2 Şubat 2022 Çarşamba

ZORBA (NİKOS KAZANCAKİS)

(Kazancakis, Nikos, Zorba, Yunanca aslından çeviren: Ahmet Angın, Can Yayınları, 41. Basım, Temmuz 2021, İstanbul, s. 348.)

* Yazarın adını lise yıllarımda duymuştum ilkin. Sanırım Prof. Dr. Şahin Uçar’ın bir yazısında, okunmasını tavsiye ettiği yazarlardan biri olarak bahsi geçiyordu. İlginçtir, yıllardır okumayı düşünmeme rağmen bir türlü okumadığım yazarlardan biriydi Kazancakis (1883-1957). Sonunda tanıştık. İyi de oldu. Diğer eserlerine de bakabilirim artık.

* Okuduğum baskı ile önceki baskılar arasında ufak tefek farklılıklar olduğunu gördüm. Yapılan alıntılarda(n) böyle bir şey fark ettim. Yayınevi ve çeviren aynı olmasına rağmen bu durum neden kaynaklanıyor, bilmiyorum.

* Romanın adının Zorba olarak çevrilmesi biraz okuru yanıltmaya yönelik bir hamle gibi görünüyor. Benim gibi pek çok kişi Zorba’nın bir kişinin adı olduğunu düşünmemiştir, zorbalık yapan bir kişinin kastedildiğini düşünmüştür. Bu nedenle orijinal adına* da daha yakın olacak şekilde en azından Aleksi Zorba şeklinde çevrilmesi daha uygun olurdu, diye düşünüyorum.

* Zorba, Aleksi Zorba’nın anlam arayışını konu edinen, hatta yaşamın bir anlamı olup olmadığını sorguladığı bir roman. Yazar, Zorba’da insanın hem Tanrısal hem de şeytani yanlarını göstermeye çalışmış. Zorba, geçmişin geçip gittiğini, geleceğin henüz gelmediğini, önemli olanın ânı yaşamak olduğunu düşünen yaşlıca bir karakter. Yaşadığı onca şeyden, edindiği sayısız tecrübeden sonra insanın bir canavar olduğu sonucuna varmış; medeniyetin insanı riyakârlaştırdığını, insan doğasına aykırı bir yaşama biçimini dayattığını düşünen, hiçbir şeye inancı kalmamış biri. 

* Anlatıcı ise kafayı okuyup yazmakla bozmuş, hayatı yaşamaya değer kılacak bir şeyler arayan, bir şeyler bulduğunda tatmin olmayıp arayışına devam eden otuz beş yaşlarında biri, bir mütereddit münevver J. Bu kişinin girişimciliği, patronluğu falan önemsiz hususlar bence.

* Romanın olay örgüsü temelde Zorba ve bu mütereddit aydının tanışmasına, Girit’te bir maden ocağı işletmeye çalışıp “başarısız” olmalarına dayanır. Fakat asıl olan bu ikilinin yaşam, yaşamın amacı, kadınlar, din(ler), savaş, milliyetçilik, sosyalizm gibi önemli konularla ilgili bazen yüzeysel bazen derinlemesine kurdukları diyaloglardır. Bu diyalogların, özellikle bu konulara ilgi duyan okurlar için merakla okunabilecek satırlar olduğu söylenebilir. Okur, ikilinin bu meselelerle ilgili olarak birbirlerine sordukları soruları kendi kendine de sormadan edemez, onların verdikleri ya da vermeye çalıştıkları cevapları da sorgulayacaktır pek tabii.

* Romanın Türkçesini genel olarak beğendim. Hayranlıkla okuduğum cümleler oldu. Mesela “Fellah veletleri gibi güneşten yanmış, çıplak ayaklı iki köylü çocuğu koşup valizleri yüklendiler. [s. 40]” cümlesindeki “fellah veletleri”** deyişi… Kimin aklına gelirdi ki böyle bir çeviri? Harika!

* Romanın film uyarlaması da varmış. İzlemedim ama merak etmiyor değilim, bir gün inşallah…

* Evet, kısa birkaç not alayım derken epey uzattım; fakat Zorba üstüne çok daha fazla şey söylenebilecek, enine boyuna tartışılmayı hak eden bir eser gerçekten. Doğrusu, bu satırları, eserle ve genel olarak Kazancakis’le ilgili pek bir şey okumadan yazdım. Umarım, yazarın diğer eserlerini okuyup, onu ve yapıtlarını yakından tanıyanlara da kulak vererek komşumuz olan ve az çok bizi de anlatan sanatçıyı ben de yakından tanırım.

Keyifli okumalar herkese…

* “Zorba, Yunan yazar Nikos Kazancakis'in ilk kez 1946'da yayımladığı romanıdır. Özgün adı Βίος και Πολιτεία του Αλέξη Ζορμπά (Transliterasyonu: Vios Kai Politeia Alexi Zorba, Türkçesi: Alexis Zorbas'nın Hayatı ve Maceraları) olan kitap İngiltere ve ABD'de Zorba the Greek (Türkçesi: Yunan Zorba) adıyla yayımlanmıştır.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Zorba_(roman) Erişim: 12.12.2021)

** Orijinal metinde de benzer şekilde geçiyor olabilir, bilmiyorum.

ALINTILAR:

Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. (s. 9. “Yazarın önsözü”nden…)

Güzelliğe lanet olsun, dedim, çünkü güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez. (s. 12. “Yazarın önsözü”nden…)

Kusura bakma patron ama, sen bir kâğıt faresisin. Şu zavallı sen de, hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin, ama göremedin. Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum, "Cehennem var mı, yok mu?" diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: "Bazı kâğıt fareleri için kesinlikle bir cehennem vardır." (s. 13. “Yazarın önsözü”nden…)

Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak... Sanırım ki, cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur. Başka hiçbir yerde düşlerle, bu [s. 29] derece sakin ve gerçekten daha kolay bir biçimde buluşamazsınız; sınırlar seyrekleşir ve en külüstür geminin bile direkleri filizlenip salkım verir; şu Yunanistan'da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir. [s. 30]

Sonunda ne zaman yalnız başıma, arkadaşsız ve sırf her şeyin düş olduğu gerçeğiyle birlikte ıssızlığa çekileceğim? Vücudumun hastalıktan, cinayetten, ihtiyarlık ve ölümden başka bir şey olmadığını görerek özgür, korkusuz, baştan başa sevinç içinde ormana ne zaman çekileceğim? Ne zaman? Ne zaman? (s. 40)

Zorba her şeyi, her gün ilk kez görmektedir. (s. 71)

Yıldızlar titriyordu. Deniz dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki sevdalı, altın sarısı-yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy damlıyordu. (s. 75)

Bilmiyordum. Neyin yıkılacağını iyi bilmekteydim ama, yıkıntılar üzerine neyin sıvanacağını bilmiyordum. "Bunu hiç kimse kesin olarak bilemez," diye düşünmekteydim, eski olan şey ele avuca sığar, sağlamdır, her an onu yaşar ve onunla savaşabiliriz. Gelecekteki şey daha doğmamıştır, tutulmaz haldedir, kaypaktır, düşlerin yaratıldığı malzemeden yapılmıştır, güçlü rüzgârların (aşk, olağanüstülük, talih ve Tanrı) çarptığı bir buluttur, seyrekleşir, sıklaşır, biçim değiştirir. En büyük peygamber, insanlara yalnız bir tek parola verebilir ve bu, ne kadar belirli değilse, veren o kadar çok peygamberdir. (s. 82)

Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. (s. 86)

Küçük çocukken hayalim alabildiğine işler, arkadaşlarıma olağanüstü şeyler anlatır, sonra onlara kendim de inanırdım. (s. 92. Hem içerik hem de üslup açısından buna çok benzer Pamuk cümleleri okuduğumu hatırlıyorum...)

Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu. (s. 102)

Konfüçyüs der ki: "Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır." (s. 113)

Yanımda bulunmadığın, yüzümün nasıl bir biçim aldığını görmediğin ve böylece ben de, aşırı duyarlı ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadığım şu anda, seni çok sevdiğimi söyleyebilirim. (s. 116)

Hayatım [s. 125] yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim. [s. 126]

[Kadın?]

"Bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının dikilmiş bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim yarattı?" (s. 137)

"Gerçek mutluluk budur: hiçbir yükselme tutkun olmadan bütün o tutkulu olduğun yüksekliklere erişmiş- [s. 144] sin gibi köpekçesine çalışmak. İnsanlardan uzak yaşayıp onları sevmek ve onlara gereksinme duymamak. Noel olunca, iyice yiyip içmek. Sonra bütün tuzaklardan yalnız başına kaçmak. Yıldızlar tepende, toprak solda, deniz sağda olsun ve birden, kalbinin içinde hayatın son çabasını da tüketip masal olduğunu duyasın. [s. 145]"

Yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur. (s. 148)

[Ben :)]

"Yakından gördüm onu patron; yanağında bir beni vardı ki, adamın aklını başından alır. Ne sırdır o benler be, kadının yüzünde!" (s. 152. Zorba konuşuyor…)

"Namussuz kadınların müthiş bir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin, hangisinin ise nefret ettiğinin kokusunu hemen aldıklarını söylemek istiyordum[.]" (s. 176)

"Cömert olmalı, parayı savurmalıyım; kadınlar böyle hareketler karşısında sersemler. Boktan yaratıklardır, kambur da olsan hepsini unuturlar. Hiçbir şeye bakmaz kokmuşlar; yalnız para saçan ele bakarlar!" (s. 177)

Küçük çocukken kuyuya düşme tehlikesi geçirmiştim. Büyüyünce de "sonsuzluk" sözcüğünün içine düşme tehlikesiyle karşılaştım ve birkaç başka sözcüğün içine daha: "Aşk", "umut", "anayurt" ve "Tanrı". Her yıl kurtulup ilerlediğimi sanıyordum. İlerlemiyor, yalnızca sözcük değiştiriyor ve buna "kurtuluş" diyordum. (s. 204)

Bugünün zehrini yitirmek istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike ânında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk. (s. 302)

"Yeni bir yol, yeni planlar!" diye bağırdı. "Artık dün- [s. 306] küleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. [s. 307]"

"Bil ki, gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır..." (s. 307)

"Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!" (s. 313. Hüseyin Ağa’dan…)

"Tam bu anda beklenmedik bir kurtuluş duyuyordum. Sanki, gereksinmenin sert ve aldatılması olanaksız kafatasının içinde, küçük bir köşede oynayan özgürlüğü bulmuş, onunla birlikte oynamaktaydım." (s. 327)

"Mutluluk, borcunu yerine getirmek demektir; borç ne kadar güç olursa, mutluluk da o kadar büyük olur..." (s. 329)

Zavallı insan, ruhunun çevresine, yüksek ve aşılmaz bir çit örmüş, içinde günübirlik vücut ve ruh hayatçığına düzen ve güvenlik sağlamaya çalıştığı küçük bir harman yapmıştır. Bu harmanın içinde her şey çizilmiş yolları, kutsal göreneği izlemeli; basit, kolay anlaşılır yasalara uymalıdır. (s. 332)

İnce kemikli boynunu kaldırıp sessizce içen Zorba'ya baktım. Ona bakıyor ve bu hayatın gerçekten ne şaşırtıcı bir sır olduğunu, insanların, fırtına tarafından kovalanan sonbahar yaprakları gibi nasıl birleşip ayrıldıklarını ve insanın bakışlarıyla sevdiği kimsenin yüzünü, vücudunu ve el hareketlerini boşuna yakalamaya çalıştığını, birkaç yıl sonra da, gözlerinin mavi mi, yoksa siyah mı olduklarını hatırlamayacağını düşünüyordum. (s. 335)

[İpi koparmak...]

"Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!" (s. 336)

Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum. (s. 337)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder