(Atay, Oğuz; Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Eylül 1975)
NOTLAR:
Alıntıları bu baskıdan yaptım. Sayfa numaraları pek işe yaramayabilir; kitabın İletişim'den çıkan yeni baskılarında sayfalar farklıdır. Alıntılarda imlaya dokunmadım. Pek çok hata fark ettim. Sadece bir iki önemli hataya değineyim: Sayfa 182'de Fuzûlî'den yapılan bir alıntıda mısraların yeri karışmış. 15. bölümün numarası yok, sadece başlık (FOTOELASTİSİTE) atılmış.
12 numaralı YORGUN ADAM başlıklı bölümde Yahya Kemal, Behçet Kemal, Ümit Yaşar gibi şairlerin isimleri geçiyor. Dönemin meclislerinden, yapılan sohbetlerden, sohbetlerin nerede yapıldığından, kimlerin katıldığından vb bahsediliyor. Belki önemsiz gibi görünen fakat işe yarar bir bilgi kırıntısı bulunabilir diye belirteyim istedim bunu. Yine aynı bölümde İnan'ın dil, özellikle etimoloji merakına bazı örnekler de verilerek değinilmiş. Daha önceki sayfalarda da üstünde durulmuştu bu merakının, ayrıca şiirler ezberlediğinden vb bahsedilmişti. Özellikle bu bölümü okurken -daha önceki sayfalarda da zaman zaman- Oğuz Atay'ı düşündüm. Sanki Atay, İnan'ı değil kendini anlatıyormuş gibi geldi bana. Yani kafamdaki Atay'la, Atay'ın anlattığı İnan arasında benzerlikler kuruverdim. Bu konuda kesin bir şey söyleyemem çünkü Atay'ın hayatını ayrıntılı şekilde bilmiyorum.
13 numaralı TEORİ VE PRATİK ve 14 numaralı HER ŞEYLE UĞRAŞAN ADAM başlıklı bölümlerde de dile olan merak ve ilgisine değinilmiş. 13 nolu bölümde eğitim-öğretim, zihniyet vb konular hakkındaki fikirleri de mevcut.
FOTOELASTİSİTE başlıklı bölümde hem bu konudan bahsedilmiş hem de bilim (özellikle matematik, fizik) tarihiyle ilgili bilgiler verilmiş.
17 nolu İLİM VE İDARE başlıklı bölümde 27 Mayıs 1960 Darbesi'ne bakışı verilmiş. Erdal İnönü, Süleyman Demirel vb gibi tanıdık isimler geçiyor ayrıca.
18 nolu BİR PROFESÖRÜN ÖLÜMÜ başlıklı bölümde, İnan'ın tedavi süreci (daha önceki bazı bölümlerde olduğu gibi burada İnan ailesinin maddi sıkıntıları da vurgulanıyor: Almanya'daki tedavi masrafları vb) ve ölümüyle ilgili bilgiler veriliyor.
19 numaralı SONUÇ başlıklı bölüm, İnan'ın (bir bakıma Oğuz Atay'ın) eğitim-öğretim konularındaki âdeta bir manifesto niteliğindeki düşünceleriyle sonlanıyor. (Bu bölümden çok uzun bir anlıntıyı ayrı bir başlıkla yayımlayacağım.) Bu bölümde postmodern roman tekniklerinden biriyle de karşılaşıyoruz: orta yaşlı profesör anlatıcı, Mustafa İnan'ın kendisi oluveriyor. Meğer öldükten sonra bize kendisini anlatıyormuş.
Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan'ı okumayan varsa daha fazla gecikmesin derim. Ben çok keyif aldım, çok şey öğrendim.
ALINTILAR:
"'Bilimle ilgileneceksen bunu bilime yakışır bir biçimde yapmalıyız. İnsanların yaşantılarında dedikodunun ötesinde bir şeyler bulmaya çalışmalıyız, değil mi?'" s. 14
"'İnsanlarımız, bazı madenler gibi çabuk ısınır ve çabuk soğurlar.'" s. 17
Mustafa İnan'ın çocukken damdan düşmesiyle ilgili olarak:
"'Mustafa İnan o sırada ölseydi,' dedi, 'belki de uzun yıllar, mekanik kolunda iyi bir öğreticiden yoksun kalacaktık. Belki de dün seninle tanışamayacaktık, belki hiç bir zaman tanışamayacaktık. Yani demek istiyorum ki bizim ülkede her şey pamuk ipliğine bağlı. Belki de nice Mustafa İnanlar damdan düştükten sonra bir daha kendilerine gelememişlerdir; belki de daha önceleri, doğum sırasında filân ölmüşlerdir.' Genç adama hafif alayla bakarak gülümsedi: 'Belki nice Mustafa İnanlar da bütün görünmez ve görünür kazaları atlattıkları halde, ne yapacaklarını bilemedikleri için damdan düşmekten beter olmuşlardır. Ne dersin?'" s. 21
"Biraz düşündü profesör. Sonunda, 'Anlıyor musun?' dedi, 'Bizde neden kolayca bilim adamı yetişmediğini? Bilimin küçük yaşta başına gelenleri görüyor musun? İşte bilimin ana vatanı Batı, Adana'ya gelmişti; üstelik yalnız pasta ikram etmiyordu küçük çocuklara: Kuvayı Milliye çeteleri düşmana karşı direnişe başladığı için yolları, köyleri uçaklar bombalıyordu. Mahalle mektebi bitmeden, dayak korkusu bitmeden, düşman korkusu başladı Mustafa'da. Bir Newton'u mahalle mektebinde, falaka korkusuyle, anlamadığı bir dilin alfabesiyle ve kelimeleriyle savaşırken düşünebiliyor musun? Ya da Leibniz'i dört yaşında damdan düşerken gözünün önüne getirebilir misin?'" s. 24
"Mustafa İnan için hiç bir konu önemsiz değildi; bence onun hiç bir merakı, gelip geçici bir heves değildi." s. 29
"'Bana kalırsa kimse, meselâ matematikle neden uğraştığını hiç bir zaman tam olarak bilemez. Önemli olan, geri dönmeyi göze alamayacağımız kadar yol gitmiş olmaktır bir konuda.'" s. 31
"Genç adam başını kaldırdı: 'Mekanik insanı heyecanlandırır mı?' 'Hem de nasıl. Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.'" s. 33
"'Şimdi bu kanunu arza tatbik edelim,' dedi Mustafa İnan, 'yani şu bizim küçük dünyamıza. Meselelere yukardan bakmayı bildikten sonra dünya gibi gezegenler insana çok küçük görünür.'" s. 34
"Mustafa düşünüyordu: 'n' bilim demekti, soyutlama demekti; meselelere Newton'un yaptığı gibi yukardan bakabilmek demekti. Bu 'n'i herkese anlatabilmeliyim, herkes 'n' nedir ['ne nedir' şeklinde de okunabilir :)] öğrenmeli benden. Bir öğretmen olmalıyım ve demeliyim ki arkadaşlar bu 'n' ..." s. 41
"'Herkes kendi toplumunda yaşar: iki ayrı millet gibi. 'Kuşlar' [çalışkanlar, inekler] da ötekileri küçümser tabiî.' Güldü: 'Şu iki milleti aynı bayrak altında toplayabilseydik, belki biz de bilim savaşında bazı toprakları ele geçirebilirdik.'" s. 45
"Bahçedeki dut ağacının altında bir açık hava okulu açmıştı arkadaşlarına. Eski Yunan'da olduğu gibi, çevresinde hayranları, yürüyerek anlatıyordu: 'Okumalısınız.' Neden okusunlar Mustafa? Sen okuduklarını onlara anlatıyorsun ya." s. 48
"Cumhuriyetin ilk yıllarıydı, daha söz ayağa düşmemişti; vatan-millet-sakarya bir edebiyat haline gelmemişti; daha herkes sözünün eriydi." s. 56
"Bu okulun da leylî meccanîsi varmış. İnan ailesinin temel desteğiydi 'leylî meccanî'. Aferin Leylî Meccanî, sen olmasan ne yapardık?" s. 59
"'Bir üniversiteye gir bakalım, işlerin neden yapılmaması, yürütülmemesi gerektiği hakkında çok akıl hocası bulursun. Ve memleketin haline öyle üzülmeye başlarsın ki üzülmekten başka bir şey yapmaya gücün kalmaz. Ülkeyi kurtarma heyecanından tıkanıp kalırsın.'" s. 63
"Düşünmek zordu, düşünmek büyük bir enerji istiyordu. Hele yaratıcı, araştırıcı düşünce için yorulmak gerekiyordu; belki sağlam kafa sağlam vücutta bulunuyordu, ama galiba sağlam vücutlar, Mustafa Beyin nahif bedeni kadar yorulmak istemiyordu, ya da bu sözde bir eksiklik vardı; belki de bu söz, daha uzun bir cümlenin bir parçasıydı. Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini, öğrendiklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmemişlerdi. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu. Doğuyu, tedirgin etmeden, Batıya yaklaştırmak gerekiyordu. Riyaziyeci Mustafa'nın işi zordu." s. 84-85
"'Bazıları hayatları boyunca yürürlükte kalan bir 'İç Yönetmelik' yaparlar kendileri için. Hayatları boyunca bu yönetmeliğe uygun bir yaşantı sürdürürler. Mustafa gibi, daha tabiî yaşamayı, eğilimlerine uygun yaşamayı seçenler için böyle bir yönetmeliğe göre yaşamak oldukça zordur. Belki de kendilerine güvendikleri için, böyle bir 'iç yönetmelik' gereksizdir onlar için.'" s. 111
"Mustafa İnan onlar gibi düşünmüyordu; ama onları da ayıplamıyordu. Kendini para kazanmak zorunda hissedenlere her zaman anlayış göstermişti. Kendisine getirilen işleri arkadaşlarına devrederdi; dışardan proje alan asistanlarını hoşgörü ile karşılardı. Kimseyi Mustafa İnan gibi davranmaya zorlamazdı; onu böyle olmaya kimse zorlamamıştı ki." s. 121
"Onun için demişlerdir ki: "Gençliğine doyamadan profesör oldu." Çünkü bir insan olsa olsa ne olur? En çok profesör olur. Daha sonra ne olur? Hiç." s. 176
"Bunu nasıl değiştirmeli? diye düşündü Mustafa İnan; Bu zihniyeti nasıl ortadan kaldırmalı? diye düşündü Mustafa İnan. Ne yapalım Mustafa İnan? Böyle aşamaları herkes senin gibi kolaylıkla aşamıyor, dünyanın düzeni Mustafa İnan gibilere göre yapılamaz Mustafa İnan. Bu dünyanın düzeni bizim gibi olanlara göre ayarlanır. Biz de zamanında profesörün çantasını taşımıştık, paltosunu tutmuştuk, kitaplarını, makalelerini temize çekmiştik. Şimdi yorulduk artık: Paltomuzu tutacak, çantamızı taşıyacak genç asistanlara ihtiyacımız var. Yok, dedi Mustafa İnan. Var, dediler onlar, her şeyin bir hikmeti var: Böyle gelmiş böyle gider Mustafa İnan." s. 176-177 [İnan'ların bazısını inan şeklinde okuyunca da oluyor :)]
"Mustafa İnan hoca arkadaşlarıyla tartışmayı sevmiyordu. Genellikle tartışmayı sevmiyordu: çünkü bilmediği konularda konuşmayı sevmezdi; bildiği konularda tartışmayı istemiyordu, çünkü onları kesin olarak biliyordu, neden tartışsın? En basit bir konuyu bile, tartışmak için fırsat bilenlerden de hoşlanmazdı." s. 180
""Başkalarını zemmederek kendini guya yükseltmeye çalışmanın hiç bir zaman muteber olmayan sakîm ve ucuz bir 'şark' âdeti olduğunu belirtmek isterim."" s. 181
""Bilir misin Mustafa bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım [İnan'ın eşi] anlatırdı: "Yahu Jale, düşünebiliyor musun: adam samimi değil," dermiş."" s. 186
""Mustafa İnan 1941 yılında doktorasını bitirerek Türkiye'ye dönünce fotoelastisiteyi [doktora konusu] de yanında getirmişti."" s. 200
"Mustafa Hoca, yurda döndükten yirmi beş yıl sonra fotoelastisiteyi merak eden birini bulmuştu." s. 201
"Gözlerini boşluğa dikti, "Ah insanlarımız," dedi, "Ah insanlarımız. Ah küçük hesaplarımız. Ah dün akşam ne yediğini unutanlarımız."" s. 205
"Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir; bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir; bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin 'kuvvetli' olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim; çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?" s. 216
"Dürüst oluşumu da gözümde büyütmedim; bu bir bünye meselesidir: Bazı bünyelere doğru yoldan ayrılmak dokunur. Zaten bilimle uğraşırsanız, bu konularda fazla uğraşacak vaktiniz kalmaz. Başka bilginleri kıskanacak kadar bile vakti yoktur insanın. Ve başkalarından ne kadar üstünüm demeye hiç vaktiniz kalmaz. Başkalarının yetersizliğini görüp de sırf bu yüzden kendinizi beğenecek vaktiniz de kalmaz. Bununla birlikte birçok şey için vakit vardır. Bilimi sevimli göstermek için ne yapmalı? bunun için de çok vaktiniz vardır. Öğrencilerin kafasının içine nüfuz nasıl edilir için de vaktiniz vardır. Hele sizin gibi bilim adamı olmak isteyenlere yol göstermek için sonsuz vaktiniz vardır. Dünyada neler olup bitiyor, insanlık nereye gidiyor demeye çok vaktiniz vardır. Peki bütün bunlar için neden vaktiniz vardır? Çünkü 'salifüzzikir', yani 'yukarıda belirtilen' ve insanın boşuna vaktini almaktan başka işe yaramayan işlere hiç vaktiniz yoktur da ondan. Tabii bu arada -isterseniz- dinlenmeye, yaşamaya, insan gibi gezip eğlenmeye de vaktiniz vardır; günün birinde aklınızı kullanamayacak kadar yorulmak istemiyorsanız, bunlara da vaktiniz vardır. Yani sözün kısası kendi istediğiniz bir şeyi yapmaya, insanlara örnek olmaya çok vaktiniz vardır. Söylemeyi zait addediyorum, ama esaslı düşünmeye çok vaktiniz vardır, her şeyden çok bunu yapmaya gücünüz vardır." s. 216-217
""Bir ülkümüz olsa bile önce karnımız doymalı arkadaş gibi bir ucuz felsefeye başvuruyoruz hemen."" s. 261
""Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi. Nerde eski dalgın profesörler!"" s. 261 [Bu sözler Erdal İnönü'den de aktarılıyor olabilir. Bakmak lazım.]
Çok uzadı ama manifesto niteliğindeki son alıntıyı da yapalım:
"İşte delikanlı, ilk okul sıralarından başlayarak 'kendi bacağından asılan koyun' felsefesiyle yetiştirilenlere asla itibar etmeyeceksin. Onların arasından ülkeye yararlı birinin çıktığı görülmedi. Çıkarcıların sana hiç bir zaman engel olamayacağını bileceksin. İşte bu durumlar ve şartlar altında endişelere kapılmadan önce ne yapılabileceğini düşüneceksin. Ve hiç bir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başarısızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat kurtarmaz. Bunu çok iyi bileceksin. Elbette dünyayı tanıyacaksın ve kendi ülkenin durumu üzerinde düşüneceksin. Bir aydından zaten başka türlü bir davranış beklenebilir mi? Elbette 27 Mayıstan önceki öğrencilerim gibi dünyadan habersiz yaşamayacaksın. Fakat 27 Mayıstan sonraki öğrencilerim gibi de olayları fırsat bilerek 'ilmin rehberliğinden ayrılmamak' ilkesini unutmayacaksın. Devrimci oldun diye, sana verilen bilgileri öğrenmeden yükselmek hakkına sahip olmadığını unutmayacaksın. Dürüst bir aydın olarak görevini yaptın diye, başarıdan böyle yağma payı almaktan utanacaksın. Bırak siyasette başkaları yükselsin. Sen de siyasette yükselmek istiyorsan bilimi kendine basamak yapmayacaksın. Yoksa yaptıklarını sonunda kendin bile beğenmezsin. Yaptıklarını beğenmeyen bir kimsenin başkalarına nasıl yararı dokunur?
Biliyorum birçok zorluk yaşayacaksın. Hepsini şimdiden görür gibi oluyorum. Talihli olarak küçük bir burs bulsan bile yurt köşelerinde sürünebilirsin. Binbir güçlükle soğuk bir banyoda yıkandıktan sonra, arkadaşlarından utanarak havlular içinde büzülerek yurdun tek sıcak yeri olan okuma salonunda çalışan arkadaşlarının arasında kurumak zorunda kalabilirsin. Her sabah insanlarımızın balık istifi olduğu bir otobüste kendine ve resim tahtana bir yer bulabilmek için, sabah karanlığında yollara düşmek zorunda kalabilirsin. Hatta ısınmak için okul yerine kahveye gitmeyi bile isteyebilirsin. İşte bu durum ve şartlar altında bile her zaman amacının ne olduğunu gözden kaçırmamalısın. İnsanları etkilemek, insanlara söz geçirmek, sesini duyurmak istiyorsan, bütün bunları yapabilecek yetenekte olduğunu göstermelisin. Yoksa sonunda sıradan bir insan durumuna gelirsen, kimse senin kötü şartlar altında bu duruma düştüğünü düşünmez, kimse sana gençliğinde iyi beslenmedin diye, sırf bu yüzden itibar etmez. Bir gün gelir de kendini gösterebilirsen, sen bütün bu zorlukları yaşamış olduğun için, bu zorluklara çare bulmak için herkesten daha gerçekçi davranabilirsin. Yok, eğer sen de acı çekme sıramı savdım,. artık öğrencilerim üzülsün, asistanlarım çanta taşısın, doçentlerim olduğu yerde saysın diye hissedersen sana da herkese de yazık olur. Hissedersen diyorum, böyle acıklı bir duruma 'düşünme' adını veremiyorum çünkü. İstersen elbette öğrencilerini korkutabilirsin. Bundan kolay ne var? Genç bir hoca arkadaş vardı. Ölen profesörünün yerine birdenbire ders vermek zorunda kalmıştı. Öğrencinin karşısına çıkmaktan korkuyordu, ders vermekten korkuyordu, başaramam diye korkuyordu. Çünkü profesörü, ona ders verme imkânını ancak ölümüyle tanımıştı. Genç arkadaşımız da korkusunu gizlemek için, hocasının yapmış olduğu gibi korkutmayı denedi. Çekingenliği örtmek için küstahlığı denedi. Yumuşaklığını örtmek için öfkeyi denedi: Ders anlatırken öfkesinden kekeliyordu. Beceriksizliğini örtmek için de öğrenciyi suçlu bulmayı denedi. Kendine güvensizliği örtmek için, derste olur olmaz zamanlarda, yerli yersiz kendini övmeyi, ne kadar bilgili olduğunu anlatmayı denedi. Öğrenciyi yıldırmak için, kendi öğrenciliğini efsaneleştirmeyi denedi: Onlar gibi olmadığını, nasıl üstün bir öğrencilik dönemi geçirmiş olduğunu anlattı durdu. Fakat bu arkadaş daha öğrenciyi imtihan etmeden, öğrenci onun hakkında notunu verdi: Bu hocayı, hocalıktan sınıfta bıraktı. Öğrenci durumu sezmişti tabii: Çünkü öğrenci tek bir kişi değildir, yüzlerce gözdür, kulaktır, beyindir. Öğrenciyi, bu talihsiz arkadaşımız gibi, bir düşman olarak karşısına alanlar için öğrenci gerçekten ürkütücü bir devdir. Arkadaşımızın denemiş olduğu oyun, gerçekten tehlikeli bir oyundur. Sonunda belki öğrenciyi ürkütmeyi başarırsın, ama öğretmeyi ve saygı uyandırmayı hiç bir zaman başaramazsın. Ben sana başka bir yol teklif ediyorum. Öğrenciliğinde hocalar seni yanlarına bile yaklaştırmamış olabilirler; sen bütün öğrencilerinle arkadaş olmayı dene. Asistan olduğun zaman profesörün seni odasına bile yaklaştırmamış olabilir; sen bütün asistanlarını odana çağır, hatta evine çağır. Ve sana ne de olsa birilerinin bir zamanlar bir şeyler öğretmiş olduğunu düşünerek, herkese her şeyi öğretmeye çalış. Ve insanın ciddi olduğu zaman hiç bir şekilde gülünç olmadığını hiç unutma.
Senden Hazreti Eyüp Sabrı istediğimi biliyorum. Ama unutma ki, sana boyun eğmeyi tavsiye etmedim hiç bir zaman. Gerekince öfkelenebilirsin, haksızlığa karşı çıkabilirsin. Ama bu öfke bir işe yaramalıdır. Öfkelenirken, içinden kimseye kızmamalısın. Doğru bildiğin şeyler adına öfkelendiğini bilmelisin. Kendi adına ve kendini tatmin etmek için ayağa kalkarsan, duyarlı bir insan olarak sonradan çok üzülürsün. Benim temkinli ve soğukkanlı olduğumu söylerler. Oysa ben de kızardım; ama insanlara değil, kavramlara, soyut şeylere öfkelenirdim: Öğrencilerime değil, tembelliğe ve ikiyüzlülüğe ve fırsatçılığa ve samimiyetsizliğe ve kopyacılığa kızardım. Biraz da gülelim istersen bu arada: Bir gün imtihanın birinde, bir öğrencimin elini aceleyle cebine soktuğunu ve bir şey çıkardığını gördüm. Yanına yaklaşarak, elinde ne var? dedim yavaşça. Avcunu büsbütün kapadı. Ben ısrar ettikçe yumruğunu daha büyük bir güçle sıkıyordu. Sonunda gevşedi, avcu sanki kendiliğinden açıldı: İçinde bir lira duruyordu, aceleden ancak onu çıkarabilmişti cebinden. Gülmekten başka çare yoktu; ikimiz de öyle yaptık.
İhtiyarlardan durmadan öğüt dinlemek de sıkıcı olabilir. Gerçekten ihtiyarlarımız bu haklarını çok istismar etmişlerdir, kullanmışlardır. İnsan onları dinledikten sonra çoğu zaman kendi aklını daha çok beğenmeye başlar. Bununla birlikte, ben bu bakımdan biraz imtiyazlı sayılmalıyım; çünkü benimle ilgilendin, hayat hikâyemi merak ettin. İstiyorum ki ondan yararlı bir şeyler çıkar. İstiyorum ki aslen Malatyalı olup Adana'da Rabia'dan doğan Hüseyin Avni oğlu 1327 tevellütlü Mustafa İnan sana gerçekten bir şeyler öğretebilmiş olsun. Onun bilim dünyasındaki serüvenleri sana örnek olsun istiyorum. İstiyorum ki öğrencilerim yalnız kitaplarımdan, makalelerimden değil, pek uzun sayılmayan hayatımdan da bir şeyler öğrenebilsin. Artık onlarla yüz yüze gelmek imkânından mahrum bulunduğuma göre, istiyorum ki serüvenlerimi okusunlar ve bu maceralarım, öğrencilerimle ölümümden sonra bile konuşabilmemi sağlasın. Onlara yararı dokunacağını düşünseydim sağlığımda yazardım maceralarımı. Artık bu görev size düşüyor.
Beni, tanıyabildiğiniz kadarıyle, insanların gözünde öyle canlandırın ki, ölmezlik diye bir şey varsa, yani ölmezlik denilen şeyin yaşayanlara bir yararı varsa, bunu benim adıma siz başarın. Beni yaşatmayı denerseniz, size de karşı çıkacaklar. Ülkemizde bir şey yapmak isteyenlere karşı çıkanlar daima var olmuştur. Eski arkadaşlarımdan biri, bana Mustafa'yı sormaya gelirlerse kovarım onları, diyormuş; sizden duydum. Ona gitmeyin tabii. Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım edilemez. Böylelerine karşı bazen ben bile çaresiz kalırdım, onları ben bile kurtaramazdım. Böyle bozuk seslilere karşı en iyi çare, onları sesleriyle baş başa bırakmaktır. Bırakın kötü sesleri yalnız kendileri dinlesinler. Her karşı çıkanı da kötü niyetli bulmayın; çünkü büyük divan şairi Nabi ne diyor: "Sitem hep aşinalardan, bigânelerden gelmez" diyor. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum delikanlı. Bizim gibilerin birbirini tanıması gereklidir. "Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil". Bu arada belki şu Divan şiiri tutkum da ilgini çekmiştir; olur ya belki sen de merak salarsın bu işe. Evet, öyle olur, biliyorum. Çünkü sen de benim gibi saf bir taşralısın: Güzele ve iyiye kapalı değilsin.
Kapalı olmamaya çalışacağım dedi genç adam Mustafa İnan'a. 'Kapalı sistemler'in yararsızlığını sizinle konuşmamış mıydık? Buna çok sevindim dedi Mustafa Hoca; yani hem kapalı olmamak istediğine, hem de benim düşüncelerimle ilgilendiğine sevindim. İnanıyorum ki 'Düşünce Sanatı' gibi, benim biraz uğraştığım meseleleri, siz daha açık olarak göreceksiniz. Zaten beni incelerken bile, bu konularla oldukça uğraştınız; her şeyi de böyle uğraşırken bulacaksınız. Bu sebeple size daha fazla nasihat vermek gereksiz. Bana müsaade.
Merak etmeyin hocam dedi delikanlı; galiba ne demek istediğinizi biraz anladık. Ne anladığımızı çok iyi ifade edemiyorsak da gene başkalarına anlatmaya çalışacağız. Kimseler böyle meseleleri henüz mesele etmediği için, bunları kendine dert etmediği için, bu ihtiyacı henüz duymadığı için, bunu yapmamız daha da gerekli oluyor. Ne yapalım? Sizin sırlarınızı çözmek kolay mı? Onun için acemiliğimizi bağışlamanızı istiyoruz. Yalnız sizin bizi bağışlamanızı istiyoruz; yoksa, kapalı kapılar ardında bize karşı homurdanacak olanların 'tolerans'ına ihtiyacımız yok; bu 'sakîm ve ucuz şark âdeti'ni ben de sevmiyorum efendim. Bize, neden bu kadar uğraştınız? başka işiniz mi yok? diyeceklerdir. Ben de onlara derim ki: Siz Hocanın artık bilime hizmet etmesini istemiyorsunuz. Mustafa İnan'a, "İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 1944’lerde başlayıp, 1967'deki vefatına kadar, tatbiki mekanik bilim dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olması dikkate alınarak 1971 yılı HİZMET ÖDÜLÜ" verilmedi mi? Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun Bilim Kurulu, bu ödülün Mustafa Hocaya verilmesi gerektiği kararına hemen varmadı mı? Bunu yaparlarken eski başkanları Mustafa İnan'a yararlı olmayı mı düşündüler sanki? Mustafa Hoca öleli dört yıl olmuştu, bu ödülün ona bir yararı olurmuydu? Peki kime yararı var bu ödülün? Ben de bunun üzerine derim ki: Bizim gibi gençlere, bilime hizmet diye bir meselenin olduğunu öğrenmesi gereken gençlere yararı vardı bu ödülün. Bu ödül Mustafa İnan'a bizler için verildi. Çünkü Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu bilim adamı yetiştirmek istiyordu, bu adı taşıyan bir kuruluşu bile vardı. "Canım başka ülkelerdeki kuruluşlara benzesin diye yapılan bir gösteriştir bu," derlerse, ben de derim ki: Ben henüz dünyada bazı iyi niyetlerin olduğuna inanacak kadar gencim. Ve inanıyorum ki bu ödül, bana kalırsa, bir bakıma bana da verildi. Ne var ki, bilime hizmet etmekten vazgeçersem geri alınmak üzere verildi. Ve bu ödül Mustafa İnan'a, bir daha geri alınmamak üzere verildi. Çünkü biliniyordu ki, Mustafa İnan bu ödülü aldıktan sonra, bilime daha da yararlı olacaktır. Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki: Bırakın da bazı sorunları da Mustafa İnan gibi saf olanlar kendi aralarında çözümlesinler. Biz bazı özelliklerimizi, Mustafa İnan'ın Adana şivesini korumak istemesi gibi, değiştirmemekte kararlıyız. Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz. Ayrıca neden endişeleniyorsunuz? Bu davranışımızda çıkarlarınıza dokunan bir şey yok ki. Bizim saflıkta direnmemizin size ne zararı olabilir? Meselâ biz, Mustafa İnan'ın yaşantısını öğrenenlerin onun gibi bilim adamı olmaya özeneceğini düşünecek kadar saflık gösteriyorsak bundan size ne? Biz bu çeşit kusurlarımızı düzeltmek istemiyoruz. Hocanın hayatı bir roman olur diye düşünüyoruz meselâ. Bütün romanlar da, uyumadan önce okuduğumuz kitaplar gibi acıklı ya da dehşet verici olmaz ya; ama, sonunun hüzünlü olduğunu söyleyebileceğimiz bu roman da, onlar kadar sürükleyici olabilir. İşte bu yüzden…
"Kaşlarını çatmış neler düşünüyorsun orada?" dedi profesör. Genç adam güldü: "Kendimizi beğendiremediğimiz kimselere kızıyorum." "Aldırma," dedi profesör:" "Ayrıca herkese kendini beğendirmek de pek makbul değildir." Kaşlarını çattı: "Hem, gereksiz öfkelerin bir işe yaramadığını söylemedi mi Mustafa sana?" "Söyledi söyledi," dedi delikanlı, "biraz önce söyledi." Orta yaşlı profesör, genç adamın kolundan çekti: "Bırak şimdi bunları. Hemen eve gidelim de bugün konuştuklarımızı, unutmadan bir tarafa yazalım." s. 263-270
"İşte delikanlı, ilk okul sıralarından başlayarak 'kendi bacağından asılan koyun' felsefesiyle yetiştirilenlere asla itibar etmeyeceksin. Onların arasından ülkeye yararlı birinin çıktığı görülmedi. Çıkarcıların sana hiç bir zaman engel olamayacağını bileceksin. İşte bu durumlar ve şartlar altında endişelere kapılmadan önce ne yapılabileceğini düşüneceksin. Ve hiç bir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başarısızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat kurtarmaz. Bunu çok iyi bileceksin. Elbette dünyayı tanıyacaksın ve kendi ülkenin durumu üzerinde düşüneceksin. Bir aydından zaten başka türlü bir davranış beklenebilir mi? Elbette 27 Mayıstan önceki öğrencilerim gibi dünyadan habersiz yaşamayacaksın. Fakat 27 Mayıstan sonraki öğrencilerim gibi de olayları fırsat bilerek 'ilmin rehberliğinden ayrılmamak' ilkesini unutmayacaksın. Devrimci oldun diye, sana verilen bilgileri öğrenmeden yükselmek hakkına sahip olmadığını unutmayacaksın. Dürüst bir aydın olarak görevini yaptın diye, başarıdan böyle yağma payı almaktan utanacaksın. Bırak siyasette başkaları yükselsin. Sen de siyasette yükselmek istiyorsan bilimi kendine basamak yapmayacaksın. Yoksa yaptıklarını sonunda kendin bile beğenmezsin. Yaptıklarını beğenmeyen bir kimsenin başkalarına nasıl yararı dokunur?
Biliyorum birçok zorluk yaşayacaksın. Hepsini şimdiden görür gibi oluyorum. Talihli olarak küçük bir burs bulsan bile yurt köşelerinde sürünebilirsin. Binbir güçlükle soğuk bir banyoda yıkandıktan sonra, arkadaşlarından utanarak havlular içinde büzülerek yurdun tek sıcak yeri olan okuma salonunda çalışan arkadaşlarının arasında kurumak zorunda kalabilirsin. Her sabah insanlarımızın balık istifi olduğu bir otobüste kendine ve resim tahtana bir yer bulabilmek için, sabah karanlığında yollara düşmek zorunda kalabilirsin. Hatta ısınmak için okul yerine kahveye gitmeyi bile isteyebilirsin. İşte bu durum ve şartlar altında bile her zaman amacının ne olduğunu gözden kaçırmamalısın. İnsanları etkilemek, insanlara söz geçirmek, sesini duyurmak istiyorsan, bütün bunları yapabilecek yetenekte olduğunu göstermelisin. Yoksa sonunda sıradan bir insan durumuna gelirsen, kimse senin kötü şartlar altında bu duruma düştüğünü düşünmez, kimse sana gençliğinde iyi beslenmedin diye, sırf bu yüzden itibar etmez. Bir gün gelir de kendini gösterebilirsen, sen bütün bu zorlukları yaşamış olduğun için, bu zorluklara çare bulmak için herkesten daha gerçekçi davranabilirsin. Yok, eğer sen de acı çekme sıramı savdım,. artık öğrencilerim üzülsün, asistanlarım çanta taşısın, doçentlerim olduğu yerde saysın diye hissedersen sana da herkese de yazık olur. Hissedersen diyorum, böyle acıklı bir duruma 'düşünme' adını veremiyorum çünkü. İstersen elbette öğrencilerini korkutabilirsin. Bundan kolay ne var? Genç bir hoca arkadaş vardı. Ölen profesörünün yerine birdenbire ders vermek zorunda kalmıştı. Öğrencinin karşısına çıkmaktan korkuyordu, ders vermekten korkuyordu, başaramam diye korkuyordu. Çünkü profesörü, ona ders verme imkânını ancak ölümüyle tanımıştı. Genç arkadaşımız da korkusunu gizlemek için, hocasının yapmış olduğu gibi korkutmayı denedi. Çekingenliği örtmek için küstahlığı denedi. Yumuşaklığını örtmek için öfkeyi denedi: Ders anlatırken öfkesinden kekeliyordu. Beceriksizliğini örtmek için de öğrenciyi suçlu bulmayı denedi. Kendine güvensizliği örtmek için, derste olur olmaz zamanlarda, yerli yersiz kendini övmeyi, ne kadar bilgili olduğunu anlatmayı denedi. Öğrenciyi yıldırmak için, kendi öğrenciliğini efsaneleştirmeyi denedi: Onlar gibi olmadığını, nasıl üstün bir öğrencilik dönemi geçirmiş olduğunu anlattı durdu. Fakat bu arkadaş daha öğrenciyi imtihan etmeden, öğrenci onun hakkında notunu verdi: Bu hocayı, hocalıktan sınıfta bıraktı. Öğrenci durumu sezmişti tabii: Çünkü öğrenci tek bir kişi değildir, yüzlerce gözdür, kulaktır, beyindir. Öğrenciyi, bu talihsiz arkadaşımız gibi, bir düşman olarak karşısına alanlar için öğrenci gerçekten ürkütücü bir devdir. Arkadaşımızın denemiş olduğu oyun, gerçekten tehlikeli bir oyundur. Sonunda belki öğrenciyi ürkütmeyi başarırsın, ama öğretmeyi ve saygı uyandırmayı hiç bir zaman başaramazsın. Ben sana başka bir yol teklif ediyorum. Öğrenciliğinde hocalar seni yanlarına bile yaklaştırmamış olabilirler; sen bütün öğrencilerinle arkadaş olmayı dene. Asistan olduğun zaman profesörün seni odasına bile yaklaştırmamış olabilir; sen bütün asistanlarını odana çağır, hatta evine çağır. Ve sana ne de olsa birilerinin bir zamanlar bir şeyler öğretmiş olduğunu düşünerek, herkese her şeyi öğretmeye çalış. Ve insanın ciddi olduğu zaman hiç bir şekilde gülünç olmadığını hiç unutma.
Senden Hazreti Eyüp Sabrı istediğimi biliyorum. Ama unutma ki, sana boyun eğmeyi tavsiye etmedim hiç bir zaman. Gerekince öfkelenebilirsin, haksızlığa karşı çıkabilirsin. Ama bu öfke bir işe yaramalıdır. Öfkelenirken, içinden kimseye kızmamalısın. Doğru bildiğin şeyler adına öfkelendiğini bilmelisin. Kendi adına ve kendini tatmin etmek için ayağa kalkarsan, duyarlı bir insan olarak sonradan çok üzülürsün. Benim temkinli ve soğukkanlı olduğumu söylerler. Oysa ben de kızardım; ama insanlara değil, kavramlara, soyut şeylere öfkelenirdim: Öğrencilerime değil, tembelliğe ve ikiyüzlülüğe ve fırsatçılığa ve samimiyetsizliğe ve kopyacılığa kızardım. Biraz da gülelim istersen bu arada: Bir gün imtihanın birinde, bir öğrencimin elini aceleyle cebine soktuğunu ve bir şey çıkardığını gördüm. Yanına yaklaşarak, elinde ne var? dedim yavaşça. Avcunu büsbütün kapadı. Ben ısrar ettikçe yumruğunu daha büyük bir güçle sıkıyordu. Sonunda gevşedi, avcu sanki kendiliğinden açıldı: İçinde bir lira duruyordu, aceleden ancak onu çıkarabilmişti cebinden. Gülmekten başka çare yoktu; ikimiz de öyle yaptık.
İhtiyarlardan durmadan öğüt dinlemek de sıkıcı olabilir. Gerçekten ihtiyarlarımız bu haklarını çok istismar etmişlerdir, kullanmışlardır. İnsan onları dinledikten sonra çoğu zaman kendi aklını daha çok beğenmeye başlar. Bununla birlikte, ben bu bakımdan biraz imtiyazlı sayılmalıyım; çünkü benimle ilgilendin, hayat hikâyemi merak ettin. İstiyorum ki ondan yararlı bir şeyler çıkar. İstiyorum ki aslen Malatyalı olup Adana'da Rabia'dan doğan Hüseyin Avni oğlu 1327 tevellütlü Mustafa İnan sana gerçekten bir şeyler öğretebilmiş olsun. Onun bilim dünyasındaki serüvenleri sana örnek olsun istiyorum. İstiyorum ki öğrencilerim yalnız kitaplarımdan, makalelerimden değil, pek uzun sayılmayan hayatımdan da bir şeyler öğrenebilsin. Artık onlarla yüz yüze gelmek imkânından mahrum bulunduğuma göre, istiyorum ki serüvenlerimi okusunlar ve bu maceralarım, öğrencilerimle ölümümden sonra bile konuşabilmemi sağlasın. Onlara yararı dokunacağını düşünseydim sağlığımda yazardım maceralarımı. Artık bu görev size düşüyor.
Beni, tanıyabildiğiniz kadarıyle, insanların gözünde öyle canlandırın ki, ölmezlik diye bir şey varsa, yani ölmezlik denilen şeyin yaşayanlara bir yararı varsa, bunu benim adıma siz başarın. Beni yaşatmayı denerseniz, size de karşı çıkacaklar. Ülkemizde bir şey yapmak isteyenlere karşı çıkanlar daima var olmuştur. Eski arkadaşlarımdan biri, bana Mustafa'yı sormaya gelirlerse kovarım onları, diyormuş; sizden duydum. Ona gitmeyin tabii. Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım edilemez. Böylelerine karşı bazen ben bile çaresiz kalırdım, onları ben bile kurtaramazdım. Böyle bozuk seslilere karşı en iyi çare, onları sesleriyle baş başa bırakmaktır. Bırakın kötü sesleri yalnız kendileri dinlesinler. Her karşı çıkanı da kötü niyetli bulmayın; çünkü büyük divan şairi Nabi ne diyor: "Sitem hep aşinalardan, bigânelerden gelmez" diyor. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum delikanlı. Bizim gibilerin birbirini tanıması gereklidir. "Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil". Bu arada belki şu Divan şiiri tutkum da ilgini çekmiştir; olur ya belki sen de merak salarsın bu işe. Evet, öyle olur, biliyorum. Çünkü sen de benim gibi saf bir taşralısın: Güzele ve iyiye kapalı değilsin.
Kapalı olmamaya çalışacağım dedi genç adam Mustafa İnan'a. 'Kapalı sistemler'in yararsızlığını sizinle konuşmamış mıydık? Buna çok sevindim dedi Mustafa Hoca; yani hem kapalı olmamak istediğine, hem de benim düşüncelerimle ilgilendiğine sevindim. İnanıyorum ki 'Düşünce Sanatı' gibi, benim biraz uğraştığım meseleleri, siz daha açık olarak göreceksiniz. Zaten beni incelerken bile, bu konularla oldukça uğraştınız; her şeyi de böyle uğraşırken bulacaksınız. Bu sebeple size daha fazla nasihat vermek gereksiz. Bana müsaade.
Merak etmeyin hocam dedi delikanlı; galiba ne demek istediğinizi biraz anladık. Ne anladığımızı çok iyi ifade edemiyorsak da gene başkalarına anlatmaya çalışacağız. Kimseler böyle meseleleri henüz mesele etmediği için, bunları kendine dert etmediği için, bu ihtiyacı henüz duymadığı için, bunu yapmamız daha da gerekli oluyor. Ne yapalım? Sizin sırlarınızı çözmek kolay mı? Onun için acemiliğimizi bağışlamanızı istiyoruz. Yalnız sizin bizi bağışlamanızı istiyoruz; yoksa, kapalı kapılar ardında bize karşı homurdanacak olanların 'tolerans'ına ihtiyacımız yok; bu 'sakîm ve ucuz şark âdeti'ni ben de sevmiyorum efendim. Bize, neden bu kadar uğraştınız? başka işiniz mi yok? diyeceklerdir. Ben de onlara derim ki: Siz Hocanın artık bilime hizmet etmesini istemiyorsunuz. Mustafa İnan'a, "İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 1944’lerde başlayıp, 1967'deki vefatına kadar, tatbiki mekanik bilim dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olması dikkate alınarak 1971 yılı HİZMET ÖDÜLÜ" verilmedi mi? Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun Bilim Kurulu, bu ödülün Mustafa Hocaya verilmesi gerektiği kararına hemen varmadı mı? Bunu yaparlarken eski başkanları Mustafa İnan'a yararlı olmayı mı düşündüler sanki? Mustafa Hoca öleli dört yıl olmuştu, bu ödülün ona bir yararı olurmuydu? Peki kime yararı var bu ödülün? Ben de bunun üzerine derim ki: Bizim gibi gençlere, bilime hizmet diye bir meselenin olduğunu öğrenmesi gereken gençlere yararı vardı bu ödülün. Bu ödül Mustafa İnan'a bizler için verildi. Çünkü Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu bilim adamı yetiştirmek istiyordu, bu adı taşıyan bir kuruluşu bile vardı. "Canım başka ülkelerdeki kuruluşlara benzesin diye yapılan bir gösteriştir bu," derlerse, ben de derim ki: Ben henüz dünyada bazı iyi niyetlerin olduğuna inanacak kadar gencim. Ve inanıyorum ki bu ödül, bana kalırsa, bir bakıma bana da verildi. Ne var ki, bilime hizmet etmekten vazgeçersem geri alınmak üzere verildi. Ve bu ödül Mustafa İnan'a, bir daha geri alınmamak üzere verildi. Çünkü biliniyordu ki, Mustafa İnan bu ödülü aldıktan sonra, bilime daha da yararlı olacaktır. Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki: Bırakın da bazı sorunları da Mustafa İnan gibi saf olanlar kendi aralarında çözümlesinler. Biz bazı özelliklerimizi, Mustafa İnan'ın Adana şivesini korumak istemesi gibi, değiştirmemekte kararlıyız. Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz. Ayrıca neden endişeleniyorsunuz? Bu davranışımızda çıkarlarınıza dokunan bir şey yok ki. Bizim saflıkta direnmemizin size ne zararı olabilir? Meselâ biz, Mustafa İnan'ın yaşantısını öğrenenlerin onun gibi bilim adamı olmaya özeneceğini düşünecek kadar saflık gösteriyorsak bundan size ne? Biz bu çeşit kusurlarımızı düzeltmek istemiyoruz. Hocanın hayatı bir roman olur diye düşünüyoruz meselâ. Bütün romanlar da, uyumadan önce okuduğumuz kitaplar gibi acıklı ya da dehşet verici olmaz ya; ama, sonunun hüzünlü olduğunu söyleyebileceğimiz bu roman da, onlar kadar sürükleyici olabilir. İşte bu yüzden…
"Kaşlarını çatmış neler düşünüyorsun orada?" dedi profesör. Genç adam güldü: "Kendimizi beğendiremediğimiz kimselere kızıyorum." "Aldırma," dedi profesör:" "Ayrıca herkese kendini beğendirmek de pek makbul değildir." Kaşlarını çattı: "Hem, gereksiz öfkelerin bir işe yaramadığını söylemedi mi Mustafa sana?" "Söyledi söyledi," dedi delikanlı, "biraz önce söyledi." Orta yaşlı profesör, genç adamın kolundan çekti: "Bırak şimdi bunları. Hemen eve gidelim de bugün konuştuklarımızı, unutmadan bir tarafa yazalım." s. 263-270
(03.08.2016)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder