Ben duygularını saklayan biri olmadım, belki istesem de olamazdım. Birini sevdiysem söyledim, sevmediysem de belli ettim. Aynı şekilde kişisel özelliklerimi, bunalımlarımı, hayallerimi, yapıp ettiklerimi de sadece kendime saklamadım. İnsanlara genel bir güvensizliğim olmasına rağmen birine açılınca da açılıverdim, temkini elden bıraktım.
Oysa sağda
solda, özellikle sosyal medyada gizli olunması, bir işe girişilmişse sonuca
ulaşıncaya kadar kimseye bahsedilmemesi falan salık veriliyor; negatif enerji
miymiş, hasetçilerin şerri mi, artık her neyse birtakım olumsuzluklardan böyle
kurtulabilirmişiz. Zaten kimse ulu orta planlarını anlatmıyor, arkadaş
çevremize söylesek ne olur? Söylemeyin, diyorlar. Bir kitap mı yazıyorsun,
söyleme; epey birikim mi yaptın, söyleme; yeni bir ilişkin mi başladı, söyleme;
ev veya araba mı aldın, söyleme… Valla böyle şeyleri söylemekten kaçınacağım
biriyle neden konuşuyorum ki zaten? Hiç konuşmam daha iyi.
Sanırım bu
sebeple, bu kafaya sahip olduğum için pek arkadaş da edinemedim. Galiba, insanlar
çevrelerini çeşitli kriterlere göre halkalara ayırıyorlar. Çekirdek aileden
topluma doğru halka halka genişleyen bir düzenleme yapıyorlar. Böyle düzenleme
yapacak genişlikte bir çevrem olmadığından tanışıp konuştuğum üç beş insana da
ketum olamadım, yeri geldi dökülüp saçıldım. (“Dökülüp saçılmak” deyimi bu anlamda
kullanılmıyor ama dursun bakalım böyle.)
Doğrusu, yanlış yaptığımı anladığım sonuçlarla da karşılaştım, ama pek de farklı davranmak istemiyorum. Sürekli hesap kitap benim için yorucu, yıpratıcı... “Amaaann,” diyesim geliyor, “belki de en iyisi günlükle konuşmak, günlükle dertleşir gibi kendi kendimize konuşmayı artırmak!” Evet, yazayım ben. Son haftalarda bloglarım azalmıştı, azalmasın, artsın… Şu çağda insanın kendi kendine konuşabilmesi, kendini oyalayabilmesi bir meziyet belki de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder