sıralarındaki Balkan Savaşı" şeklindeki bilgi de hatalı. Millî Mücadele'den bir tablo olabilir bahsedilen resim. 

76. sayfada Konya Lisesi'ndeki öğretmenler ve öğrencilerin mükemmel İngilizce konuştuğunu söylüyor Manguel. İltifat etmiş.

84. sayfada Karadeniz'in bazı bölgelerinde hâlâ ölülerin ev içlerine gömüldüğü söyleniyor. Bunu da öğrenmiş olduk...

Bursa bölümünde, sayfa 101'de, Hükümet'e dinci bir çevrenin ağzından getirilen eleştiri de, sırf, Hükümet'ten sadece Geziciler meziciler memnuniyetsizlik duymuyor, bazı dinciler de yönetimden rahatsız, mesajı verebilmek için yapılmış gibi duruyor.

* Bkz. BEŞ ŞEHİR'DE "SANAT DA AŞK GİBİDİR, KANDIRMAZ SUSATIR"  
** Alıntılardaki çift tırnakları koruyorum.
08.10.2016


 

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI (İNCİ ENGİNÜN)***

Edebihayat’ta yazma kararı aldığımda her ay en az bir yazımı okuduğum kitaplardan birine ayırmayı düşünmüştüm. Olmadı. Bunun temel sebebi pek okuma yapamamış olmam. Diğer bir sebep de böyle bir çalışmanın faydalı olup olmayacağı konusundaki endişelerim. Nasıl bir tepkiyle karşılaşırım, ne kadar sürdürebilirim bilmiyorum ama geç de kalmış olsam bu işe başlayacağım. Okuduğum kitaplardan uygun olan biri hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.

Bu hafta Prof. Dr. İnci ENGİNÜN’ün Dergâh Yayınları’ndan çıkan Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı isimli eserini konuşmak istiyorum.

Enginün’ü Yeni Türk Edebiyatı alanında uzmanlaşmış, çalışkan bir akademisyen olarak tanıyorum. Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Mukayeseli Edebiyat, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat'tan Cumhuriyet'e (1839–1923)isimli eserlerin de sahibi. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın öğrencilerinden.

Enginün bu kitabında 1923’ten 2000 yılına kadarki dönemi ele almış. Eser dört ana bölümden oluşuyor: I. Şiir, II. Tiyatro, III. Hikâye ve Roman, IV. Deneme. Şiir bölümü 1923–1940 dönemi, 1940–1960 dönemi, 1960 sonrası olarak üç kısımda incelenmiş. Tiyatro bölümünde oyunlar ve oyun yazarları üzerinde kitabın hacmine oranla genişçe durulmuş. Hikâye ve Roman bölümü ise 1923–1945 dönemi, 1946–1980 dönemi olarak iki kısımda ele alınmış. Son bölüm olan Deneme’ye ise diğer bölümlere göre daha az yer ayrılmış. Kitabın sonuna özenli bir kaynakça ve dizin de eklenmiş.

Eser “Türkçenin Cumhuriyet dönemindeki serüvenine bir kuşbakışından ibaret” olduğu için bütün şahısları zikretmek veya bütün eserler hakkında kesin hükümler vermek amacıyla yazılmamış. Bununla birlikte konu edilen bazı kitaplardan alıntılar yapılarak -özellikle tiyatro bölümünde- eserler hakkında değerlendirmeler de yapılmış. Türler, türün temsilcileri ve eserleri mümkün olduğunca karşılaştırmalı bir yol takip edilerek ele alınmaya çalışılmış. Yapılan pek çok atıfla farklı kaynaklara müracaat edildiği de gözden kaçmıyor.

Eserin dili kolayca okunmasını mümkün kılacak nitelikte. Enginün özellikle değerlendirmelerini yaptığı birçok yerde konuşur gibi bir üslup kullanmış. Fakat pek çok yazar veya şairin edebiyatın birkaç türünde eserler vermiş olması, tasnifte yer alan dönemlerin her ikisinde de bulunması kişilerle ilgili olarak verilen bazı bilgilerde tekrara düşülmesine yol açmış.

Eserde, Enginün’ün beğendiği veya müstakil eser verdiği Halide Edip Adıvar ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bazı yazarlara daha geniş yer ayırdığı, bazılarını birkaç cümleyle geçtiği de görülüyor. Benzer bir durum oyunlar ve oyun yazarları üzerinde genişçe durulurken deneme ve denemecilerle ilgili olarak farklı bir tutum içerisine girilmesiyle göze çarpıyor.** Gerçi bunda denemenin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğinin bilinmemesinden kaynaklanan bir zorluğun etkisi olabilir.

İnci Enginün’ün Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı isimli eseri hakkında sade bir okur olarak ilk etapta söyleyebileceklerim bunlar. Dört yüz altmış sayfalık kitabın tamamını olmasa da özellikle ilgilendiğimiz türle ilgili bölümü okumamız yararlı olabilir.

* Yıllar önce bir sitede çıkmıştı bu yazı. Hiç de fena değilmiş valla; kısaca, kasmadan tanıtıyor CDTE adlı eseri. Değişiklik yapmadan yayımladım.
** Bu cümleyi düzeltsem olurmuş :)

GENÇLİK VE EDEBİYAT HATIRALARI (YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU)

(Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; 
Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2015)

Anı türü de hoşuma gidiyor. Denk geldikçe okuyoruz bakalım. Mehmet Rauf'un, Hüseyin Cahit'in, Yahya Kemal'in anılarını falan okudum az çok. Geçen sipariş verirken Yakup Kadri'nin anılarını da ekleyiverdim sepete.

Karaosmanoğlu, ÖNSÖZ'de arkasında bıraktığı uzak geçmişi hayalinde tekrar yaşarken zevk duymadığını, aksine, birtakım yürek sıkıntılarına kapıldığını yazıyor. İnsan, anılarını yürek sıkıntılarına kapılmak için yazmaz herhalde. Bence, muhakkak, zevk-i tahatturu da az veya çok yaşamıştır Yakup Kadri, mahsus öyle diyor; ama bahsettiği arkadaşlarının hepsinin öldüğünü düşündüm de ona hak vermeden edemedim. Tanıdığımız insanların birer birer bu dünyayı bırakıp gitmeleri, insana sıranın kendisine geldiğini korkuyla sezdiriyor. Hele ölenlerin bazılarının yaşça bizden küçük olduğunu düşünürsek, belki bir an kendimizi şanslı sayarız, fakat bu his genellikle bir sevince değil utanca yol açar. Neyse, esere dönelim...

Kitapta edebiyat tarihimizin hemen hepsi oldukça meşhur on bir yazarı anlatılıyor. Her bir sanatkara bir bölüm ayrılmış. Bölümlere de bu yazarlarımızın adları verilmiş. Sadece Şahabettin Süleyman'a ayrılan bölümün başlığı biraz farklı, Şahabettin Süleyman ve Fecr-i Âti şeklinde. Şöyle sıralanmış meşhur edebiyatçılarımız:

Mehmet Rauf
Şahabettin Süleyman ve Fecr-i Âti
Refik Halit
Ahmet Haşim
Yahya Kemal
Cenap Şahabettin
Süleyman Nazif
Abdülhak Hâmid
Tevfik Fikret
Abdülhak Şinasi Hisar
Halide Edip Adıvar

Bu yazıyı bir dizi şeklinde düşünüyorum. Her yazıda Yakup Kadri'nin kişilerinden birini anlamaya çalışacağım. Son olarak da kitapla ilgili genel bir değerlendirme yapacağım. Yazıları birleştirip toplu hâlde de yayımlarız artık.

YAKUP KADRİ'NİN MEHMET RAUF'U

Yakup Kadri, kişileri yazarken herhangi bir sıra takip etmediğini, iddialı bir çalışma ortaya koymadığını söylüyor. Bu nedenle ilk sırada Mehmet Rauf'a (1875-1931)¹ yer vermesinin sebebini sormaya gerek yok. Fakat dikkat edilirse Yakup Kadri'nin bölümler / kişiler arasında irtibat kurmaya çalıştığı gözden kaçmaz. Yakup Kadri'nin bu kaygısı hem bazı tekrarlara düşmesini engelliyor hem de anlattığı kişilerin sadece kendisiyle değil çok defa birbirleriyle de tanışıklığı veya arkadaşlığı olduğunu gösteriyor. Bu sebepledir ki Karaosmanoğlu, kitapta ister istemez bu kişilere bakışının yanında onların birbirine bakışına da yer veriyor.

Yakup Kadri, etkilendiği bir eser olan Eylül'ün yazarını merak ettiğini ve nihayet karşılaşınca da hayal kırıklığına uğradığını anlatıyor. Karaosmanoğlu, hayalindeki Mehmet Rauf'la gördüğü Mehmet Rauf arasında bir benzerlik bulamamış; ne boy bos varmış Eylülyazarında ne de bir zekâ pırıltısı.

Yakup Kadri, Mehmet Rauf'un Eylül'den sonra yıldızının sönmesinde onun özel hayatındaki derbederlik ve avareliğin etkili olabileceğini de söylüyor. Gerçekten de Mehmet Rauf hercai ve derbeder biriymiş, hayatta pek dikiş tutturamamış. Belki de bu sebeple zamanla eski arkadaşları tarafından unutulup gitmiş. Karaosmanoğlu, kitabında ilk sırada Mehmet Rauf'a yer vermiş olsa da sanırım yakın arkadaş olmadıkları için en az sayfayı ona ayırmış.
      
YAKUP KADRİ'NİN ŞAHABETTİN SÜLEYMAN'I

Herhalde Karaosmanoğlu'nun bahsettiği kişilerin günümüzde en az tanınanı Şahabettin Süleyman'dır (1885-1921). Eveet, peki nasıl biridir Yakup Kadri'nin Şahabettin Süleyman'ı? "Ben, paradan başka mabut tanımam, yalnız ona taparım ve onun yolunda, onu elde etmek için her hareketi mübah telakki ederim [s. 24]" diyen, "Nerede yatıp kalktığı, ne yiyip içtiği belli [olmayan] [s. 24]" biridir Şahabettin. Bir ara bu bohem hayatı bırakıp siyasetle ilgilense de mizacına uymayan politika işlerinden de umduğunu bulamamış ve kendisini tamamıyla edebiyata vermiştir. Fecr-i Âti'nin kuruluşuna önayak olmuş, müstehcen bulunan bir iki eser yayımlamış, diğer yazarlarla polemiklere girişmiştir. Evlenip yaşamını bir düzene soktuktan sonra karısıyla tatil için gittikleri İsviçre'de İspanyol gribine² yakalanıp ölmüş ve İslami usullere riayet edil(e)meden orada defnedilmiştir. Bu da Yakup Kadri'ye dert olmuş, diyor ki: ""Zavallı Şahap" diyordum, "şu halde, hayata, bütün göreneklere aykırı olarak nasıl bir derbederlikle girdinse, ahrete de öyle geçmiş bulunuyorsun." Ve kendi kendime bunu söylediğim sırada bir yandan gülecek gibi oluyor, öbür yandan sıcak gözyaşları döküyordum. [s. 46]" Yakup Kadri'ye içimden "Bence sadece gülüyordun, kinik seni!" demek geçti. Ama iyi ki demedim, duyar muyar neme lazım.

YAKUP KADRİ'NİN REFİK HALİT'İ

Refik Halit (1888-1965) deyince aklıma gururlu, cin gibi bir adam geliyor. Bakalım Karaosmanoğlu'nun Refik Halit'i nasıl?

Taşralı Karaosmanoğlu, İstanbullu Refik Halit'le Fecr-i Âti'nin kuruluş toplantısında tanışıyor. Karaosmanoğlu daha bu ilk görüşmelerinde ondaki "humour" yeteneğini seziyor, sonraki bir sayfada da onun yazar dehasının asıl bu mizah tarzında tecelli ettiğini söylüyor. (s. 54) Yakup Kadri, Refik Halit'in yazarlık yönüyle ilgili bazı düşüncelerini daha dile getirdikten sonra, onun o yıllardaki siyasi duruşunu sorguluyor; neden Hürriyet ve İtilâf saflarında yer alıp İttihat ve Terakki'ye karşı çıktığına dair görüşlerini belirtiyor.

Yakup Kadri, Refik Halit'in Sinop'a sürgüne gönderilmesine duyduğu üzüntüyü ise şöyle dile getiriyor: "Yaşamayı bir zevk, bir eğlence haline sokmuş, her şeyi alaya almış o hafif ruhlu arkadaşımı bekleyen akıbet en son bu mu olacaktı?" Fakat, Yakup Kadri'nin kaygıları boşa çıkmıştır; Refik Halit'in pırıl pırıl zekâsına da neşesine de bir şey olmamış, "Kirpi", "Aydede"ye dönüşerek yeni yazı dizileri yayımlamıştır.

Yakup Kadri, Mütareke yıllarını anlattığı sayfalarda, Refik Halit'in "Posta-Telgraf Nazır veya Umum Müdürü" olmasını yadırgadığını yazıyor. Fakat Refik Halit'in düşmanla işbirliği etmek bir yana işgal ordusu subaylarının bulunduğu toplantılara bile katılmadığını da ekliyor. Buna rağmen, Refik Halit yirmi yıl (?) yurt dışında sürgünde yaşamak zorunda bırakılacaktır. Yakup Kadri, sonraki sayfalarda, "insanların en büyüğü Atatürk'ün şefaati olmasaydı, o gurbet ellerinde ölüp gidecekti" (s. 70) dediği yazarın, affedilip yurda dönmesini anlatıyor. Yakup Kadri, Refik Halit'in ölümü üzerine "bir meslektaşı[n]ı, bir arkadaşı[n]ı değil, bir öz kardeşi[n]i kaybetmiş gibi ol[duğunu]" söyleyerek bitiriyor ona ayırdığı bölümü.

YAKUP KADRİ'NİN AHMET HAŞİM'İ

Yakup Kadri'nin yakından tanıdığı, sevdiği yazarlarımızdan biri de Ahmet Haşim, orta öğretimden,

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

mısralarıyla tanıdığım şair. Sembolistliği de bilinir -çok önemliymiş gibi. Bir de çirkinliği konuşulur, değil mi? Lafı uzatmayalım, Yakup Kadri'nin gözüyle daha yakından tanıyalım Ahmet Haşim'i?

Yakup Kadri, yazısına doğrudan Ahmet Haşim'in psikolojisiyle başlamış. Kimseyi beğenmediği gibi kendisini de beğenmezmiş Ahmet Haşim; kafasını, yüzünü, giyinişini... "Minnet altına girmek ise Ahmet Haşim'in onurlu ve âsi kalbinin dayanamayacağı en ağır azaplardan biriy[miş]. [s. 80]"

Yazar, Ahmet Haşim'le, bu mavi gözlü kumral gençle  nasıl tanıştığını anlattıktan sonra yine onun yaratılışına, geçimsizliğine getiriyor lafı:

"Ahmet Haşim, yalnız arkadaşlarıyla, dostlarıyla münasebetlerinde mi böyle idi? Heyhat, onun gönül bağlılıkları da hep bu ittirâtsızlık [düzensizlik] içinde düğümlenip çözülür, çözülüp düğümlenirdi. Kaç defa, sevdiği bir kızla hemen evlenmek üzere iken irkilerek geri basmış, hem de birkaç gün önce yanıp tutuştuğu o kızı Terk etti mi Leylâsını Mecnun mısraındaki hüznün bir zerresini duymaksızın kalbinden söküp atmıştır. [s. 82]"
Yakup Kadri, Ahmet Haşim'in anlaşılmamaktan yakındığını belirttikten sonra da şunları ekliyor:

"Fakat, Ahmet Haşim'in derdi yalnız anlaşılmamış bir şair olmaktan ibaret değildi. O kendini cemiyet kadar tabiatın da gadrına [haksızlığına] uğramış sanıyordu. Kafasını biçimsiz, yüzünü çirkin ve bünyesini vaktinden evvel ihtiyarlamış buluyordu. Bu hali ile onu hangi kadın beğenebilirdi? Kimin sempatisini kazanmak ihtimali vardı? İşte, bu kuruntu, bu kuşkudur ki, Haşim'i insandan kaçar, yarı vahşi bir kimse durumuna sokmuştu. [s. 87]"
Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim'i anlattığı sayfalardan birkaçını da ortak arkadaşlarının ona yaptıkları bir şakaya ayırır. Ahmet Haşim, bir süre öğretmenlik yaptığı İzmir'de, akşam yemeklerini yedikleri bir lokantadaki İtalyan kızına gönlünü kaptırır. Bunu fark eden arkadaşları da bir oyun tertipler. Ayarladıkları bir genç bu kızın aşığı gibi rol yapar, onu kaçıracakmış gibi telaşlı hâllere girer. Gencin telaşlı hâlini fark eden Haşim'in "Kuzum, ne oluyor bu adama?" sorusuna da "Bu gece seninkini çiftliğe kaçıracak. Biz öyle işittik." derler. Haşim, kızın ailesine veya polise haber vermeye kalkınca da bu sefer tertipçiler telaşa düşüp gerçeği itiraf etmek zorunda kalırlar. Fakat, bütün neşelerinin kaynağı aziz şairi de elden kaçırmışlardır. (s. 91-92)

Ahmet Haşim bu olaydan sonra Yakup Kadri'ye de darılır, onun da işin içinde olduğunu düşünür; hâlbuki Yakup Kadri'nin hiçbir şeyden haberi yoktur. Ancak bir süre sonra Haşim'in kızgınlığı geçecek ve hiçbir şey olmamış gibi Yakup Kadri'yle konuşup görüşmeye devam edecektir.

Yakup Kadri, sonraki sayfalarda Haşim'den bazı mısralar da alıntılayarak onun poetikasına dair düşüncelerini dile getirip başka bir anıya geçer:

Haşim, Çanakkale'de yedek subaydır. Çanakkale'den dönünce, Yakup Kadri ve arkadaşları Haşim'den cephede olup bitenleri anlatmasını isterler. Haşim bir iki önemsiz olay anlatır. Devamını yazardan dinleyelim:

"Bunun üzerine, derin bir hayal kırıklığına düşerek Haşim'e sormuştuk:
"Canım, Çanakkale'de gördüklerin yalnız bunlardan mı ibaret?"
"Yok," demişti "bir de düşman bombardımanlarının havada bir patiska çarşafın yırtılışını andıran sesleri vardı." Ve gözlerinin ucuyla gülümseyerek ilave etmişti. "Benden bir [s. 99] kahramanlık neşidesi mi bekliyordunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale'ye davet edilen şairlerden dinlersiniz. Şimdi, burada sizinle konuşan sadece ihtiyat zabiti Haşim Efendi'dir."
Ahmet Haşim'in bu son sözlerinde acı bir sitem hissetmemek mümkün değildi. Öyle ya, hükümet, harbin devamı müddetince top seslerini ancak uzaktan uzağa işitmiş birtakım şair ve yazarları zafer destanları yazsınlar diye Çanakkale'ye gönderirken, aynı vazifeyi, bu zaferin ne pahasına kazanıldığını tâ içinden görmüş ve ateş hatlarının nice tehlikeli saatlerini bizzat yaşamış olan Ahmet Haşim adında bir şaire de vermek kimsenin hatırından geçmemişti. Belki, geçmiş­ti de, onun Bağdatlı, yani Arap oluşu yü­zünden, çoğunu Türkçü ve milliyetçilerin teşkil ettiği o heyete katılması münasip görülmemişti. Nitekim, Süleyman Nazif de Namık Kemal tarzında vatansever bir büyük yazar olduğu halde, Türkçü ve milliyetçi vasıflarını taşımadığı için Çanakkale'yi ziyarete davet edilmemişti ve bundan dolayı gerek hükümet erkânına, gerek Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya karşı ateş püskürüyordu. Ahmet Haşim ise duyduğu öfkeyi, alaycı tavırlar takınmakla örtmeye çalışıyordu. Ama, içini nasıl bir kurdun yediğini ben biliyordum.
Mütarekede hemen hemen bir lokma etmeğe muhtaç halde sivil hayata döndüğü vakit baş vurduğu bütün kapıların yüzüne kapandığını görünce ve şuradan buradan "Senin Türkiye'de işin ne? Bağ­dat'a gitsene!" gibi lâflar kulağına gelmeye başlayınca, Haşim, yüreğini kemiren bu kurdu şu sözüyle dışarıya atacaktı. "Öyle ya;" diyecekti, "harp olur, Ahmet Haşim vatan müdafaasına çağrılır; sulh olur, vatandan kovulmak İstenir." Fakat, buna rağmen o büyük Türk şairi, her cevre katlanarak, kültürüyle, kalbiyle bağlı olduğu bu vatandan ayrılmayacak ve -bunu belki kimse bilmiyordur- Irak hükümeti tarafından kendisine vaadedilen bü- [s. 100] tün refah imkânlarını iterek bir küçük iaşe memurluğunun daracık geçim şartları içinde İstanbul'da yaşamayı gönlünün meyillerine daha uygun bulacaktı.
Oysa, Osmanlı Devleti'nin son şeyhülislâmlarından biri olan akrabası Âlûsizâde ve şimdi adını unuttuğum öz kardeşi, ilk fırsatta hemen Bağdat'a gitmişler ve yüksek makamlara geçmişlerdi. Ahmet Ha­şim, bununla beraber, onların haline imrenmek şöyle dursun, hattâ isimlerini bile ağzına almak istemezdi. Kadıköy'ün kenar mahallelerinin birinde oturduğu küçük ve harap bir evin Kuşdili Çayırı'na bakan penceresinden, akşamları, renk renk yeldirmeler giyinmiş, beyaz başörtülü İstanbul hanımlarının kırıta kırıta gezinişlerini seyretmek, geceleri ise, Kurbağalıdere'den akseden kurbağa seslerinde ruhunu okşayan ve bizim anlamamıza imkân olmayan bir melodiyi dinleyerek hayallere dalmak onun için, sanki, yeter artar bir mutluluktu. [s. 101]"
Yakup Kadri, "muhayyelesi bir motor hızıyla işleyen ve kalbi türlü türlü duygularla durmadan kaynayan" (s. 105) arkadaşını anlatmaya devam ediyor. Sırada, Haşim'in sonuçsuz evlilik girişimlerinden biri var:

"[...] Haşim'in baş­ka bir nişan bozma hikâyesini hatırlıyordum. Bunu, birkaç defa, kendi ağ­zından dinlemiştim: O sefer, bahis konusu olan Boğaziçi'li bir kızdır ve onunla bu kız arasındaki münasebetler o kadar ailevi bir şekil almıştır ki, bazı ak­şamlar yalılarına davet edilmekte ve hattâ gece yatısına alıkonulmaktadır. Kızın anası da kendisine elinden gelen ikramı etmekte ve midesine düşkün olduğunu bildiği için ona kendi eliyle yemekler hazırlamaktadır. İşte, bu akşamların birinde Ahmet Haşim kaynanası olacak hanımın pişirdiği uskumru dolmasını pek beğendiğini söyler. Ertesi sabah vapura binip şehre dönerken elini pardesüsünün cebine sokunca bir de ne görsün! Kâğıda sarılı üç uskumru dolması! Haşim'in o zamanki durumunda her hangi bir kimseyi bir samimilik ve sevgi eseri olarak memnun etmesi, hattâ rikkate getirmesi lazım gelen ve adeta bir ana şefkati sıcaklığı taşıyan o paketçiği bizim Piyale şairi tiksinerek denize atar. Ondan sonra da artık Boğaziçi'ndeki nişanlısını diğer bütün ni­şanlılar[ı] gibi defterden siler. [s. 107]"
Yakup Kadri, bu eksantrik şaire ayırdığı bölümü onun hastalığını ve ölümünü de anlatarak sonlandırır. Haşim'in ölümünden duyduğu derin üzüntüyü ise şöyle dile getiriyor: "İstanbul'a, hele Kadı­köy'e her uğrayışımda gözleri[m] daima Haşim'i arar. Nereye baksam, kimi görsem onun eksikliğini hissederim. Birlikte seyrettiğimiz tabiat, birlikte dile getirdiğimiz manzaralar onsuz artık bana bir şey söylemez ve ne işim var diyeceğim gelir: "bu sönen gölgelenen dünyada." [s. 111]"

YAKUP KADRİ'NİN YAHYA KEMAL'İ

Yakup Kadri, Yahya Kemal'i anlatmaya onunla nasıl tanıştıklarını hikâye ederek başlıyor. Sanırım kendi fiziğini -Ahmet Haşim kadar olmasa da- sorun ettiğinden, anlattığı yazar arkadaşlarının fiziğine, görünüşüne özel bir dikkat sarf ediyor, belki kafasında kendisiyle onları mukayese ediyor. Bakın Yahya Kemal'i nasıl betimliyor: "Tombul vücudu, güzel ama çizgileri kalın başı ve tutuk, donuk haliyle, Paris'ten, Quartier Latin'den değil, Osmanlı ülkesinin uzak vilayetlerinin birinden gelmiş herhangi bir taşralı genci andırıyordu. Dilinde hafif bir Rumeli şivesi vardı. [s. 114]"

Evet, Yakup Kadri ilk karşılaşmalarında bu tombul gençte pek bir şey bulamamıştır, daha sonra, ona yakıştırılan edebiyat üstatlığını kabul etse de Yahya Kemal'i pek ciddiye almaz görünür.

Yakup Kadri, "şahane bir tembel" dediği Yahya Kemal'i alınganlık huyu bakımından da Ahmet Haşim'e benzetir. Bir benzerini Piyale şairi için söylediği şu cümleyi sarf eder: "[İ]zzetinefsine [...] dokunuldu mu Yahya Kemal için ne sempati, ne sevgi, ne dostluk, ne arkadaşlık kalırdı. [s. 131]" Nitekim, aralarının bozulduğu bir zaman, Yahya Kemal, bir mektupla Yakup Kadri'yi düelloya davet etmiştir. Tabii, düello müello olacak değil ya, barışmışlar sonra.

Yakup Kadri, birkaç sayfayı da Yahya Kemal'i alıp Bektaşi Tekkesi'ne götürüşüne ve devamında şairin sonuçsuz kalan aşk macerasına ayırır, bu gönül işinde Yahya Kemal'i suçlu bulur. Yakup Kadri, evlilik konusundaki çekingenlik ve telaşının sebebini sorunca, şairden şu cevabı alır: "Bu kadar dile gelmiş bir kadınla³ ben nasıl evlenebilirim? Sonra herkes bana ne der? Ne gözle bakar? [s. 141]"

Yakup Kadri, Yahya Kemal'in bu cevabı üzerine şu yorumu yapıyor:

"Oysa, ben, Yahya Kemal'in evlenme bahsindeki irkilmelerini bağımsız ve başıboş yaşamaya alışmış, kendi kullandığı deyimle, "kalender" ve "bohem" bir şairin birtakım sosyal kayıtlar altına girmekten sakınışına vermekte idim. Meğer, ne kadar yanılmışım. Yahya Kemal, bu sözleri, daha doğrusu bu itirafıyla, karşıma kalender ve bohem şairin büsbütün zıddı bir hüviyetle çıkmış oluyordu. O, benim gözüme artık kendi gönlünün eğilimlerine göre değil, içinde bulunduğu cemiyetin telâkkilerine ve göreneklerine bağlı olarak yaşayan bir insan, yani, yine kendisinin şunu bunu yermek için tekrar ettiği "küçük burjuva" sıfatıyla görünmeye başlamıştı. Hem Yahya Kemal o büyük aşkını hangi cemiyetin göreneklerine ve telâkkilerine feda ediyordu? Kaça göçe riayet etmeyen, sokağa iki kat peçe ile çıkmak âdetine uymayan her genç ve güzel kadına türlü çamurlar atıldığı, birbirinden kaba ve iğrenç adlar takıldığı geri bir Şark cemiyetinin değil mi?"
Fakat, Yahya Kemal işi bu tarafından almak istemiyordu. Bunun sebebi de sanırım, o tarihlerde İstanbul Darülfünunu Müderrisliği gibi yüksek ve itibarlı bir vazifede bulunmak dolayısıyla yaşayışı­nın iç yüzünden ziyade dış yüzüne ehem- [s. 141] miyet vermek lüzumunu duyması ve aynı zamanda sevgilisi aleyhindeki dedikodulara inanmış bulunmasıydı. [s. 142]"
Yakup Kadri, Yahya Kemal'e ayırdığı bölümü şairle Büyükada'da geçen neşeli zamanlarını yâd ederek sonlandırır, şairin ölümüne değil de Ada'nın eski güzelliğinin kalmamasına hayıflanarak.

YAKUP KADRİ'NİN CENAP ŞAHABETTİN'İ

Yakup Kadri, Cenap Şahabettin'i ilk kez 1908 yılında, İskenderiye'den İzmir'e gitmek için bindiği vapurda görmüş. Bu "monden" şairi bir süre hayran hayran gözetledikten sonra onunla tanışmaya cesaret etmiştir. Fakat üç gün üç gece süren bu vapur yolculuğunda yaptığı sohbetlerde, Cenap Şahabettin'in sanat ve edebiyatla ilgili konulara girmemesine şaşırmış, hayal kırıklığı yaşamıştır. (Yakup Kadri de ne kolay hayal kırıklığı yaşıyor böyle. Daha önce de Mehmet Rauf ve Yahya Kemal yaşatmıştı bu duyguyu ona. Sanırım şair ve yazarlarımızı gözünde çok büyütmüş. Gerçi gençtir, toydur Yakup Kadri bu yıllarda, sanatkârları insanüstü varlıklar gibi görmesi olağandır. Fakat bir de şu var, kendisiyle onları mukayese edişine bakılırsa, Yakup Kadri kendinin onlardan daha iyi bir sanatkâr veya edebiyatçı olduğunu sezdirmek istiyor olabilir. Neyse...)

Yakup Kadri, daha sonra İstanbul'daki bir görüşmelerinde de Cenap Şahabettin'le şiir ve edebiyat bahislerini konuşamamıştır. Bu durumun sebebi olarak da iki ihtimal üzerinde duruyor Yakup Kadri: "Bu çekingenliği, büyük ustanın bencileyin acemi çıraklarla bu bahislere dair konuşmağa tenezzülsüzlüğünden mi geliyordu? Yoksa, şairlik vasfından daha yüksek bir vasıf taşıma iddiasından mı? [s. 159]" Yazar, ikinci ihtimali daha kuvvetli bulur. Benzer durumun Yahya Kemal ve Dr. Rıza Tevfik için de geçerli olduğunu örneklerle açıklar, Tevfik Fikret'in de "aynı kompleks içinde" olduğunu belirtir.

Yakup Kadri, Cenap Şahabettin'e ayırdığı bölümü, Ziya Gökalp ve Süleyman Nazif gibi dönemin tanınmış isimlerinin de karıştığı bazı olayları naklederek sürdürür ve sözü Cenap Bey'in Ali Kemal'in çıkardığı Peyam-ı Sabahgazetesindeki Millî Mücadele ruhuna aykırı bir yazısına getirir. Aralarında ateşli bir polemiğin çıkmasına yol açan bu yazı Kılıçlara, Mahmuzlara Veda başlıklıdır. Yakup Kadri, Kılıç ve Kalem adlı yazısıyla sert bir karşılık verir Cenap Şahabettin'e. Fakat onu şaşırtan Cenap'ın bu yazısından ziyade, Süleyman Nazif'in de aynı gazetede Cenap Şahabettin'in tarafında yer almasıdır.

Yakup Kadri, "kozmopolit tabiatlı Cenap Şahabettin" (s. 169) için yazdıklarını şu satırlarla sonlandırıyor:

"Kozmopolit ve inkârcı mizacının kurbanı olan bu Türk şairi, Büyük Zafer'i müteakip, birkaç ay Millî Hükümet rejimine ayak uydurmaya çabaladıktan sonra bir türlü tutunamayıp memleketten çıkıp gitmiş ve Paris'e yerleşmek istemişti. Fakat, bunda da muvaffak olamayarak ters yüz geri dönmüş, ömrünün son yıllarını İstanbul'da bir köşeye çekilerek geçirmişti. [s. 170]"
YAKUP KADRİ'NİN SÜLEYMAN NAZİF'İ

Yakup Kadri, Süleyman Nazif'le arkadaşı Şahabettin Süleyman'ın aracılığıyla nasıl tanıştığını anlatarak açar bu bölümü. Şahabettin'le Süleyman Nazif'in Moda'daki evine giderler. Bu ilk görüşme, Yakup Kadri'de olumlu tesirler bırakmış, pek takip etmediği Süleyman Nazif'i "büyük bir dikkatle ve devamlı okumağa" (s. 175) başlamıştır. Artık, Süleyman Nazif onun gözünde "Osmanlıca nesrini en son kemal mertebesine çıkaran ve bu nesire hattâ yeni bir soluk getiren bir "edip" olarak yükseldikçe yükseli[r]. [s. 175]" Yakup Kadri, Nazif'in nesirdeki yerini ve başarısını şu sözlerle iyice belirginleştirir:

"Ahmet Haşim'in bir çınara benzettiği bu adam yanında, nesirci olarak Halit Ziya ile Cenap Şahabettin bize birer saksı çiçeği gibi görünürler. Gerçi, güzel kokular, elvan renkler saçarlar ama, bununla nihayet hoşumuza gitmekten öteye geçemezler. Süleyman Nazif'in nesri ise bizi ruhumuzun tâ derinliklerinden kavrar ve her cümlesi birer vecize gibi zihnimize oyulur. [s. 176]"
"Nasıl ki, Sinan'ın kurduğu binalarda en ufak bir kusur göremeyiz ve şurası böyle olmasaydı, burası şöyle olsaydı diyemeyiz; Süleyman Nazif'in yazdığı yazılarda da herhangi bir pürüz, herhangi bir düzensizlik bulamayız. Bu yazılarda bütün kelimeler tam yerli yerindedir; hiçbirinin tekrarlandığına ya da eş mânalı olanların yanyana sıralandığına rasgelinemez. Hele klişeleşmiş, harcı âlem sözlerden tek bir iz bile bulmanın imkânı yoktur. Ama, şunu da söylemem lazım gelir ki, dil kurallarına ve cümle düzenine bu titiz bağlılık birçok "puriste" yazarlar gibi, Süleyman Nazif'i dar ve kurak bir ifade tarzına asla sürüklememiş, romantik ve coşkun ruhunun bütün heyecanlarını bu kural ve düzen setlerini yıkmaksızın dalga dalga akıtmasını bilmiştir. [s. 177]"
Yakup Kadri, Süleyman Nazif'in nesri üstüne bu övgü dolu sözleri söyledikten sonra, onun Türk Ocağı'nda şair Mehmet Emin Bey'i tahkir ettiği olayı anlatır. Bu olay vesilesiyle başka örnekler de vererek Süleyman Nazif'in "yergicilik"ini şöyle değerlendirir: "[...] Süleyman Nazif'in yergiciliğinde eski Şarklı ve Osmanlı heccavlığı geleneklerinden bir iz bile yoktur ve o, Refik Halit'in mizah sanatımıza Avrupai bir çeşni getirişi gibi yergi dilimizi Nefi'nin, Eşref'in bulaştırdığı çamurlardan temizlemiştir. [s. 181]"

Sanırım, şimdi Nazif'in sataşma ve takılmalarına örnekler vermenin zamanı geldi:

"Birinci Cihan Harbi'ndeki davranışları yüzünden, daha doğrusu Erkân-ı Harbiye Riyaseti tarafından Çanakkale'ye davet edilen yazar ve şairler arasında kendi adının unutulmuş olması üzerine gözünden düşen Enver Paşa'ya şu sitemde bulunmakla yetinirdi: "Harbiye Nazırı Enver Paşa hürriyet kahramanı Enver Bey'i öldürdü." [s. 181]"
"Kendisini, her Dahiliye Nezareti'ne geçişinde valilikten azleden Halil Bey'den ise -şişmanlığından kinaye- "O, bin kiloluk bir sıfırdır" diye bahsederdi. Ancak, günün birinde, sanırım yine Halil Bey'in gadrına uğradığı bir sırada idi, bizi ona dair başka bir nüktesiyle hayli güldürmüştü. Hiç unutmam, Lebon Çayhanesinde sohbet ederken aramızda, bilmem neden, "Cemal Paşa frankofil (Fransızsever), Enver Paşa germanofildir (Almansever)" diye bir sözkonusu açılmıştı. İçimizden biri, bunu fırsat bilerek -mutlaka Süleyman Nazif'i kızdırmak için- "Ya Halil Bey nedir?" diye sormuştu. Bunun üzerine, üstad ön dişlerini birer süngü ucu gibi uzatarak şu cevabı vermişti: "O mu? O sadece fildir." [s. 181]"
"Bir akşamüstü, her üçümüz [Süleyman Nazif, Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi] Lebon'da oturmuş, konuşmakta idik. Bir aralık Abdülhak Şinasi'nin Galatasaray Lisesi'nde okuyan küçük kardeşi bir şey almak için pastahaneden içeri girmişti ve bizim önümüzden selâm vererek geçerken ağabeyi ona: "Geliniz, sizi Süleyman Nazif Beyefedi'ye takdim edeyim" demişti. Bunun üzerine üstad şaşkın bir adam tavrıyla Abdülhak Şinasi'ye dönüp şu sözü söylemişti: "Azizim Şinasi Bey, sizin ağzınızdan hiç 'sen' hitabı çıktığı vaki değil midir? Görüyorum, küçük kardeşinize bile 'siz' diye hitap ediyorsunuz" ve biraz durduktan sonra gülerek ilave etmişti: "Kuzum, siz Paris'te bulunduğunuz zaman Sen Nehri'ne de 'Siz Nehri' mi derdiniz?" [s. 182]"
"Başka bir gün, Büyükada'da yine bir çay masası başında, Süleyman Nazif'in rahmetli arkadaşımın vehim derece- [s. 182] sine varan temizlik merakıyla şöyle alay ettiğini hatırlıyorum: Abdülhak Şinasi, çay takımlarını önüne koyan garsona: "Fincanı, kaşığı kaynar suyla iyice yıkadınız mı?" diye sorup da garson: "Evet" cevabını verince üstad hemen atılmış, gayet ciddi bir tavırla: "Suyu da yıkadın mı oğlum?" demişti. Garson şaşkın şaşkın bakınıyor; biz gülmekten kırılıyorduk. Buluttan nem kapar bildiğimiz Abdülhak Şinasi ise, kendisini oldukça gülünç bir duruma düşüren bu alay çelmesinden hiç de incinmiş görünmüyordu. [s. 183]"
Yakup Kadri, devam eden satırlarda, "bir türlü bürokrasi hayatının kayıtlarına alışamamış" (s. 184) bu bohem arkadaşının sentaks ve gramer yanlışları konusundaki müsamahasız tavrını birkaç misalle örneklendirir. Bölümün sonunda ise Süleyman Nazif'le düştüğü görüş ayrılığına değinir. Devrin şartlarının, devletin düştüğü zor durum karşısında aydınlara çöreklenen yılgınlık ve umutsuzluğun farkında olduğu görülen Yakup Kadri, siyasi görüşleri bakımından sadece Süleyman Nazif'i değil Ali Kemal'i bile anlamış gibi gözükür. Fakat bu anlayışlılığı onu, Süleyman Nazif'e "Bugün ise seni yalnız delâlete [dalalete] düşmüş bir kimse olarak görmekteyim." (s. 187) demekten alıkoyacak boyutta da değildir.

YAKUP KADRİ'NİN ABDÜLHAK HÂMİD'İ

Yakup Kadri, ilk gençlik çağında, Abdülhak Hâmid'i mitolojik bir varlık gibi yücelttiğini, gördüğü bir resminden de çok etkilendiğini söylüyor. Seneler sonra, Şair-i Âzam'ı Tokatlıyan Oteli'nde bir öğle yemeğinde gördüğünde, onun pek de iyi duyamadığı sesiyle ilgili şöyle bir cümle kullanmış: ""Sesinde bile 'dâhiyane' bir ton var bu adamın!" [s. 194]" Ama bu kadar övdüğüne pişman olmuş gibi, bu cümlenin hemen ardından şöyle der Yakup Kadri: "Belki öyle ama, gözümün ucuyla kendisine her bakışımda bu "dâhiyane"likten hiçbir iz bulamamakta idim. [s. 194]" Dikkat ettim de Yakup Kadri'nin bu tutumu, kitabında bahsettiği hemen her yazar için geçerli. Anlattığı kişileri sadece iyi veya sadece kötü yönleriyle anlatmıyor Yakup Kadri, onun göklere çıkardığı bir yazar, bir de bakıyoruz türlü zaaflarla yüklü sıradan biri olup çıkmış. Kuşkusuz, romancımızın bu tutumu insan gerçeğini daha çok yansıtıyor.

Yakup Kadri, devam eden satırlarda Abdülhak Hâmid'in iyi bir eğitim aldığını söyledikten sonra, onun kozmopolitliğini vurgular. Bu arada, Abdülhak Hâmid'in sefahate düşkünlüğü, gece hayatına alışkanlığı da örneklerle anlatılır. Yazar, uzunca bir kısmı da onun Lucienne Hanım'la bazı bakımlardan yadırganan ilişkisine ayırır. Zaten Yakup Kadri, Abdülhak Hâmid pek çok eser vermiş olmasına rağmen, bu konuyla pek ilgilenmez; daha çok Şair-i Âzam'ın özel hayatı üzerinde durur. Bu durumun sebebi belki de, Yakup Kadri'nin, Abdülhak Hâmid'i bir sanatkâr olarak yeterince başarılı bulmaması ve beğenmemesidir; fakat Yakup Kadri bunu açıkça dile getirmiyor, aksine bu bölümü, şairin adının anlamına göndermede bulunarak pek de samimi görünmeyen bir "Hâmid" övgüsüyle bitiriyor.

YAKUP KADRİ'NİN TEVFİK FİKRET'İ

Yakup Kadri, "[...] yalnız Edebiyat-ı Cedide çığırının değil, bu memlekette hür düşüncenin, in- [s. 213] sanlık ve medeniyet yolunun akıncılarından biri [s. 214]" olarak gördüğü Tevfik Fikret'i şahsen tanımakta hayli geciktiğini söyleyerek açar bu bahsi. Sonra, şiirlerinden örnekler vererek onun istibdat karşısındaki özgürlükçü tutumuna değinir. Devamında Filozof Rıza Tevfik'in refakatinde Yahya Kemal'le birlikte Fikret'i görmek için Âşiyan'a gidişlerini anlatır. Yakup Kadri, önce Fikret'in fiziki portresini çizer, Âşiyan'ı da Fikret'in karakteriyle ilgiler kurarak tasvir ettikten sonra da tanışmalarını ve yaptıkları sohbeti nakleder. Sohbet şiirden, edebiyattan bahisle açılmış fakat bir süre sonra gündelik konulara ve kişilere gelmiştir. Tevfik Fikret sözü bir vesile ile zamanında kendisinin kurduğu Tanin gazetesine ve onun başındaki Hüseyin Cahit'e getirir, onlara duyduğu nefreti açığa vurur. Sonra, "İrtikâp ve Tedenni Çetesi" adını taktığı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne geçer. İçindeki zehri kusar.

"Evet, onca memlekette bir Meşrutiyet inkılâbı yapmak ve [s. 224] millete hürriyet getirmek iddiasında bulunan o siyasi teşekkül bir eşkiya çetesinden başka bir şey değildi. Bu çetenin elebaşıları -ki bunlar arasına Tevfik Fikret ikide bir Hüseyin Cahit'i katıyordu- üç yıl zarfında Abdülhamit'in otuz yılda yapamadığı "maddi ve manevi tahribat"ın* on mislini yapmışlardı. Fikret, esefle başını sallayarak ilave ediyordu:
"Meğer, 8 temmuz 1324'te** biz bir baskına uğramışız da farkına varmamışız. Farkına varmak şöyle dursun o günü alkışlamışız. Ben Rücu'u yazmışım; (Rıza Tevfik'e dönerek) siz, elde bayrak, halkın önüne düşüp heyecanlı nutuklar irad ederek sokak sokak dolaşmışsınız. Meğer, meğer..."
Tevfik Fikret, bütün bunları söylerken sesinde öfkeyle hüzün birbirine karışıyor ve bu yüzden bende bir isyandan ziyade bir acıma hissi uyandırıyordu. Zira, onu, sert ve katı gerçekler karşısında bozguna uğramış, her şeyden umudunu kesmiş bir ülkü adamının en tipik örneği halinde görüyordum. Oysa, biz buraya kalbimizi umut ve cesaretle kuvvetlendirecek bir önder bulmağa gelmiştik. Ne hata, ne gaflet!.. Bir vakitler:
Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır
diyen şair, şimdi kendi oğluna hitap ederken bile:
Bu memlekette de bir gün sabah olursa Halûk...
mısraıyla yalnız Halûk'un değil, bütün Türk gençliğinin o sabaha inancını uzak bir ihtimale bağlamış olmuyor muydu? Ve bu, Namık Kemal'in:
Ölürsem görmeden milletten ümmid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun [s. 225]
beyitindeki şüpheden, füturdan başka neyi ifade ediyordu?
Bu satırları yazdığım sırada, Namık Kemal'in aynı şüphe ve füturu başka türlü belirten:
Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?
beyitini hatırlıyorum. Bir gün gelecek, Fikret'in farz ettiği "sabah"a karşı Mustafa Kemal adında bir gerçek önder bunun üzerinde şöyle bir düzeltme yapacaktı:
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini. [s. 226]"
Yakup Kadri, alıntıladığım kısımdan sonra kendi kendine şu soruyu sorar: "[...] Tevfik Fikret sağ kalsaydı [...] acaba, Bebek sırtındaki fildişi kulesinden çıkıp gerçek önderin Anadolu yaylalarından akseden sesine koşar mıydı? [s. 226]" Yazar, Fikret'in İttihatçı nefretine dikkat çeken birkaç paragraftan sonra sorusunu yineler: ""Acaba, sağ olsaydı Millî Mücadele'ye katılır mıydı? Yoksa bu mücadeleyi de bir İttihatçılık hareketi sanıp küskün küskün, fildişi kulesinin içine çekilir kalır mıydı?"" Yakup Kadri kendisine ikinci ihtimalin daha kuvvetli göründüğünü söyler ve bu iddiasını haklı çıkaracak birtakım fikirler ileri sürer. Yine de, Tevfik Fikret'in vatanseverliğini şüphe altında bırakmanın haksızlık olacağı kanısındadır. (Tabii bunca laftan sonra nasıl şüphe altında bırakmamış olacaksa artık...) Şöyle toparlar: "[O]nda adalet, hürriyet, medeniyet, fazilet ve hakikat ideallerine bağlılık herhalde harcıâlem bir vatanseverlik anlayışının üstünde idi. [s. 230]"

YAKUP KADRİ'NİN ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR'I

Yakup Kadri bu hatıraları yazdığı sıralarda Hisar hayattaymış, bu yüzden onu, anlattığı şair ve yazarların en sonuna bıraktığını söylüyor.⁴ Bakalım nasıl biridir Yakup Kadri'nin Abdülhak Şinasi Hisar'ı...

Çok alıngan bir yazarmış Hisar. Yakup Kadri, "[O]ndaki içliliği ve alınganlığı ne çağdaş- [s. 233] larımda, ne de benden evvelkilerin hiçbirinde görmemişimdir. [s. 234]" dedikten sonra, Hisar'ın insanlarla arasında "aşılması güç bir resmîlik kordonu" (s. 234) germesini de onun bu huyunu bilip önlem alması şeklinde değerlendiriyor. Yazar, Hisar'ın geniş bir edebî kültür ve zevk sahibi olduğu halde uzun yıllar bir şey yazmamasını veya yazdıysa bile yayımlamamasını da -katiyetle olmasa da- onun bu aşırı alınganlığına bağlar.

Yakup Kadri, Fahim Bey ve Biz'den önce bir amatör, bir hevesli gibi gördüğü Hisar'ın, yayımlanmasını teşvik ettiği bu güzel romanından sonra kendisine "her şeyi derinliğine sezip anlayan bir edebiyat ve sanat adamı olarak görünmeye" (s. 237) başladığını söyler. Yakup Kadri, -hatırlarsanız Cenap Şahabettin'de falan bulamadığı- edebiyat sevgi ve ilgisinin Hisar'da bir aşk düzeyinde olduğunu da şu satırlarla dile getirir:

"Edebiyat, Abdülhak Şinasi'nin bütün ömrü boyunca yegâne aşkı idi. Hattâ, diyebilirim ki, hayat onun için yalnız edebiyattan ibaretti. Edebiyat aynasına aksetmeyen canlı veya cansız varlıklara, bir kelimede dünyaya hiçbir değer vermezdi ve bizim Beyoğlu âlemlerimize katıldığı bazı geceler, yanımızda hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey işitmiyor gibi kendi içine kapanmış, uzaklaşmış bir hali vardı. [s. 242]"
Yakup Kadri, sonraki sayfalarda Hisar'ın -daha önce Süleyman Nazif bölümünde de üzerinde durduğu- bir takıntı hâlini almış titizliğine bazı anılar eşliğinde değinir ve ölünceye kadar Boğaziçi'nde elini eteğini çekmiş olarak yaşayan bu edebiyat aşığı yazara ayırdığı bölümü, onun Boğaziçi Mehtapları⁵ adlı eserinden alıntıladığı dokunaklı parçalarla sonlandırır.

YAKUP KADRİ'NİN HALİDE EDİP ADIVAR'I

Yakup Kadri bu bölüme eserinin tek hanım sanatkârı olan Halide Edip Adıvar'la tanıştığı sıralardaki edebiyat âlemini resmederek başlar. Meşrutiyet ilân edilmiş, bir yayın furyası başlamış, bir sürü şair ve yazar süreli yayınlarda boy göstermiştir fakat bu nicel çokluğa rağmen nitelikli ve özgün eser bulmak zordur. İşte bu sırada, Yakup Kadri, Tanin gazetesinde yeni bir imzaya rastlar: Halide Salih. Yakup Kadri yazıyı okumuş ve beğenmiştir: "Halide Hanım bana yalnız [edebî bir zevk] vermekle kalmıyordu. Nice zamandır beklediğim özgün ve şahsiyetli yazarın edebiyat ufkunda nihayet görünmeğe başladığını müjdeliyordu. [s. 256]"

Yakup Kadri, bu yazıdan sonra gazete ve dergilerde Halide Salih imzasını aramaya başladığını ve onu Harap Mabetler başlıklı bir yazı dizisinde bulunca çok sevindiğini söylüyor. Yazar, bu yazılardan beğendiği bazı örnekler verdikten sonra, Halide Edip'in Seviyye Talip ve Handan romanlarından bahseder. Bu arada, Handan romanı hakkında yazdığı övgü dolu bir yazının bir yanlış anlamaya yol açtığını öğreniriz: O sırada Halide Edip'in ilk evliliğinde Handan gibi bedbaht olup çok acılar yaşadığını bilmeyen Yakup Kadri, bu övgü dolu yazısının sonunda "Bu bir romandan ziyade bir otobiyografyaya benziyor" diye yazmıştır. Yakup Kadri kırdığı bu pot dolayısıyla mahcup olup kaygılansa da aralarında bir kırgınlık falan yaşanmayacaktır. Daha sonra iki yazar arasında "bir fikir ve ülkü arkadaşlığı" (s. 267) meydana gelecek ve kendilerini memleket gerçeklerinin ortasında bulacaklardır.

Yakup Kadri, bu noktadan sonra Halide Edip'e bu kitabı takip edecek olan siyasi hatıralarında yer vereceğini söyler.
---
Kitabın geneliyle ilgili olarak da şimdilik şunları söyleyelim:

Bu baskının sonunda Yakup Kadri'nin eserlerini de içeren derli toplu bir biyografisi verilmiş. Ayrıca, Bahriye Çeri'nin hazırladığı bir "Genel Bibliyografya" da yer alıyor. Buna bir dizin de eklenebilse iyi olurdu.

Buraya kadar genelde Yakup Kadri'nin ele aldığı bir düzine kadar şair ve yazara bakışını özetlemeye çalıştık. Peki, acaba Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'nın yazarı olarak Yakup Kadri nasıl görünmektedir?

Yakup Kadri, hatıralarını anlattığı arkadaşlarına göre genelde daha ciddi ve daha bilgilidir. Türkçe ve Fransızca hatmetmediği belli başlı edebî ve felsefî eser kalmamıştır. (s. 55) Servet-i Fünun ve Fecr-i Âti'den pek çok yazar ve şairimizin ise edebiyat bilgisi kıttır, çoğunun okumayla arası iyi değildir. Haliyle ortaya konan eserler de genelde kalitesizdir, bazıları da Fransız edebiyatından aşırmadır.

Yakup Kadri kendisini bir edebiyat aşığı gibi gösterir. Her fırsatta, bahsettiği anlı şanlı şair ve yazarlarla edebî konularda sohbet etmek ister, fakat genelde hayal kırıklığına uğrar. (Bu durum, özellikle Cenap Şahabettin'e ayırdığı bölümde gözden kaçmaz.)

Bazı şair ve yazarları anlatırken dile getirdiği taşralı-İstanbullu karşıtlığını da inceden inceden kendi lehine olacak şekilde yansıtır. Evet; o, diliyle, görünüşüyle bir taşralıdır ama Anadolu çocuğudur, bozulmamıştır, saftır; Cenap Şahabettin veya Abdülhak Hâmid gibi monden ve kozmopolit değildir. Yakup Kadri, fiziksel görünüşler de dahil olmak üzere, daha pek çok konuda kendisiyle anlattığı sanatkârları karşılaştırmaktan kendini alamaz. Bu davranışında şaşılacak bir şey olmadığı da söylenebilir belki, çünkü nihayetinde o da bir yazardır.
---
Ben kitabı severek, söylenen her şeye inanmaya çalışarak okudum. Açıkçası yazar, samimiliği konusunda pek de şüphelendirmiyor bizi. Fakat, eserin bir hatırat olduğu unutulmamalı; kötü bir niyetle olmasa da pek çok şey (tarihler, kişiler, yerler, eserler, sözler vb) yanlış veya eksik olabilir. (Bunlar ortaya çıkarılmış da olabilir. İşin o tarafını pek kurcalamadım.)
________________________

¹ Gençlik ve Edebiyat Hatıraları'nda, Yakup Kadri'nin az sayıda dipnotunun dışında, büyük bir kısmı metinde geçen kişileri tanıtmak amacıyla konulmuş başka dipnotları da bulunmakta. Ben de kişilerle ilgili doğum-ölüm tarihleri gibi bazı ek bilgileri bu notlardan aldım. Bilgilerin doğruluğunu teyit etmekle uğraşmamaya çalıştım. Farklılıklar olabileceğini göz ardı etmeyiniz. Mesela sonraki bölümlerden biri olan Abdülhak Şinasi Hisar'da, Hisar'ın doğum tarihi 1888 olarak gösterilmiş, Hisar'ın kitaplarını yayımlayan Yapı Kredi Yayınları ise 1887 senesini vermiş. İnternete bakarsanız 1883 diyenleri de görürsünüz. Olur böyle şeyler, belki bu üç tarih de doğrudur, belki üçü de yanlıştır. Ben bir zamanlar bir yazarın hayatını çalışırken karşıma böyle üç farklı sene çıktı, çareyi ortalamayı almakta buldum. Hisar için de aynısını yapabilirsiniz: (1888+1887+1883) ÷ 3 = 1886. Tam bölünmezse farklı bir yol izlersiniz, her şeyi obe'den beklemeyin!

² 1918-20 arasında görülen, 50-100 milyon insanın ölümüne sebep olan büyük salgın, İspanyol nezlesi de denmiştir.

³ Nazım Hikmet'in annesi ressam Celile Hanım (1880-1956).

⁴ En son kişi değil aslında Hisar, ondan sonra Halide Edip var; demek ki bir değişiklik daha yapmış yazar. Şunu da ekleyeyim: Yakup Kadri şair ve yazarların sırasını fazla önemsemiş görünüyor, bu konuda birkaç yerde açıklamalar yapıyor. Bence sıralama işini bu kadar takmasına gerek yoktu.
  
⁵ Hisar'ın bu eseriyle ilgili de bir yazımız olacak inşallah. Geçmiş Zaman Köşkleri adlı eseriyle ilgili notlarımız için şuraya bakılabilir: http://obiredebiyatci.blogspot.com.tr/2016/11/gecmis-zaman-koskleri-abdulhak-sinasi.html

(*) Tırnak işareti içine aldığım sözler Tevfik Fikret'e aittir. [Yazarın dipnotu.]

(**) Meşrutiyet'in ilânı (1908). [Yazarın dipnotu.] 

(10.11.2016 - 08.01.2017)

BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI (ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR)

(Hisar, Abdülhak Şinasi; Boğaziçi Mehtapları, YKY, YKY'de 6. baskı, İstanbul, Nisan 2011)

Hisar'ın anı türündeki eserlerinden biri Boğaziçi Mehtapları. İlk baskısı 1942'de yapılan eser şu yedi bölümden oluşuyor:

HAZIRLANIŞ (Boğaziçi Medeniyeti, Mazinin Yoksullukları, Tabiat Sevgisi, Musikî İptilası),
TOPLANIŞ (Bu Gecelerin Kıymeti, Hanımlar Buluşuyorlar, Kayıklar ve Sandallar Yan Yana, Gelenler ve Gelmeyenler),
MUSİKÎ FASLI (Kayıklar ve Sandalların Kervanı, Saz Fasılları, Saz Sesleri, Hanende Sesleri),
SÜKÛT FASLI (Boğaziçi Cenneti, Mehtap, Yalıların Önünden Geçiş, Sessizliğin Şiiri),
AŞK FASLI (Mehtapta Görülen Güzellikler, Karanlıkta Parıldayan Arzular, Şarkıların Dedikleri, Herkesin Aşkını Söyleyen Saz),
DAĞILIŞ (Fanilikler, Sönüş, Ayrılış, Unutuluş),
HATIRLAYIŞ (Mazi Cenneti, Bizimle Beraber Yaşayan Hatıralarımız, Hatıralarımızın Zaman İçinde Devamı, Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri)

Sırayla ilerleyelim bakalım:

HAZIRLANIŞ

Boğaziçi Medeniyeti

Hisar bu yazısında, "hususi bir medeniyet" olarak gördüğü Boğaziçi'nden bahseder. Ona göre "Boğaziçi [...] sanki bir göl tarzında kendi üstüne kapanmış ve kendine mahsus âdetleri ve zevkleri olan büsbütün hususi bir âlemdi[r]. Barındırdığı birtakım ananeler kendine has tabiatının hususiyetlerine katılarak ona, birçok kısımlarıyla eş bulunduğu İstanbul medeniyetinden bile ayrılan, hususi bir medeniyet kurmuş[tur.] [s. 9]"

Bu yazıdan kitabın adında da geçen mehtap kelimesinin özel anlamını da öğreniyoruz: Mehtap, "mehtaplı bir gecede Boğaziçi'nde dolaşan bir kayıkta bir saz peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti" (s. 12) demekmiş.

Mazinin Yoksullukları

Hisar, burada, İstanbul'un eski zamanlarıyla daha sonraki dönemlerini karşılaştırır. Yeni nakil vasıtalarının, spor müsabakalarının, sinemanın olmadığı bir İstanbul düşünün, bir de bütün bunların sıradan şeyler olduğu İstanbul'u... Yazar, bu değişiklikleri kendi hayatında görmüş, yaşamış biridir ve yazısında, sadece birtakım teknik değişikliklere değil, yaşanan toplumsal değişime -mesela kadın-erkek ilişkilerine, eğlence kültürüne- de dikkat çeker. Hisar, pek çok yoksunluğun bulunduğu eski İstanbul hayatında iki hissin (Bunların biri tabiat / Boğaziçi sevgisi, diğeri de musikî / saz iptilasıdır.), ruhlara muhtaç oldukları şiiri bol bol sunduğunu da ekler. (Bu yazıda, başlıkta da kullanılan "yoksulluk" kelimesiyle kastedilen "fakirlik" olmasa gerek, bunun yerine "yoksunluk / mahrumiyet" diyebiliriz sanırım.)

Tabiat Sevgisi

Hisar, bir önceki yazıda eski İstanbul hayatında ruhlara muhtaç oldukları şiiri sunan iki his bulunduğunu söylemişti. İşte bu yazıda o iki histen biri(ncisi) olan tabiat sevgisine, tabiatın emsalsiz güzelliğinin toplandığı Boğaziçi sevgisine değiniyor. Bakın ne diyor: "İstanbul'da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki, Boğaziçi'ndedir ve İstanbul'un en güzel semti olan Boğaz'a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Théophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. [s. 25]"

Hisar, sonra, tatlı tatlı anlatır Boğaziçi'ni; onun gecesini, gündüzünü, seherini, gurubunu, sesini, rengini, kokusunu, korusunu, balığını, bülbülünü, yalılarını, kayıklarını... Sadece bunlar değil, bütün bunların dillerinden anlayan insanlar da canlanır sayfalarda. Ve okur, tabiatla arası açılmış zamane insanlarını düşünür de sormadan edemez: İnsanlar mı değişti, tabiat mı?

Musikî İptilası

Hisar, bu yazısında, sonraki bölümlerde de ele alacağı musikîden / sazdan söz ediyor. Boğaziçi'nde sazın hayatın doğal bir parçası olduğunu, zengin fakir herkesin saza ilgi duyduğunu ve yine herkesin sazende veya hanendelerden bir tanıdığı olduğunu yazıyor. Hisar yazısında, sazlara, hanende ve sazendelere dair daha pek çok ayrıntıya da yer veriyor.

TOPLANIŞ

Bu Gecelerin Kıymeti

Yazar, bu başlık altında da saz âlemi yapılan nadir gecelerden bahsediyor. Mehtaba ne zaman ve nasıl çıkıldığını, bu gecelerin hangi usul ve ananelerle tertiplendiğini ayrıntılı biçimde anlatıyor.

Hanımlar Buluşuyorlar

Kadınların dünyasını en iyi anlayan yazarlarımızdan biri olduğunu düşündüğüm Hisar bu yazısında, dikkatini mehtaba katılan hanımlara yöneltiyor. Elbette, sadece, bu hanımların mehtaba nasıl çıktıları, neler giyindikleri, birbirleriyle nasıl görüşüp konuştukları değil daha pek çok ayrıntı da yazarın gözünden kaçmıyor.     

Kayıklar ve Sandallar Yan Yana

Hisar, bu parçada saz kayıklarından ve onlara katılan diğer kayıklardan söz eder. Kayıkların, Sultan Hamid devrine kadar rakipsiz olduğunu, bu tarihten itibaren yerlerini daha gelişmiş ve sağlam olan sandallara bırakmaya başladığını yazar. Mehtapta, kayık ve sandalların saz kayığının etrafında nasıl kümeleştiğini ve Boğaziçi medeniyetinin bir icmali olarak gördüğü bu ananenin nasıl cereyan ettiğini anlatır.

Gelenler ve Gelmeyenler

Başlıktan da anlaşıldığı üzere, Hisar, bu yazıda saza kimlerin katıldığını, kimlerin katılmadığını anlatır. Yazar, mehtaba Anadolu yakasının, özellikle Beykoz'dan Kuzguncuk'a kadar olan sahanın daha fazla ilgi duyduğunu; yaşlı ve hastaların yanında devlet adamlarının büyük bir kısmı ile "kaçgöç taraftarı asıl müteassıpların" (s. 65) ise mehtaba katılmadığını söyler. Bunların dışında kalan her meslekten, yaştan ve seviyeden insanın mehtaba katılmaya çalıştığını belirtir.

MUSİKÎ FASLI

Kayıklar ve Sandalların Kervanı

Hisar yeni bir bölüme geçse de önceki konuyu devam ettirir; saz kayığını, onun Boğaz'daki seyrini ve etrafındaki kayık ve sandal kafilesini yine tatlı tatlı anlatır. Okur, satırlar arasında Boğaziçi medeniyetinin inceliklerini öğrenir; öğrenir de belki biraz şaşırır ve daha çok duygulanır. Şu alıntıda olduğu gibi: "Kafilenin geçerken bir yalının önünde durarak [...] ona mahsus bir parça saz çalınması bir alaka, bir muhabbet ve hürmet nişanesi olurdu. O zaman bu yalının denize bakan bir odasında yanmış bir lambanın önünden bir insan gölgesi geçtiği, bir iki ışık söndürüldüğü ve yerine bir iki kafes kaldırıldığı görülürdü. [Bunlar] saza bir cevap, musikîye bir iltifat de- [s. 72] mek olur, hayatta dostluk gibi, vefa gibi sağlam hisleri ifade ve temsil eder, bu âleme bir iştirak mânâsı alır ve bu gölgeler halindeki hareketler ta kalplerimize işlerdi. [s. 73]"

Saz Fasılları

Hisar bu başlık altında sazı başlatır ve sazın etkisine nasıl kapıldığını anlatır. Yazar, kendisinin de fasıl başladıktan sonra yavaş yavaş yükselen seslere karışarak yeryüzünden ayrıldığını yazıyor. (s. 78) İşte musikînin sihri...

Saz Sesleri

Soluksuz okunan bir tirat bu yazı. Okur da nefes almadan dinliyor bu harika tiradı. Süper! Hisar bu yazısında âdeta coşmuş; saz seslerinin özelliklerini, dinleyenleri nasıl büyüleyip de başka âlemlere alıp götürdüğünü öyle güzel anlatıyor ki... İnsan saz seslerinin değil onların anlatıldığı bu satırların tesiriyle bile sarhoş olabilir. Hisar bu yazısında, "saz sesleri"ni her cümlede ustaca tekrarlayarak okuru da bir fasılın içine çekiyor. Okumalısınız.

Hanende Sesleri

Hisar, Saz Sesleri'nde yaptığının bir benzerini yapıyor burada. Yazar, "bazen hanende sesleri" - "hanende sesleri bazen" - "bazen hanende sesleri" şeklindeki tekrarlarla öyle bir ritim tutturur ki okur da birkaç cümle sonra o seslere karışıp bu dünyayla alakasını keser.

SÜKÛT FASLI

Boğaziçi Cenneti

"Dünyada Boğaziçi kadar belki biraz hüzünlü fakat füsunlu ve güzel bir yer görmedim." (s. 97) diyen Hisar, bu yazısında okurlara Boğaziçi'ni, onun türlü güzelliklerini anlatır.

Mehtap

Hisar, bu parçada Boğaziçi'nde mehtabı anlatır. Fakat mehtap hatıraları içli yazarımızı çok etkilemişe benziyor. Yazının sonlarında şöyle diyor:

"Bu gecelerde ayın füsunu gönlüme ve bütün hatıralarıma sineli belki kırk sene geçmiştir. Şimdi bana göre artık her şeyin sesi kısıldı. Birçok şeyler bana hiçbir şey söylemez oldular. Yahut ben onları duyamaz oldum ve gönlüm bunca zaman evvel yaşanmış birkaç gece[ye] dönerek hâlâ onların güzelliklerinin mucizesine bağlı kalıyor.

Şimdi bir zaman bu mehtapların aksettiği mazi sularına eğilerek o hatıralarımı şuurun lisanına geçirmek istedikçe bu yaptığımın denize sarkarak avuçlarına aldıkları sularla birlikte biraz mehtap tutmak isteyen çocukların dilekleri kadar boş olduğunu biliyorum. Öyle iken ben de onlar gibi bu dağılan ışıklı suları avuçlayarak biraz mehtap toplamak sevdasına düştüğümü duyuyorum! [s. 107]" 

Yalıların Önünden Geçiş

Hisar bu yazısında dikkatini, özellikle mehtap gezintisinde görüp gözlemlediği ve her birini çok iyi tanıdığını söylediği yalılara yöneltiyor. Geçmiş Zaman Köşkleri adlı eserinde uzun uzun anlattığı yalılara bu parçada da değiniyor. Hisar, çok iyi becerdiği insan dışındaki varlıkları insana benzeterek veya onlara farklı farklı insani özellikler yükleyerek anlatma işini burada da çok iyi kotarıyor.

Sessizliğin Şiiri

Sessizliğe övgü... Şu çarpıcı tespitleri alalım yeter sanırım:

"Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elimizden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musikî yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musikî makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen daimi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zamanlarda bol bol kandığımız sessizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik. [s. 116]"

AŞK FASLI

Mehtapta Görülen Güzellikler

Hisar, bu yazısında mehtabın insanlara yaptığı tesirden, belki de daha güzel bir ifadeyle teshirden, bahsediyor. Öyle bir büyü ki bu, insanlar ruhlarını "mehtaptan ve sazdan doğan hulyalara açmışlar, sessizlik ve hareketsizlik içinde kendilerini aşkın ilhamlarına ve rüyalarına" salıvermişlerdir. (s. 124) "Herkes kalbini dolduran hüznün aydınlığında, o zamana kadar kendi karanlıklarında görmeye alışmadığı derinliklerini" keşfetmektedir. (s. 125)

Karanlıkta Parıldayan Arzular

Kaçgöçün sürdüğü o zamanlarda acaba aşklar nasıldı? Mehtap gezilerinde hanımlar ve beyler birbirlerine ilgi duyuyorlar mıydı? Hisar, bir önceki yazısında temas ettiği bu konuyu bu başlık altında anlatmaya devam ediyor.

Şarkıların Dedikleri

Hisar, bu parçayı mehtapta söylenen şarkılara ayırmış. Bazılarının sözlerinden örnekler vermiş. Şarkıların diliyle onları dinleyen gönüllerin dili ne de çok benzeşiyormuş birbirine...

Herkesin Aşkını Söyleyen Saz

Ne söylüyordu mehtapta o sazlar, o şarkılar? Ya dinleyenler... Ne buluyordu onlarda? Hisar'a göre aşktır bu, başka bir şey değil. Ve unutmayın sevgili okurlar; Hisar'da aşk, hüznün müteradifidir. (s. 140)   

DAĞILIŞ

Fanilikler

Bu yazıyla mehtap, o ışıltılı geceler, sazlar sönmeye başlıyor. Hisar, ne zaman başladığını bilemediğini söylediği mehtap gecelerinin geçmişine eğilir önce, sonra bu gecelerin nasıl yitip gittiğini anlatır. Gerçi ona göre sadece mehtaplar değil, hayatlar, arzular, aşklar da fanidir...

Sönüş

Buraya kadar mehtap gecelerini, sazları, şarkıları dokunaklı cümlelerle tatlı tatlı anlatan yazar, bu yazısıyla okuru enikonu şaşırtır. Meğer bu içli yazarımız  o zamanlar bu gecelerin ne âşığı ne de taraftarı imiş. (s. 153) Demek ki o gecelerin kendisi değil de yıllar sonra onları hatırlamak hoşuna gidiyor Hisar'ın. Belki hatırlamak da hoşuna gitmiyor, biraz edebiyat parçalayayım diye döktürmüş bir şeyler. (Hisar, Unutuluş başlıklı yazısında eseri neden yazdığına dair ipuçları verecektir.) Bakın ne diyor:

"Öyle ki -meğer son ihtişamlarını yaşadığımız- bu şark âlemine daima muhalif bir zihniyetteydim. İçimde sıralanan tarizlerin mantığını dinlerdim. Kendimi bu alaturka lezzetlere kaptırmazdım. Fazla şarklı ve Asyalı bulduğum bu âdetleri beğenmez ve sevmezdim. Bin bir şey bu gecelerde hisseme düşeen ve belki hakkım olan zevkimi bozmuş olurdu. [s. 154]"

O kadar övgü boşuna mıydı Şinasi Amca, hele Proust'u bi' okuyayım görürsün sen!

Ayrılış

Yazar bu parçada mehtabın nasıl tertip edildiğini şöyle bir özetler ve kendisinin şahit olduğu zamanlarda bile artık bu âdetin zevale yüz tuttuğunu söyler.

Unutuluş

Hisar bu yazısında farklı bir bahis açar. Bir bakıma bu kitabıyla ne yapmaya çalıştığını izah eder. Bu nedenle kitabın ön sözü olabilirdi bu parça. Önemli birkaç cümleyi alalım bakalım:

"Yüksek ve ince bir medeniyete sahip olduğumuz, muhitimize medeniyetimiz ve lisanımızla ettiğimiz tesirleri layıkıyla söyleyememişiz. Türk milleti ince ve yüksek bir bütün medeniyet hayatı kuruyor. Lakin bunu iyice yazıp söyleyemediği için evvela kendisi tamamen öğrenip bilmiyor, sonra başkalarına okutup duyuramıyor ve neticede bunu kimse adamakıllı bilmemiş, sonra da hemen herkes unutmuş oluyor! [s. 164]"

Hisar, bunları söyledikten sonra başka pek çok şey gibi Boğaziçi'nde tertiplenen mehtaplarla ilgili olarak da pek bir şey yazılmadığını söyler, bu eseriyle bir boşluğu doldurmaya çalıştığını ima eder.

HATIRLAYIŞ

Mazi Cenneti

Hisar, bu yazısında mazinin nasıl bir cennet olduğunu veya cennete dönüştü(rüldü)ğünü ve özellikle belli bir yaştan sonra insanların neden o cennete yolculuk edip durduklarını ve hatta oradan çıkmamaya başladıklarını anlatır. Bütün bunları gençlerin anlaması zor olabilir. Şahsen ben de geçmişle avunan, ikide bir mazisine dalıp giden insanları anlamıyordum. Belki hâlâ anladığımı söyleyemem ama artık beden gücü azaldıkça atiden beklentisi de azalan yaşlıların mazi cennetine sığınmalarını yadırgamıyorum. Çünkü... (Hayır, söylemeyeceğim!)

Bizimle Beraber Yaşayan Hatıralarımız

Hisar bu yazısında, bir bakıma, Boğaziçi Mehtapları'nın hikâyesini anlatır. Yazar, zamanında -çocuk yaşta olduğu için- belki bütün benliğiyle duyup sezemediği, hakkıyla kendini veremediği mehtapların hatırasının yıllarca içinde yaşadığını ve bu eseriyle hafızasında yaşayan o renk ve şekilleri "bir eski zaman nakkaşı gibi" (Ben de, Hisar'ın, bu eserini gerçekten çok özenerek yazdığını düşünüyorum.) sayfalara kazıdığını söylüyor. Ve, Hisar'ın bu yaptığıyla gurur duyduğu dikkatlerden kaçmıyor.

Hatıralarımızın Zaman İçinde Devamı

Hisar, bu yazısında o menekşe renkli suların, sazların, sözlerin artık geride kaldığını, yok olduğunu dile getiriyor. Yazarımız teselliyi o anları hatırlamakta bulduğunu da ekliyor. 

Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri

Yazar kitabın bu son yazısında zamanın izafiliğine değinir. Birtakım sıkıcı bilimsel cümleler kurar. Sanırım, mehtap gecelerinin ışığı/görüntüsü belki de uzayda bir yerdedir ve onu yeni görecek olan dünyalar vardır, demeye çalışıyor.

Genel bir değerlendirme için de şunları söyleyelim.

Yaklaşık iki yüz sayfalık eser gerçekten de ince ince, özenle dokunmuş bir nesir örneği. Hisar epey emek vermiş olmalı. O uzun cümleleri yanlışsız kurmak, tasviri hiç de kolay olmayan ay ışığını, suları, mehtabı (gezinti) okurun gözlerinin önüne bir resim gibi çıkarabilmek değme yazarın harcı değildir. Hisar bu işi iyi kotarmış; kendisiyle birlikte okuru da çekmesini biliyor o menekşe renkli sulara, sessizce salınan kayıklara... Hüzünlü hanımlar, içli ihtiyarlar, köhnemiş yalılar canlanıveriyor sayfalarda. Göz kırpıyor oynaşan gölgeler, ele avuca gelirmiş gibi gülümsüyor yanı başımızda ay ışığı. Hâl böyle olunca, pek çok yerde kitabın bölümleriyle o bölüm içeriğinin uyuşmadığını fark etmek istemiyorsunuz ve gereksiz tekrarları da göz ardı edebiliyorsunuz.

31.01.2017