Kitaba adını veren On İkiye Bir Var’ı nette bulup okumuş ve
çok beğenmiştim. Tekrar okumak istedim; baktım kitabın baskısı var, sipariş
verdim. Dün (19.11.2020) gelen kolideydi, açıp okumaya başladım hemen.
Yedi öyküden oluşuyor kitap.
Hemen hepsini sevdim öykülerin; Taner’i takip edeceğim, diğer eserlerini de
okumaya çalışacağım. Zeki adamları severim ve Taner o tür adamlardan biri...
Öykülerden sevdiğim bazı cümleleri
alıntılamak istiyorum şimdi. (Tamamen öznel seçimler oldukları ve / veya bağlamları bilinmediği
için öyküleri okumayanlara bir şey ifade etmeyebilir bu alıntılar; ama olsun,
belki böylece kitaba karşı merak uyandırmış olurum sizde. Bir şey daha: Alıntılardaki vurgular bana ait.)
İlk öykü: On İkiye Bir Var
“O güne kadar benden gizli içimde
işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum.”
Sf. 9.
“Doktor, “Zamanı unut, alakadar
olma” diyor. “Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim!” İyi ama, bu sade bir saat
işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate
bakmadık, saatle ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl
kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar
aramamı kim, nasıl önleyecek?” Sf. 13.
“[…] içimi, geri kalmış bir saat
huzursuzluğu kaplardı.” Sf. 13.
Doğrudanlık ve / veya mesaj verme gibi
edebî metin için zaaf sayılabilecek bir nitelik taşımasına karşın şu paragraf
da çok hoşuma gitti:
“Ne kadar değerli, ne kadar
hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş
saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir.
Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin
kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil,
hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz birer kurulu saat değil miyiz?
Yaşama, bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta
ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim, kültür bile
az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz
gibi konuşur hareket ederiz. Kimi hâlâ alaturka saat ayarı üzerine işler.
Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Francisco... Bazımız ileri gider, kimimiz
geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak,
kanun denilen muvakkit başı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün
durduruverir. Geri kalacak olursak… “İleri alır” diyecektim ama geri kalana pek
aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice
alaturka saatlerle dolu.” Sf. 14.
“Son zamanlarda içimde,
kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var.” Sf. 15.
“Eskiden beri az yaşamaktan,
erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben
düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi
anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün
etmek mi? Hayır… Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak,
çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum.
Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini
değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da
şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago
ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde…
Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.” Sf. 16.
“Madem zamanı durdurmanın çaresi yok, madem zaman akacak, bari geçişini iyice hissetsek.” Sf. 17.
“Sonunda ya sapıtacağım yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna
varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm
korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği boşalmak kaygısından kurtulacağım.” Sf.
19.
“[…] aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru
götürüyordu.” Sf. 19.
Öykünün sonunda kahraman, her gün yaptığı zaman şuuru kürlerinde
birinde içindeki pandülün temposunun yok olduğunu fark eder:
“[…] içimdeki pandülün temposu yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi
oldum.
Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da
sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım.
Doktor, “Ölmedin” diyor. “Ölsen bunları yazabilir misin?” Artık
doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum… Değil
mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum… Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir
saatim.
Hem kim bilir, belki de en
doğru saati asıl şimdi gösteriyorum.” Sf. 20.
İkinci öykü: Ayak
Ayak gereksiz yere uzatılmış gibi geldi bana. Ama bu da hoş bir öykü.
“Gülümseştiler.” Sf. 29.
““Yok canikom. Benim yaptığım operasyon komplikasyon yapar mı? -Bu
çetrefil cümleyi rahat söyleyemediği için güldü-.”” Sf. 33.
“Başhemşire ağız dolusu azarlayacak birini buldu ya, keyfine sınır
yoktu. Bütün ömrü, böyle fırsatlar beklemekle geçerdi.” Sf. 41.
Üçüncü öykü: İznikli Leylek
“Yazık- [Sf. 45] lar olsun yahu, biz insanlar, bazen hayvanları bile
kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz.” Sf. 46.
“Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.”
Sf. 47.
Dördüncü öykü: Bayanlar 00
““Söylesene Erol… önden’in mi var, arkadan’ın mı yavrum?”” Sf. 50.
““Delikten bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem
gidersin” diye düşünürdü.” Sf. 53.
Beşinci öykü: 45 Marka Seksapil
“[…] her şeyi bir kat daha güzelleştiren hatıraların iltiması […]” Sf.
55.
“Şimdi burada bir Türk kızı olsa ne yapar? Bir tafra, bir surat, değil
mi? “İş işten geçti artık” der. “Dündü o, otur da şimdi satranç takımlarınla
kendin oyna.”
Halbuki Gerda’cık hiçbir şey olmamış gibi, “Sahi mi?” dedi. “Aman ne
iyi. Şu elimdekileri bırakayım. Şimdi geliyorum.”” Sf. 56.
Altıncı öykü: Sahib-i Seyf ü Kalem
““Tut ki ölümü bu yüzden olacak” dedim. “Şurda nasıl olsa bir yudumluk
ömrü kalmış. Bırak, onu da heyecanla doldursun. Bir yağ kandili gibi yavaş
yavaş eriyip tükeneceğine bir anda fakat son bir parlayışla sönüversin.”” Sf.
65.
Yedinci öykü: Artırma
Bu öyküde yakaladığım kimi özellikleri Oğuz Atay’ın yıllar sonra
yazdığı romanlarda bolca kullandığını fark ettim.* Gülümseyerek, evet. Bu arada
“artırma”ları “açık artırma” olarak düşünün…
“Sırf hatıralarının şiirini bozmamak, onları geçmişlerinden
arlandırmamak için… Hiç değilse onların şimdiki kocaları kadar temiz giyinmiş
olmalı, yaşlı, kır saçlı, düşük, züğürt görünmemeye bakmalıyız.” Sf. 75.
““Görmeyeli on, görüşmeyeli on beş galiba.”” Sf. 76.
“[…] hiçbir şey almaya gelmiş […]” Sf. 78.
““Ne yaparsın Fahrünnisa’cığım. Sen gittin, ben de kendimi böyle
kitaplara verdim.”” Sf. 79.
“Beni Hikmet Bey’leştiriyor.” Sf. 79. Hikmet'e dikkat! :)
“Ömrüm boyunca artırdım artırdım. Hiçbir şey üstümde kalmadı. Şimdi Littré
lügati mi kalacak…” Sf. 80.
“Birden içim ısınıverdi. Belki böylesi daha iyi… Artır artır… Üstünde
kalmasın. İşte şimdi şu kitabı alamadığım için bir kere daha gözünden düştüğüm
şu tombalacık kadın, benim bir vakitler artırıp artırıp başkasına kaptırdığım
bir matah değil mi idi?” Sf. 80.
“İnsanın üzerinde kalan her şeyin bütün ağırlığı ve yavanlığı ile…
Birinin üzerinde kalmış, istikbalini sağlamış olmanın o sinire batan manasız
güveni, budalaca övüntüsü ile…” Sf. 81.
“Giden mala hayıflanmamayı öğrendiğimiz, böyle avuntular bulup çıkardığımız,
bulamayınca da icat ettiğimiz gün, mutluluk basamağına ilk adımı atmış
sayılabiliriz.
Hiçbir şey almadığıma, hiçbir şey üzerimde kalmadığına göre her şeyi
alabilirim, her şey üzerimde kalabilir demektir. Seçmekte serbestim. Seçmediğim
müddetçe bütün seçmişlerden şanslı sayılabilirim. Seçen bağlandı bir kere… Güle
güle kullansın malını.” Sf. 82.
“İşte düşüncemin burasında beyler, evet tam burasında anladım ki ben
bugüne bugün, ömrüm boyunca hiçbir artırmaya büyük bir hırsla katılmamışım. İlle
bir şey alacağım kararı ile çekişmeye girmemiştim. Beni artırmalardan uzak
tutan ne o, ne bu, sadece bu kararsızlık olmuş. O gün ilk defa orada anladım -anlar
gibi olmak değil, iki kere iki dört eder gibi anladım ki- istesem, karar
versem, er geç bir şey alırdım. Artırır martırır, olmazsa apartır kaçar, ama
alırdım.
Ben artırıp alan değil, sadece artırma oyunu oynayan serserinin
biriyim. […]
Artırıp artırıp malını elinden kaçırdığına yakınır görünen, yakınır
görünmeye yeltenen ben, neyi ciddiye aldım, neye sıkı tutundum bugüne kadar?..
[…]
Ben artırmacılık oynayan bir adamım. Şimdiye kadar neyi tuttumsa hep
iğreti, parmaklarımın ucuyla, hemen, kolayca bırakabilmek için tuttum.” Sf. 82.
“Sırtımda, yeni tersyüz ettirdiğim pardösüm, içimde yine hiçbir şey
almayacağım yeni bir artırmaya katılma hevesi, dudağımda hüzünden mi, sevinçten
mi ileri geldiği belli olmayan çarpık bir gülümseme, kabara kabara, oradan,
artırma yerinden uzaklaştım.” Sf. 84.
Arka kapaktaki şu cümlelerle bitireyim notlarımı:
“Haldun Taner'in 1954'te yayımladığı iki öykü kitabından biri olan On
İkiye Bir Var, 1955 yılında verilmeye başlanan Sait Faik Hikâye Armağanı'nı
alan ilk kitaptı. Kitaptaki "On İkiye Bir Var" öyküsü İsviçre'deki
Atlantis Yayınevi'nin düzenlediği Zaman Üstüne Öyküler yarışmasında ödül
almıştı. Behçet Necatigil'in deyişiyle, yazar "dil ve anlatış ustalığını,
mizah yönünü, ruh tahlillerindeki başarısını" bu kitabında da sürdürdü.
“On İkiye Bir Var” [1953], “Ayak” [1954], “İznikli Leylek” [1953],
“Bayanlar 00” [1953], “45 Marka Seksapil” [1949], “Sahib-i Seyf ü Kalem”[1949],
“Artırma” [1954] adlı öykülerden oluşan On İkiye Bir Var, yıllar sonra
tekrar ayrı bir kitap olarak okuruyla buluşuyor.” (Tarihleri ben belirttim.)
* Bu öykü kitabı Haldun Taner, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay üçlüsüyle ilgili bir şeyler karalamama yol açacak gibi görünüyor. İlginç şeyler fark ettim, tespitler yaptım diyemesem de :).
Kasım 2020

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder