(Kazancakis, Nikos, Zorba, Yunanca aslından çeviren: Ahmet
Angın, Can Yayınları, 41. Basım, Temmuz 2021, İstanbul, s. 348.)
* Yazarın adını lise yıllarımda
duymuştum ilkin. Sanırım Prof. Dr. Şahin Uçar’ın bir yazısında, okunmasını
tavsiye ettiği yazarlardan biri olarak bahsi geçiyordu. İlginçtir, yıllardır
okumayı düşünmeme rağmen bir türlü okumadığım yazarlardan biriydi Kazancakis
(1883-1957). Sonunda tanıştık. İyi de oldu. Diğer eserlerine de bakabilirim
artık.
* Okuduğum baskı ile önceki
baskılar arasında ufak tefek farklılıklar olduğunu gördüm. Yapılan alıntılarda(n)
böyle bir şey fark ettim. Yayınevi ve çeviren aynı olmasına rağmen bu durum
neden kaynaklanıyor, bilmiyorum.
* Romanın adının Zorba olarak çevrilmesi biraz okuru
yanıltmaya yönelik bir hamle gibi görünüyor. Benim gibi pek çok kişi Zorba’nın bir kişinin adı olduğunu
düşünmemiştir, zorbalık yapan bir kişinin kastedildiğini düşünmüştür. Bu
nedenle orijinal adına* da daha yakın olacak şekilde en azından Aleksi Zorba şeklinde çevrilmesi daha
uygun olurdu, diye düşünüyorum.
* Zorba, Aleksi Zorba’nın anlam arayışını konu edinen, hatta yaşamın
bir anlamı olup olmadığını sorguladığı bir roman. Yazar, Zorba’da insanın hem
Tanrısal hem de şeytani yanlarını göstermeye çalışmış. Zorba, geçmişin geçip
gittiğini, geleceğin henüz gelmediğini, önemli olanın ânı yaşamak olduğunu
düşünen yaşlıca bir karakter. Yaşadığı onca şeyden, edindiği sayısız tecrübeden
sonra insanın bir canavar olduğu sonucuna varmış; medeniyetin insanı
riyakârlaştırdığını, insan doğasına aykırı bir yaşama biçimini dayattığını
düşünen, hiçbir şeye inancı kalmamış biri.
* Anlatıcı ise kafayı okuyup
yazmakla bozmuş, hayatı yaşamaya değer kılacak bir şeyler arayan, bir şeyler
bulduğunda tatmin olmayıp arayışına devam eden otuz beş yaşlarında biri, bir
mütereddit münevver J.
Bu kişinin girişimciliği, patronluğu falan önemsiz hususlar bence.
* Romanın olay örgüsü temelde Zorba
ve bu mütereddit aydının tanışmasına, Girit’te bir maden ocağı işletmeye
çalışıp “başarısız” olmalarına dayanır. Fakat asıl olan bu ikilinin yaşam,
yaşamın amacı, kadınlar, din(ler), savaş, milliyetçilik, sosyalizm gibi önemli
konularla ilgili bazen yüzeysel bazen derinlemesine kurdukları diyaloglardır. Bu
diyalogların, özellikle bu konulara ilgi duyan okurlar için merakla
okunabilecek satırlar olduğu söylenebilir. Okur, ikilinin bu meselelerle ilgili
olarak birbirlerine sordukları soruları kendi kendine de sormadan edemez,
onların verdikleri ya da vermeye çalıştıkları cevapları da sorgulayacaktır pek
tabii.
* Romanın Türkçesini genel olarak
beğendim. Hayranlıkla okuduğum cümleler oldu. Mesela “Fellah veletleri gibi
güneşten yanmış, çıplak ayaklı iki köylü çocuğu koşup valizleri yüklendiler.
[s. 40]” cümlesindeki “fellah veletleri”** deyişi… Kimin aklına gelirdi ki
böyle bir çeviri? Harika!
* Romanın film uyarlaması da
varmış. İzlemedim ama merak etmiyor değilim, bir gün inşallah…
* Evet, kısa birkaç not alayım
derken epey uzattım; fakat Zorba üstüne
çok daha fazla şey söylenebilecek, enine boyuna tartışılmayı hak eden bir eser
gerçekten. Doğrusu, bu satırları, eserle ve genel olarak Kazancakis’le ilgili
pek bir şey okumadan yazdım. Umarım, yazarın diğer eserlerini okuyup, onu ve
yapıtlarını yakından tanıyanlara da kulak vererek komşumuz olan ve az çok bizi
de anlatan sanatçıyı ben de yakından tanırım.
Keyifli okumalar herkese…
* “Zorba, Yunan yazar Nikos
Kazancakis'in ilk kez 1946'da yayımladığı romanıdır. Özgün adı Βίος και Πολιτεία του Αλέξη Ζορμπά
(Transliterasyonu: Vios Kai Politeia Alexi Zorba, Türkçesi: Alexis Zorbas'nın
Hayatı ve Maceraları) olan kitap İngiltere ve ABD'de Zorba the Greek (Türkçesi: Yunan Zorba) adıyla yayımlanmıştır.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Zorba_(roman)
Erişim: 12.12.2021)
** Orijinal metinde de benzer
şekilde geçiyor olabilir, bilmiyorum.
ALINTILAR:
Hayatımda bana en çok iyiliği
dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. (s. 9. “Yazarın önsözü”nden…)
Güzelliğe lanet olsun, dedim,
çünkü güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez. (s. 12. “Yazarın
önsözü”nden…)
Kusura bakma patron ama, sen bir
kâğıt faresisin. Şu zavallı sen de, hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş
görebilirdin, ama göremedin. Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi
kendime düşünüyordum, "Cehennem var mı, yok mu?" diye. Fakat dün
mektubunu alınca şöyle dedim: "Bazı kâğıt fareleri için kesinlikle bir
cehennem vardır." (s. 13. “Yazarın önsözü”nden…)
Bu dünyanın birçok zevkleri
vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her
adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak... Sanırım ki, cennette bile insanın
yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur. Başka hiçbir yerde
düşlerle, bu [s. 29] derece sakin ve gerçekten daha kolay bir biçimde
buluşamazsınız; sınırlar seyrekleşir ve en külüstür geminin bile direkleri
filizlenip salkım verir; şu Yunanistan'da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir
çiçeğidir. [s. 30]
Sonunda ne zaman yalnız başıma,
arkadaşsız ve sırf her şeyin düş olduğu gerçeğiyle birlikte ıssızlığa
çekileceğim? Vücudumun hastalıktan, cinayetten, ihtiyarlık ve ölümden başka bir
şey olmadığını görerek özgür, korkusuz, baştan başa sevinç içinde ormana ne
zaman çekileceğim? Ne zaman? Ne zaman? (s. 40)
Zorba her şeyi, her gün ilk kez
görmektedir. (s. 71)
Yıldızlar titriyordu. Deniz
dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki
sevdalı, altın sarısı-yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy
damlıyordu. (s. 75)
Bilmiyordum. Neyin yıkılacağını
iyi bilmekteydim ama, yıkıntılar üzerine neyin sıvanacağını bilmiyordum.
"Bunu hiç kimse kesin olarak bilemez," diye düşünmekteydim, eski olan
şey ele avuca sığar, sağlamdır, her an onu yaşar ve onunla savaşabiliriz.
Gelecekteki şey daha doğmamıştır, tutulmaz haldedir, kaypaktır, düşlerin
yaratıldığı malzemeden yapılmıştır, güçlü rüzgârların (aşk, olağanüstülük,
talih ve Tanrı) çarptığı bir buluttur, seyrekleşir, sıklaşır, biçim değiştirir.
En büyük peygamber, insanlara yalnız bir tek parola verebilir ve bu, ne kadar
belirli değilse, veren o kadar çok peygamberdir. (s. 82)
Bir mutluluğu yaşarken onu
kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz
da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. (s. 86)
Küçük çocukken hayalim
alabildiğine işler, arkadaşlarıma olağanüstü şeyler anlatır, sonra onlara
kendim de inanırdım. (s. 92. Hem içerik hem de üslup açısından buna çok benzer
Pamuk cümleleri okuduğumu hatırlıyorum...)
Mutluluğun, basit ve açık bir şey
olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin
uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların,
mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip
olması gerekiyordu. (s. 102)
Konfüçyüs der ki: "Pek
çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta;
ama mutluluk insanın boyu hizasındadır." (s. 113)
Yanımda bulunmadığın, yüzümün
nasıl bir biçim aldığını görmediğin ve böylece ben de, aşırı duyarlı ve gülünç
görünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadığım şu anda, seni çok sevdiğimi
söyleyebilirim. (s. 116)
Hayatım [s. 125] yanlış yola
sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar
düşmüştüm ki, bir kadına âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam
gerekse, kitabı seçerdim. [s. 126]
[Kadın?]
"Bu kararsızlık geçidini,
şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının dikilmiş
bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti,
bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim
yarattı?" (s. 137)
"Gerçek mutluluk budur:
hiçbir yükselme tutkun olmadan bütün o tutkulu olduğun yüksekliklere erişmiş-
[s. 144] sin gibi köpekçesine çalışmak. İnsanlardan uzak yaşayıp onları sevmek
ve onlara gereksinme duymamak. Noel olunca, iyice yiyip içmek. Sonra bütün
tuzaklardan yalnız başına kaçmak. Yıldızlar tepende, toprak solda, deniz sağda
olsun ve birden, kalbinin içinde hayatın son çabasını da tüketip masal olduğunu
duyasın. [s. 145]"
Yüzyıllık yasaları oldubittiye
getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.
(s. 148)
[Ben :)]
"Yakından gördüm onu patron;
yanağında bir beni vardı ki, adamın aklını başından alır. Ne sırdır o benler
be, kadının yüzünde!" (s. 152. Zorba konuşuyor…)
"Namussuz kadınların müthiş
bir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin,
hangisinin ise nefret ettiğinin kokusunu hemen aldıklarını söylemek
istiyordum[.]" (s. 176)
"Cömert olmalı, parayı
savurmalıyım; kadınlar böyle hareketler karşısında sersemler. Boktan
yaratıklardır, kambur da olsan hepsini unuturlar. Hiçbir şeye bakmaz kokmuşlar;
yalnız para saçan ele bakarlar!" (s. 177)
Küçük çocukken kuyuya düşme
tehlikesi geçirmiştim. Büyüyünce de "sonsuzluk" sözcüğünün içine
düşme tehlikesiyle karşılaştım ve birkaç başka sözcüğün içine daha:
"Aşk", "umut", "anayurt" ve "Tanrı".
Her yıl kurtulup ilerlediğimi sanıyordum. İlerlemiyor, yalnızca sözcük
değiştiriyor ve buna "kurtuluş" diyordum. (s. 204)
Bugünün zehrini yitirmek
istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike ânında bize, kaçma anlamında bir şey olarak
görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk. (s. 302)
"Yeni bir yol, yeni
planlar!" diye bağırdı. "Artık dün- [s. 306] küleri hatırlamaktan,
yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor
beni. [s. 307]"
"Bil ki, gerçek kadın,
erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır..." (s. 307)
"Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi
kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını
başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan
yüreğini yaralama!" (s. 313. Hüseyin Ağa’dan…)
"Tam bu anda beklenmedik bir
kurtuluş duyuyordum. Sanki, gereksinmenin sert ve aldatılması olanaksız
kafatasının içinde, küçük bir köşede oynayan özgürlüğü bulmuş, onunla birlikte
oynamaktaydım." (s. 327)
"Mutluluk, borcunu yerine
getirmek demektir; borç ne kadar güç olursa, mutluluk da o kadar büyük
olur..." (s. 329)
Zavallı insan, ruhunun çevresine,
yüksek ve aşılmaz bir çit örmüş, içinde günübirlik vücut ve ruh hayatçığına
düzen ve güvenlik sağlamaya çalıştığı küçük bir harman yapmıştır. Bu harmanın
içinde her şey çizilmiş yolları, kutsal göreneği izlemeli; basit, kolay
anlaşılır yasalara uymalıdır. (s. 332)
İnce kemikli boynunu kaldırıp
sessizce içen Zorba'ya baktım. Ona bakıyor ve bu hayatın gerçekten ne şaşırtıcı
bir sır olduğunu, insanların, fırtına tarafından kovalanan sonbahar yaprakları
gibi nasıl birleşip ayrıldıklarını ve insanın bakışlarıyla sevdiği kimsenin
yüzünü, vücudunu ve el hareketlerini boşuna yakalamaya çalıştığını, birkaç yıl
sonra da, gözlerinin mavi mi, yoksa siyah mı olduklarını hatırlamayacağını
düşünüyordum. (s. 335)
[İpi koparmak...]
"Güç, patron, çok güç! Bunun
için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var
ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu
kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip,
her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu
sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu
demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana?
Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!" (s. 336)
Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum. (s. 337)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder