23 Kasım 2020 Pazartesi

ON İKİYE BİR VAR (HALDUN TANER)

(Taner, Haldun, On İkiye Bir Var, YKY, YKY’de 5. baskı: İstanbul, Eylül 2020.)

Kitaba adını veren On İkiye Bir Var’ı nette bulup okumuş ve çok beğenmiştim. Tekrar okumak istedim; baktım kitabın baskısı var, sipariş verdim. Dün (19.11.2020) gelen kolideydi, açıp okumaya başladım hemen.

Yedi öyküden oluşuyor kitap. Hemen hepsini sevdim öykülerin; Taner’i takip edeceğim, diğer eserlerini de okumaya çalışacağım. Zeki adamları severim ve Taner o tür adamlardan biri...

Öykülerden sevdiğim bazı cümleleri alıntılamak istiyorum şimdi. (Tamamen öznel seçimler oldukları ve / veya bağlamları bilinmediği için öyküleri okumayanlara bir şey ifade etmeyebilir bu alıntılar; ama olsun, belki böylece kitaba karşı merak uyandırmış olurum sizde. Bir şey daha: Alıntılardaki vurgular bana ait.)

İlk öykü: On İkiye Bir Var

“O güne kadar benden gizli içimde işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum.” Sf. 9.

“Doktor, “Zamanı unut, alakadar olma” diyor. “Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim!” İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek?” Sf. 13.

“[…] içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.” Sf. 13.

Doğrudanlık ve / veya mesaj verme gibi edebî metin için zaaf sayılabilecek bir nitelik taşımasına karşın şu paragraf da çok hoşuma gitti:

“Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz birer kurulu saat değil miyiz? Yaşama, bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur hareket ederiz. Kimi hâlâ alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Francisco... Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkit başı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak… “İleri alır” diyecektim ama geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu.” Sf. 14.

“Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var.” Sf. 15.

Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır… Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum. 

Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde… 

Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.” Sf. 16.

“Madem zamanı durdurmanın çaresi yok, madem zaman akacak, bari geçişini iyice hissetsek.” Sf. 17.

“Sonunda ya sapıtacağım yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği boşalmak kaygısından kurtulacağım.” Sf. 19.

“[…] aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu.” Sf. 19.

Öykünün sonunda kahraman, her gün yaptığı zaman şuuru kürlerinde birinde içindeki pandülün temposunun yok olduğunu fark eder:

“[…] içimdeki pandülün temposu yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum.

Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım.

Doktor, “Ölmedin” diyor. “Ölsen bunları yazabilir misin?” Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum… Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum… Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir saatim.

Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum.” Sf. 20.

İkinci öykü: Ayak

Ayak gereksiz yere uzatılmış gibi geldi bana. Ama bu da hoş bir öykü.

“Gülümseştiler.” Sf. 29.

““Yok canikom. Benim yaptığım operasyon komplikasyon yapar mı? -Bu çetrefil cümleyi rahat söyleyemediği için güldü-.”” Sf. 33.

“Başhemşire ağız dolusu azarlayacak birini buldu ya, keyfine sınır yoktu. Bütün ömrü, böyle fırsatlar beklemekle geçerdi.” Sf. 41.

Üçüncü öykü: İznikli Leylek

“Yazık- [Sf. 45] lar olsun yahu, biz insanlar, bazen hayvanları bile kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz.” Sf. 46.

“Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.” Sf. 47.

Dördüncü öykü: Bayanlar 00

““Söylesene Erol… önden’in mi var, arkadan’ın mı yavrum?”” Sf. 50.

““Delikten bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem gidersin” diye düşünürdü.” Sf. 53.

Beşinci öykü: 45 Marka Seksapil

“[…] her şeyi bir kat daha güzelleştiren hatıraların iltiması […]” Sf. 55.

“Şimdi burada bir Türk kızı olsa ne yapar? Bir tafra, bir surat, değil mi? “İş işten geçti artık” der. “Dündü o, otur da şimdi satranç takımlarınla kendin oyna.”

Halbuki Gerda’cık hiçbir şey olmamış gibi, “Sahi mi?” dedi. “Aman ne iyi. Şu elimdekileri bırakayım. Şimdi geliyorum.”” Sf. 56.

Altıncı öykü: Sahib-i Seyf ü Kalem

““Tut ki ölümü bu yüzden olacak” dedim. “Şurda nasıl olsa bir yudumluk ömrü kalmış. Bırak, onu da heyecanla doldursun. Bir yağ kandili gibi yavaş yavaş eriyip tükeneceğine bir anda fakat son bir parlayışla sönüversin.”” Sf. 65.

Yedinci öykü: Artırma

Bu öyküde yakaladığım kimi özellikleri Oğuz Atay’ın yıllar sonra yazdığı romanlarda bolca kullandığını fark ettim.* Gülümseyerek, evet. Bu arada “artırma”ları “açık artırma” olarak düşünün…  

“Sırf hatıralarının şiirini bozmamak, onları geçmişlerinden arlandırmamak için… Hiç değilse onların şimdiki kocaları kadar temiz giyinmiş olmalı, yaşlı, kır saçlı, düşük, züğürt görünmemeye bakmalıyız.” Sf. 75.

““Görmeyeli on, görüşmeyeli on beş galiba.”” Sf. 76.

“[…] hiçbir şey almaya gelmiş […]” Sf. 78.

““Ne yaparsın Fahrünnisa’cığım. Sen gittin, ben de kendimi böyle kitaplara verdim.”” Sf. 79.

“Beni Hikmet Bey’leştiriyor.” Sf. 79. Hikmet'e dikkat! :)

“Ömrüm boyunca artırdım artırdım. Hiçbir şey üstümde kalmadı. Şimdi Littré lügati mi kalacak…” Sf. 80.

“Birden içim ısınıverdi. Belki böylesi daha iyi… Artır artır… Üstünde kalmasın. İşte şimdi şu kitabı alamadığım için bir kere daha gözünden düştüğüm şu tombalacık kadın, benim bir vakitler artırıp artırıp başkasına kaptırdığım bir matah değil mi idi?” Sf. 80.

“İnsanın üzerinde kalan her şeyin bütün ağırlığı ve yavanlığı ile… Birinin üzerinde kalmış, istikbalini sağlamış olmanın o sinire batan manasız güveni, budalaca övüntüsü ile…” Sf. 81.

“Giden mala hayıflanmamayı öğrendiğimiz, böyle avuntular bulup çıkardığımız, bulamayınca da icat ettiğimiz gün, mutluluk basamağına ilk adımı atmış sayılabiliriz.

Hiçbir şey almadığıma, hiçbir şey üzerimde kalmadığına göre her şeyi alabilirim, her şey üzerimde kalabilir demektir. Seçmekte serbestim. Seçmediğim müddetçe bütün seçmişlerden şanslı sayılabilirim. Seçen bağlandı bir kere… Güle güle kullansın malını.” Sf. 82.

“İşte düşüncemin burasında beyler, evet tam burasında anladım ki ben bugüne bugün, ömrüm boyunca hiçbir artırmaya büyük bir hırsla katılmamışım. İlle bir şey alacağım kararı ile çekişmeye girmemiştim. Beni artırmalardan uzak tutan ne o, ne bu, sadece bu kararsızlık olmuş. O gün ilk defa orada anladım -anlar gibi olmak değil, iki kere iki dört eder gibi anladım ki- istesem, karar versem, er geç bir şey alırdım. Artırır martırır, olmazsa apartır kaçar, ama alırdım.

Ben artırıp alan değil, sadece artırma oyunu oynayan serserinin biriyim. […]

Artırıp artırıp malını elinden kaçırdığına yakınır görünen, yakınır görünmeye yeltenen ben, neyi ciddiye aldım, neye sıkı tutundum bugüne kadar?..

[…]

Ben artırmacılık oynayan bir adamım. Şimdiye kadar neyi tuttumsa hep iğreti, parmaklarımın ucuyla, hemen, kolayca bırakabilmek için tuttum.” Sf. 82.

“Sırtımda, yeni tersyüz ettirdiğim pardösüm, içimde yine hiçbir şey almayacağım yeni bir artırmaya katılma hevesi, dudağımda hüzünden mi, sevinçten mi ileri geldiği belli olmayan çarpık bir gülümseme, kabara kabara, oradan, artırma yerinden uzaklaştım.” Sf. 84.

Arka kapaktaki şu cümlelerle bitireyim notlarımı:

“Haldun Taner'in 1954'te yayımladığı iki öykü kitabından biri olan On İkiye Bir Var, 1955 yılında verilmeye başlanan Sait Faik Hikâye Armağanı'nı alan ilk kitaptı. Kitaptaki "On İkiye Bir Var" öyküsü İsviçre'deki Atlantis Yayınevi'nin düzenlediği Zaman Üstüne Öyküler yarışmasında ödül almıştı. Behçet Necatigil'in deyişiyle, yazar "dil ve anlatış ustalığını, mizah yönünü, ruh tahlillerindeki başarısını" bu kitabında da sürdürdü.

“On İkiye Bir Var” [1953], “Ayak” [1954], “İznikli Leylek” [1953], “Bayanlar 00” [1953], “45 Marka Seksapil” [1949], “Sahib-i Seyf ü Kalem”[1949], “Artırma” [1954] adlı öykülerden oluşan On İkiye Bir Var, yıllar sonra tekrar ayrı bir kitap olarak okuruyla buluşuyor.” (Tarihleri ben belirttim.)

* Bu öykü kitabı Haldun Taner, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay üçlüsüyle ilgili bir şeyler karalamama yol açacak gibi görünüyor. İlginç şeyler fark ettim, tespitler yaptım diyemesem de :).

Kasım 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder