Henüz entel çevrelerde arabeske
burun kıvrılan yıllar tamamen geride kalmamıştı. Fakat o eski aşağılayıcı tavır
yumuşamış, uğrun uğrun arabesk dinlediğini itiraf eden aydın ve sanatçılarımız
sökün etmeye başlamıştı. Bu aydın ve sanatçılardan cesaret alan daha az aydın
ve daha az sanatçı binlerce kişi de arabesk dinlediğini söylemekten utanmaz
olmuştu. Süreç pek çok konuda olduğu gibi arabesk müzik konusunda da yalın kat
bir yüceltmeye evrilmişti. Arabesk sessiz yığınların sesi olmanın çok
ötesindeydi artık.
Açıkçası biraz da entel
çevrelerin nobran baskısı nedeniyle ben de arabeske hoş bakmıyordum. Ta ki bir
gün evden kaçıp...
Evet, bir gün, gece yarısı, ins ü
cin ve ailem derin bir uykuya dalmışken, tekerlekli bavulumu alıp sokak
köpeklerinden korka korka, arkamda tekerlek seslerinin gittikçe cılızlaşan
yankısını bırakarak evimizden Otogar'a yürümüş, ikinci -hep ilk romanlarda
olur- Ankara otobüsüyle başkentimize, arkadaşlarımın yanına gitmiştim.
Arkadaşlarım beni hoş karşıladılar. Ne sevgilisinden ayrılmış bir zavallı
muamelesi gördüm onlardan ne de müflis küçük esnaf. Sadece çeşidi değil
kalitesi de bol olan harika mekânlarda enfes kahvaltılar yaptık, pahalı
restoranlarda unutamayacağım yemekler yedik. Kendimi SANKİ biraz daha iyi
hissediyordum. Bir gece, Emre -en zengini kuşkusuz- beni acayip bir yere
götürdü. O yere arada sırada gittiğini, bir şişe sodayla bir salkım üzüm yiyip
(Soda yenmez ki, diyenler yazının geri kalanını okumasın lütfen!) bir tomar
para bıraktıktan sonra kendini daha iyi hissettiğini söyledi. Daha başka şeyler
de söyledi. (Gittiği daha bir sürü yer varmış, istersem oralara da
gidebilirmişiz.) Mekân olmasa da onu dinlemek keyifliydi, iyi bir anlatıcıydı
Emre. Çıktıktan sonra kendimi biraz daha iyi -bu sefer SANKİsiz- hissediyordum.
Arkadaşıma teşekkür ettim.
Artık dönüş vakti gelmişti. Beni
AŞTİ'ye bıraktılar. İlk -bu kez ilk olsun da roman yazdığımız anlaşılsın-
Aksaray otobüsüyle, kendi evime dönüyordum. Bir süre yolculuk ettikten sonra,
hiç de alışkanlığım olmadığı hâlde uyumuşum. Gözlerimi açtığımda birkaç
kilometre ötede şehrin kuzey girişi, tek tük fabrikalar ve evler net olmasa da
seçilmeye başlamıştı. En önde, tekli koltuklardan birinde oturuyordum. Biraz
doğrulup gözlerimi ovuşturdum. Ortalık sessizdi, otobüs neredeyse boştu. Yağmur
yağıyordu; ipil ipil değil ama, çisil çisil... Hava pusluydu. Yerde değil
bulutların arasında gidiyorduk sanki. Belki biraz da uykunun etkisiyle kendimi
çok hafiflemiş hissediyordum. Saatlerdir oturduğum suni deri kaplamalı koltuk
altımı yakmıyordu, kolçaklar dirseğimi ağrıtmamıştı hiç. Otobüsle birlikte
nemli yoğunlukta süzülüyor, ön cama konup bir süre titreşip göz kırptıktan
sonra yerçekimi denilen o hoşgörüsüz yasaya boyun eğen damlacıkları
seyrediyordum. Mutlu muydum? Bilmiyorum. Dingin? Kesinlikle.
Ne olduysa o anda oldu (Belki bir
şeyler olmuştu da ben o anda fark ettim, bilemiyorum. Hayır hayır, biliyorum,
kesin olmuştu ve bu olan şey yüzünden uçuyorduk.):
... Bir gün gitsen bile hatıran
yeter / Unutmak mümkün mü böyle bir aşkı / Bir gün gitsen bile hatıran yeter ...
Daha açık söylemek gerekirse şu
oldu:
https://www.youtube.com/watch?v=E71GG9mFZdg
Yalana gerek yok, belki
söyleyenin Ferdi olduğundan bile emin değildim ama çok hoşuma gitmişti. Arabesk
kötü bir şey olamazdı. Koca koca, entel dantel adamlar da gizli gizli
dinliyorlardı bunu sonuçta. Ben de dinleyebilirdim. Dinleyecektim. Dinledim.
Bu parçayı da çok dinledim.
İlkindeki o tadı tam alamadığımı bilmem söylememe gerek var mı? Hadi bir şeyi
itiraf edeyim: O ilk tat bir yana, son dinleyişimde biraz homurdandım sanki.
Başlık da oradan doğru.
NOT: Ödünç isteme ihtimalinizin verdiği çelimsiz korkuya rağmen size arabesk müziğe (de) değinen şu kitabı öneriyorum. Kadının -çılgın ya- diğer kitaplarını da öneririm. (Hemen her konuda, tavsiye etmekten korkar, nasihat etmektense nefret ederim.)
(26.11.2019)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder