Mülayim Uslucan farklı bir habitat arayışındaydı. İnsana uygun görülen yaşam alanlarıyla arası enikonu açılmıştı. Suya, toprağa, ağaç kabuğuna, yarpuza ve sabah çiyine duyduğu özlem çok şiddetlenmişti. Ne yapacağını bilmez hâldeydi. İçine düştüğü durumu izah etmeye çalışıyor, uzun uzun düşünüyordu: “İlkel” bir hayata mı özlem duyuyordu, “dağ adamı” olma hevesine mi kapılmıştı, nadir görülen bir hastalığa ya da bir tür nostaljiye tutulmuştu da farkında mı değildi?.. Bazen karamsarlığa kapılıyor, “Sanırım beni toprak çağırıyor,” diyordu. Aslında ölümden korktuğu yoktu; hiç yaşamamış olmak zoruna gidiyordu.
Boş vakitlerinde soluğu parklarda
alıyor; paytak paytak yürüyen kargaları, cingöz serçeleri, mahzun güvercinleri
seyrediyor, nadiren bir ibibik gördüğünde dünyalar onun oluyordu. Havuzlarda esaret
altına alınmış sulara dalıyor, o esir sulara acıyordu. Ceplerini pelitlerle, pelit
kabuklarıyla, çınar yapraklarıyla dolduruyor, rastladığı farklı kuş tüylerini
yanında taşıdığı zarfa özenle yerleştiriyordu. Ağaçlara sarılıyor, kabuklarını
kokluyor, kabuklardaki yosunları inceliyordu. Tırmanıp üst dallardaki
göveleklerden (ökse otu) bir tutam koparabilseydi ne iyi olurdu!.. Doğrusu,
olmayacak iş değildi; bir sabah daha hava yeni aydınlanırken birkaç dakikada
hallederdi. Sonra mazı kümelerinin arasına girip kazandığı zaferin tadını kahve
içerek çıkarırdı.
Elbette, Thoreau kadar cesaretli olduğun
söylenemez Mülayim, ama bu kadarını yapabilirsin. Bol şanslar dostum!
28.12.2024, Ct.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder