17 Kasım 2020 Salı

ORHAN OKAY'IN KAĞIT MEDENİYETİ

(Okay, M. Orhan; Kağıt Medeniyeti, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2013)

Okay'ın deneme kitabı. Farklı yerlerde yayımlanmış yazıları bir araya getirilmiş. Kitap üç bölümden oluşuyor: I. Kültür, II. Kâğıt Medeniyeti, III. Teknoloji, Siyaset, Toplum.  

KÜLTÜR

İlk yazı Kültür ve Medeniyet başlıklı. Dilimizde kültür kelimesinin veya karşılığının kullanımı medeniyet'e göre daha yeniymiş. Medeniyeti bilindiği kadarıyla ilk tanıtan Mustafa Reşit Paşa olmuş bize: "Tarihimizde batılılaşmanın kapılarını resmen açan bu devlet adamı, Tanzimattan birkaç yıl evvel, Avrupa'dan gönderdiği resmî bir yazısında "sivilizasyon usûlüne, yani insanların terbiyesine ve düzenin yerine getirilmesine..." der. Böylece henüz Osmanlıcada bir karşılığını aramayan Reşit Paşa, medeniyet kavramını bize ilk ve yalın bir tarifle vermiş oluyordu. Buna göre medeniyet insanların eğitilmesi ve sosyal bir düzenin kurulmasıydı." Sf. 11.

"O yıllarda Osmanlıca'da kelime türetme yolu, daha doğrusu terim türetme yolu Arapça köklere dayanarak, fakat Arapça'da da kullanılmamış şekiller meydana getirmekti." Sf. 12. Bu yolla medîne'den (şehir) medenî (şehirli) ve medenîden de medeniyet (şehirlileşmek) türetiliyor. "Avrupa sivilizasyonunu bilmeden önce bunun yerine, aşağı yukarı aynı mânâda temeddün kullanılmış. Hattâ daha yaygın bir kullanışla, hem eskiden, hem de Tanzimattan günümüze kadar kullanılan bir kelime daha var: Umran. Yani mâmur olma hâli. Bir mekâna yerleşme, orasını yaşanır duruma getirme, güzelleştirme, tanzim etme. Hattâ umran kelimesinin kökünün ömür olması dikkate alınırsa o mekâna hayat verme demektir." Sf. 12.

İkinci deneme Millî Kültür ve Halk Kültürü başlıklı. Dilimizde hemen hemen bir asırdır kullanılan kültür kelimesi için irfan kelimesi kullanılıyormuş. "[İ]rfan; bilme, anlayış, vukuf, gerçeklere vâkıf olmak, ilim ve zekâ ile ulaşılan olgunluk mânâlarına gelmektedir. Ve irfan sahibi insanlara da ârif denildiğini hepimiz biliriz. Ârife tarif gerekmez." Sf. 16.

"Halk kültürüne ve halk sanatlarına gönül vermiş insanlardan olan merhum Süheyl Ünver, bir halıcı kızdan işittiği bir sözü unutamadığını söyler: Her yanlış bir nakış. Burada nakışa kafiye olsun diye söylenmiş gibi görünen yanlış sözü, aslında sanat dediğimiz sırrı izah eden güzel bir ifadedir. Doğru denen şey, yaşadığımız dünyaya, hayatın pratik ve faydalı olanına yönelen hareketlerimizdir. Sanat ise, haydi yanlış demeyelim, fakat mükemmel kurulmuş bir yalandır. Böylece bile bile aldandığımız bu yalan oyunuyla, halk kültürünün edebiyatına gireriz. Destanlar, masallar, efsaneler, halk şiirleri, evliya ve kahramanlık hikâyeleri hep birtakım gerçeklere yalanların da karışmasından ortaya çıkmaz mı?" Sf. 18.

Üçüncü deneme Yol Düşünceleri. "Yol'un deyimler ve mecazlarla zenginleşmesi herhâlde bütün dillerde bahis konusudur. Galiba Türkçe bunlar arsında ["arasında" olmalı, obe] en zengini değilse en zenginlerinden olmalı." Sf. 21.

KÂĞIT MEDENİYETİ

Bu bölümün ilk yazısı Okumayan Toplum. İstatistikler de verilerek okumadığımız gözler önüne serilir. Okuma yazma oranının şimdiye göre çok çok düşük olduğu, üstelik nüfusumuzun, öğrenci ve okumuş yazmış kesimimizin çok daha az olduğu zamanlardaki baskı adetleri şaşırtıcıdır gerçekten. Bu ters orantı devam edip gidiyor gibi görünüyor. Bu yazıda (Sf. 40-41) Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi'sindeki "Kitap Korkusu" adlı denemesinden bir alıntı var. İstifade edilebilir diye not alayım istedim.

Okay'ın Osmanlı toplumunun son yıllarındaki okuma yazma oranıyla ilgili olarak % 10-15 değerlerini verdiğini de ekleyeyim. Sf. 41.

İflah Olmaz Kitap Hastaları başlıklı denemesinde, Okay, bibliyofil ve bibliyomandan bahseder. Bunlardan birincisine kitapsever, ikincisine ise kitap hastası denebilir. Birincisine Seyfettin Özege örnek verilebilir, diyor Okay. Öğrendiğimize göre Özege eski harflerle basılmış Türkçe kitapların tamamına yakınını biriktirmiş, dergi ve gazete de toplamış ve bunları nakliye masrafları da kendine ait olmak üzere Erzurum Atatürk Üniversitesi'ne tek kuruş almadan bağışlamış. Helal olsun! Beş ciltlik Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu adlı muazzam bir eser de bırakmış.

Okay, Özege'den sonra asıl konusu bibliyoman Fahri Bilge'den bahseder. (Bu arada, vaktiyle üniversite hocalarının yanlarına birkaç öğrenci alarak Anadolu kütüphanelerine masrafını üniversitenin karşıladığı geziler düzenlediklerini öğreniyoruz. Ne güzel bir faaliyetmiş. Neden devam etmedi acaba?) Yazma ve basma -bazı eserlerin onun elindekinden başka bir nüshası yokmuş- çok sayıda kitabın sahibi Fahri Bilge vefat edince, oğlu, Atatürk Üniversitesi'ne, tanıdığı Okay aracılığıyla kitapları satmak ister. Fakat rektörlük tespit edilen fiyatı yüksek bulur, biraz indirim yapıldıysa da satış gerçekleşmez ne yazık ki ve kitaplar dağılır gider. Kalanlardan 628 adet yazma devletçe satın alınıp Millî Kütüphane'ye konur.

Kitap Sevdası adlı yazısından Okay'ın 15 bin kitaplık bir kütüphaneye sahip olduğunu öğreniyoruz. (Sf. 55) Okay tevazuyla bir bibliyofil veya bibliyoman olmadığını söylese de kütüphanesi öyle demiyor.

Mecmua-i Fünun'dan Hece'ye Dergiciliğimiz 143 Yaşında başlıklı yazıdan meslekî bir dergi olan Vekayi-i Tıbbiye'yi saymazsak ilk dergimizin ilk sayısı 1862'de çıkan Mecmua-i Fünun olduğunu öğreniyoruz. "19. yüzyılda fen kelimesi her türlü bilgi için kullanılıyordu." (Sf. 70) cümlesindeki bilgiden yola çıkarak mezkur dergiyi ansiklopedik bir dergi sayabiliriz. "Edebiyat ve kültür dergiciliğinin Abdülhamid dönemine kadar büyük bir gelişme gösterdiği söylenemez. [...] Türk dergiciliğinin ilk altın dönemi II. Abdülhamid'in saltanat yıllarına rastlar." (Sf. 70) 1885'ten yüzyılın sonuna kadarki bu parlak dönemden sonra 1901-1908 arasında ağır baskılar yüzünden dergiciliğimiz can çekişir hâle gelir. II. Meşrutiyet'ten sonra tekrar bir canlanma olur. (Sf. 71) Dergiciliğimizde en dikkate değer özelliklerden biri dergilerin çok büyük bir kısmının uzun süreli çıkamamış olmasıdır. Bu hususa da değinen Okay, yazısının devamında Hece'nin 100. sayısına ulaşmış olmasından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor.

Dedeler ve Torunlar başlıklı yazı da bir önceki yazıda olduğu gibi dergicilik tarihimizden bahsediyor. Bazı cümleler neredeyse aynen yer alıyor.

Popüler Edebiyata Dair başlıklı yazıda popüler kelimesinin etimolojisinden yola çıkılarak bir tanım geliştirilmeye çalışılmış. Popüler edebiyatın/romanın kötü çağrışımlarına rağmen yabana atılmaması gerektiği belirtiliyor. Ahmed Midhat Efendi örneği verilerek popüler romanların okur yetiştirmek gibi bir misyonu yerine getirdiği, bu bağlamda benzer misyona günümüzde de ihtiyacımız olduğu dile getirilmiş.

Sonraki birkaç yazı yeni çıkan kitapları konu ediniyor. "Çiçek Medeniyeti", "Her Seher Bir Gül Açar..." başlıklı yazılar medeniyetimizde çiçeği, gülü konu ediniyor. Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüştü'den Bir Güldeste adlı bir kitaptan da bahsedilmiş. "Cevat Rüştü'nün, bildiğim kadar ziraatçiler arasında edebiyata, divan şiirine en çok vukufu olan gerçek bir kültür adamı olduğu anlaşılıyor. Divan edebiyatından zikrettiği beyitler arasında esrâr-ı Yezdan, âfitâb-ı gülzar, ızhar-ı kudret, âsâr-ı saadet, âb-ı kevser, esrâr-ı tecelli, ikram-ı Hak, cilâ-yı ruh gibi yüzlerce kelime ve terkibin her birinin meselâ birer lâle cinsi olduğunu ben onun bu yazıları sayesinde öğrendim. Yoksa bu kelimelerin geçtiği beyitlerdeki tevriyenin farkına varamamış olacaktım." (Sf. 103) Yaptığım alıntı benim uzun zamandır önemseyip bir şeyler karalamayı istediğim bir hususu içeriyor, o hususta iyi bir örnek teşkil ediyor. Eski yazımızda uzun asırlar noktalama işaretleri, büyük harf küçük harf ayrımı falan olmadığı için -olsa da zorluklar tamamen yine ortadan kalkmış olmazdı- ve diğer sebepler yüzünden -bir defa, hiçbir şey olmamış bile olsa arada zaman farkı var, dilin doğal gelişme, değişme süreci vb. var- kelimelerin terim mi, has mı, basit mi, jargonsal mı, özel mi, genel mi, yani hangi anlamda vb. kullanıldığını tespit etmek kolay değil. Bu konuda ciddi çalışmalara ihtiyaç var, filolojik, sözlükbilimsel vb.

Mektuplaşmaya, Mektuba ve Fikret'e DairKartpostalın Arkasındaki Hikâyeİki Hoca, İki Öğrenci, İki Mektup Dizisi başlıklı yazılar da hoş, öğretici. Özellikle son yazı. İki hocadan biri Mehmet Kaplan diğeri Fuad Köprülü. Mektuplar da Kaplan'dan Okay'a, Köprülü'den Fevziye Abdullah Tansel'e yazılmış. Okay alıntılar yaparak farklarını vurguluyor mektupların yani hocaların. Kaplan çok daha insaniyetli görünüyor.

Tarihin Üvey Evlâdı: Biyografi de bizdeki biyografi geleneğine değinerek, şu anki çalışmaların yetersizliğini aşmanın yollarına dair öneriler içeriyor. Okay'ın, hem bu kitabındaki bazı yazılarında hem de baktığım bazı eserlerinde fark ettiğim disiplinler arasılığı önemseme özelliği takdire şayan. Bu hususu ben de çok önemsiyorum ve bu konudaki boşlukların doldurulmasının çok yararlı olacağını düşünüyorum.       

TEKNOLOJİ, SİYASET, TOPLUM

Bu bölümde Okay'ın teknoloji, paradan sıfır atılması, seçimler, depremler, takvim-saat, oryantalist ve oryantalist bakış açısı, Osmanlı'nın kuruluşunun yedi yüzüncü yılı, divan şiiri, kendi yazarlığı gibi konulardaki yazıları yer alıyor. uzun hayatından hatıralarla renklendirdiği bu yazılar da gayet hoş, okunası satırlar.

Teknolojiyle ilgili birkaç denemesinde mesafeli bir duruş sergiliyor teknolojiye karşı. Şu aşamada sergilememek mümkün mü zaten!

Oryantalistlikle ilgili yazısında Yahya Kemal'e dair, Laurent Mignon'un Hece'den çıkan Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri adlı kitapta yer alan bir yazısındaki onun oryantalist bakışa sahip olduğu iddiası üzerine birkaç söz söylemiş Okay.

Okay, Devlet-i Âliyye İçin İn Memoriam adlı yazısında Osmanlı Devleti'ne görünüşte ("lafzen", obe) imparatorluk demenin uygun olduğunu söylemesine rağmen devlet felsefesi açısından bu kelimeyi kullanmanın doğru olmayacağını düşünüyor. Bence Osmanlı Devleti'ne Devlet-i Âliyye denilmeyecekse ancak imparatorluk denebilir.

Osmanlı Şiiri İçin İn Memoriam başlıklı yazıdaki şu görüşlerine büyük ölçüde katılıyorum Okay'ın: "Hasılı, galiba şiir, şiir sevenlerin defterlerine Tanzimat'tan sonra da, Cumhuriyet'ten sonra da bir süre daha girmeye devam etti. Ama 1940'lardan sonra ve bugün şiir defteri tutan hâlâ var mıdır, şüpheliyim. Hele günümüzün şiiri okunuyorsa da ezberleniyor mu, daha da şüpheliyim. Bunlar çok gerekli midir denecekse, şiirin roman gibi olmadığını, sadece yüzünden okumakla yetinilmeyeceğini, tıpkı bir müzik parçası gibi ezberlenip zihnen veya yüksek sesle, tıpkı bir şarkı gibi günlük hayatın içindeki meşguliyetlerle beraber söylenmesi gerektiğine inandığımı söyleyeceğim." (Sf. 176-177)

Evet, bugün (06.05.2013) bitirdiğim bu kitapla ilgili birkaç kelam daha edeyim:

- İmlâda tutarlılık sağlanamamış, özellikle inceltme işaretinin kullanımında. Böyle bir amaç güdülmüş mü onu da bilemiyorum gerçi ama güdülmesi beklenir(di). Bu tutarsızlıkta yazıların farklı tarihlerde yazılmış olması da bir etken olarak ileri sürülemez gibi. Çünkü denemelerin Aralık 1967 tarihli bir tanesi dışında kalanları birbirine yakın tarihlerde (iki deneme 1989'da, diğerleri doksanlı ve iki binli yıllarda) yazılmışlar/yayımlanmışlar.

- Diğer eserlerinden epey okumadığım bulunduğu için, bu mütevazı eserine bakıp haksızlık etmem doğru olmaz ama Okay, disiplinler arasılık konusundaki farkındalığına, geniş kitabiyat (yabancı dilde olanlar açısından zayıf görünüyor) bilgisine, hiç de kötü olmayan imkânlarına rağmen derinlikli, orijinal eserler, makaleler çıkarabilecek kertede bir akademisyen gibi gelmiyor bana.

- Hafızasının da bazı hatalara sebep olma ihtimali yüksek. Hindistan'ın nüfusuyla ilgili verdiği rakamlar (sayılar demem gerekirdi belki ama rakamlar'ın yanlış olamayabileceğini de düşünerek bu yönde bi' tercihte bulundum, araştırmalıyım bu konuyu :) ) arasında uçurumlar var (değerlerin farklı yıllara ait olup olmadığı belli değil, aynı dönem/seneler için söylenmiş gibi), verdiği sayısal bilgiler vb. de şüpheli görünebiliyor bu durumda. Zaten kendisi de bazen belirtiyor bu şüphesini o bilgileri vermeden önce. Oysa internetteki birkaç dakika bile "kesinlik" temin ederdi bazı datalarda.

- Eser -bir deneme de olsa- bir dizine sahip olsaydı çok iyi olurdu. Maalesef!

- Yazımda bazı harflerin yanlış yazılması, yazılmamış olması, bazı cümle düşüklükleri, anlatım bozuklukları da görülüyor. Yazarın yanında editör, tashihçi, dizgici -neyse artık- de dikkatsiz, özensiz gözüküyor. Dergâh'ın başka kitaplarında (Mesela Dergâh Hikâyeleri Güldestesi'nde) da çok gördüm bunu ve çok üzüldüm çünkü "onların" böyle özensiz olmalarını istemiyorum. Bazen iç sayfalarda da değil daha kapaktaki yazılarda başlıyor hatalar. Çok mu zor! Yazık!

Bu eksiklik ve hatalara rağmen keyifle okudum kitabı. Özellikle anıların karıştığı satırlar çok leziz :)

(27.04.2013 - 07.05.2013)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder