(Moretti, Franco, Mucizevi Göstergeler Edebi Biçimlerin
Sosyolojisi Üzerine, Çeviren: Zeynep Altok, Metis Yayınları, İlk Basım:
Aralık 2005, s. 327.)
*“Edebiyat Tarihçiliğinin
Amaçları ve Yöntemleri Üzerine Düşünceler” alt başlıklı Ruh ve Harpya (s. 9-54) adlı ilk bölüm ve Moretti’nin (d. 1950) kendi
edebiyat teorisini açıkladığı Edebiyatın
Evrimi Üstüne (s. 306-327) adlı son bölüm özellikle önemli…
İlk bölümden vurgulanmasında yarar
gördüğüm birkaç husus:
Diyelim ki “dönemin uzlaşımlarını
ihlal eden bir metin” (s. 17) ile karşılaştık, ne yapacağız? Öncelikle, edebiyat
eleştirisi sadece retorikle uğraşmakla yetinmemeli. “Edebi metinler retorik
ölçütlere göre örgütlenmiş tarihsel ürünlerdir.” (s. 19) Bu nedenle edebiyat
eleştirisi bir tarih disiplini gibi (de) hareket etmelidir. Retorik ölçütlerin
yanında artzamanlı sürekliliği de dikkate almalıdır. Çünkü “tarihsel dönemler
değiştikçe kurumların ağırlığı, işlevi, toplumsal yapıdaki konumları da
değişir. Dolayısıyla, edebi biçimler tarihçisi, araştırmasını denetleyip
doğrultusunu çizmesine (o farkında olsa da olmasa da) yardımcı olacak
edebiyat-dışı olgular aramaya başladığında kendine koyacağı tek kural her bir
durumu dikkatle değerlendirmek olabilir.” (s. 30)
*Moretti’nin “Belki fazla bariz
bir örnek ama mesela İkinci Dünya Savaşı, edebiyatı dönemlere ayırma veya yorumlama
konusunda fazla bir işe yaramaz: ama gayet açık ki bu onu başka sahalar
açısından asli öneme ya da muazzam bir açıklama gücüne sahip bir olay olmaktan
çıkarmaz.” (s. 31) cümlesi bana II. Meşrutiyet’i hatırlattı, fakat tam tersi
bir örnek olarak. Tanzimat’ın bir tasnif değerinin olduğu yerde II. Meşrutiyet’in
dikkat çekmemesi bence ihmalkârlıktan başka bir şey değil. Bu gelişmenin
edebiyat tarihimizde belirleyici bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Tabii, neyi
“belirlediği” özenli bir biçimde araştırılıp değerlendirilmeli.
*Moretti’nin şu yargısı da
önemli: “edebiyat-dışı bir olgunun önemli veya önemsiz olması, onun bir metnin
"nesnesi" ya da "içeriği" olup olmamasına değil,
değerlendirme sistemlerinin, dolayısıyla da retorik stratejilerin şekillenmesinde
ne derece etkili olduğuna bağlıdır.” Gerçekten de önemli siyasi ve(ya)
sosyo-ekonomik gelişmeler arasında (pek) yer almasa da edebiyat tarihi
açısından ciddi etkileri olan olaylar yaşanmış olabilir. Bu hususa dikkat et!
* 92. sayfadaki dipnotlar Divan şiirimiz
bağlamında değerlendirilebilir, kullanılabilir…
*Moretti’nin kendi kuramına
yoğunlaştığı son bölüme geçmeden önce şu alıntıyı da yapayım: “Biçimlerin
birbirleriyle mücadele ettiği, bağlamları tarafından seçilime tabi tutulduğu ve
doğadaki canlı türleri gibi evrilip yok olduğu Darwinci bir edebiyat
teorisi... Edebiyat eleştirisi bugünkü içi boş metafiziğini çöpe atıp bir tür
maddeciliğe geri döndüğü zaman gerçekleşebilecek büyüleyici bir tasarı bu...”
(s. 299)
*Moretti son yazısında “Darwinci
bir edebiyat evrimi teorisi taslağı” sunmaya çalışır. Önce Lamarck’la Darwin’in
evrim anlayışını karşılaştırır: “Lamarck'a göre evrim uyum ilkesinin tek başına
hem seçilimi hem de çeşitlemeleri belirlediği tekli bir süreçtir. Buna mukabil
Darwin, evrimi bir yanda rastlantıyla ortaya çıkan çeşitlemeler, öbür yanda zorunluluğun
belirlediği seçilim olmak üzere çatallanmış ikili bir süreç olarak görür.” (s.
307) Sonra “Lamarck’ın tekçiliğinin yerine Darwin’in ikiciliğini”, “yani
edebiyat tarihini iki yarıya, iki ayrı aşamaya ayıran bir teoriyi” tercih eder.
Buna göre, “ilk aşamada sadece rastlantı etkin olacak ve retorik çeşitlemeler
kendiliğinden üreyecek: ikinci aşamada ise toplumsal zorunluluğun borusu ötecek
ve bu çeşitlemeler tarihsel seçilime uğrayacak”tır. (s. 307)
Moretti daha sonra bu “ikililiği”
roman türünün ortaya çıkışına uygular. Buna göre 18. yy’da rastlantı, 19. yy’da
zorunluluk söz konusu olmuştur. (Açıkçası yazarın açıklamaları pek ikna edici
değil. Kendisi de bunun farkında olmalı ki teorisinin zayıf yönlerini ek
açıklamalarla güçlendirmeye çalışıyor. Ben zaten Moretti gibi olay ve olgulara
kapsamlı bir bakış geliştirmeye çalışan bilgili bir düşünürden böyle
“şablonlar” beklemiyorum.)
*Bir şey daha: Moretti’yi, özellikle, benim biraz şairane bulduğum etkili bir dille modern insanın trajedisine değindiği yerlerde daha çok sevdim. O satırlar Moretti’nin düşünür yanını göstermesi bakımından da değerliydi benim için. O satırları okurken yazarın duygu ve düşünceleriyle ortaklığımın çokluğunu ve derinliğini mutluluk verici bir şaşkınlıkla fark edip hem sevinir hem de yazarı kendime daha yakın hissederdim.
ALINTILAR:
"Eğer insanların bir
görüşten ziyade diğerine bağlanmasını sağlayanın ne olduğunu titizlikle
incelersek, bunun hakikate nüfuz etme ya da akıl yürütmeyle alakası
olmadığını; izzetinefis, çıkar ya da tutkuyla bağlantılı olduğunu görürüz.
Dengeyi bozan ve tereddütlerimizin çoğunda bizi belirleyen, yargılarımızı en
çok seferber eden, bizi en sert durduran ağırlık budur. Nesneleri kendi
içlerinde neyseler ona göre değil, bizim bakışımız için neyseler ona göre
yargılarız: hakikat ve yararlılık bizim için eninde sonunda aynı şeydir."*
(s. 12. *"Antoine Arnaud ve Pierre Nicole, La logica ou l'art de penser,
1662-83, üçüncü kısım, yirminci bölüm."den aktarıyor Moretti.)
İkna tekniklerini anlamadan
"mutabakat"ın doyurucu bir toplumsal tarihinin yazılabileceğini
düşünmek artık güçleşmiştir. Edebiyat eleştirisi de -bir retorik biçimler
sosyolojisi olarak- Annales okulunun anahatlarını çizdiği zihniyetler tarihi
ile temas kursa çok [s. 15] şey kazanacaktır: "Önemli bir tarihsel kuvvet
olan atalet... maddeden çok zihinle ilgili bir olgudur, zira madde zihinden
çok daha hızlı hareket eder. İnsanlar makineler icat ederler ama bunları
geride kalan teknik aşamaların zihniyetiyle kullanırlar. Otomobil sürücüleri
at arabası kullananların terimleriyle konuşur, on dokuzuncu yüzyılın fabrika
işçileri babaları ve dedeleri gibi köylü zihniyetine sahiptir. Zihniyet en yavaş
değişen şeydir. Zihniyetler tarihi, tarihte yavaşlığın tarihidir. [s.
16]"* (* Tırnak içindeki kısım: Jacques Le
Goff, "Les mentalités: une histoire ambiguë", y.h. Jacques Le Goff ve
Pierre Nora, Faire de l'histoire, Paris 1974.)
Dolayısıyla, edebiyat eleştirisi
dönemin uzlaşımlarını ihlal eden bir metinle karşılaştığında metnin bunu nasıl
yaptığını anlatan yarı-doğru açıklamayla yetinemez. Genelde yaptığı gibi sadece
geçmişe, kırılan uzlaşıma ya da yapıbozumuna uğramış Weltanschauung'a bakamaz.
Bir metnin geleceği -şekillenmesine ve yerleşmesine katkıda bulunacağı uzlaşımlar
ve dünya görüşleri- de o metnin tarihinin ve tarihe katkısının parçasıdır. Bu
anlayış diğer tarihsel araştırma türlerinde zaten yerleşmiş durumda. Yalnızca
edebiyat eleştirisi -birazdan ele alacağımız, kendine özgü birtakım
hurafelerin etkisiyle- kendini bundan muaf saymıştır. Sadece tarihyazımsal
açıdan değil, retorik teorisinin kendi mantığı açısından da bunu haklı
göstermek mümkün değil. (s. 17)
Retorik çözümleme sosyal
bilimlerin alanını genişletir ve inceltir; aynı şekilde, sosyal bilimlerin
sağladığı tarihsel çerçeve olmasa retorik uzlaşımların varlığını anlamlandırmak
imkânsız olurdu. Ama bu, söz konusu iki kavramsal aygıt -ve ele aldıkları olgu
kümeleri- arasındaki bağlantının doğrusal ve öngörülebilir olduğu anlamına
gelmez. Gerçek hayatta tam eşbiçimlilik diye bir şey yoktur; kategoriler arası
bu uyumsuzluktan edebiyat tarihçiliğini diğer disiplinlerden ayırt eden
meseleler türer. (s. 19)
Edebi metinler retorik ölçütlere
göre örgütlenmiş tarihsel ürünlerdir. Edebiyat eleştirisi her anlamda tarihsel
bir disiplin olmak istiyorsa, ele aldığı nesnelerin her iki yönünün de hakkını
vermek zorundadır: yani, aynı anda hem tarihyazımsal hem de retorik olan bir
kavramlar sistemi geliştirmek. Eleştiri bunu başarabilirse çift yönlü çalışabilir:
edebi metinler toplamının oluşturduğu artzamanlı sürekliliği dilimlere bölerken
(salt tarihsel işlem), söz konusu dilimlemeyi bu sürekliliğe özgü -başkalarına değil-
biçimsel ölçütlere göre yapabilir (salt retorik işlem). (s. 19)
"Her biçim hayata dair bir
değerlendirme, bir yargıdır. Biçim en temelde aslında her zaman bir
ideolojidir, gücünü ve etkisini de buna borçludur... Dünya görüşü her biçimin
formel postülasıdır." (s. 20. Georg Lukács'tan alıntı...)
Demek ki tarihsel dönemler
değiştikçe kurumların ağırlığı, işlevi, toplumsal yapıdaki konumları da
değişir. Dolayısıyla, edebi biçimler tarihçisi, araştırmasını denetleyip
doğrultusunu çizmesine (o farkında olsa da olmasa da) yardımcı olacak
edebiyat-dışı olgular aramaya başladığında kendine koyacağı tek kural her bir
durumu dikkatle değerlendirmek olabilir. (s. 30)
Belki fazla bariz bir örnek ama
mesela İkinci Dünya Savaşı, edebiyatı dönemlere ayırma veya yorumlama konusunda
fazla bir işe yaramaz: ama gayet açık ki bu onu başka sahalar açısından asli
öneme ya da muazzam bir açıklama gücüne sahip bir olay olmaktan çıkarmaz. (s.
31)
Belki şimdiye kadar söylediklerimizden
zaten çıkıyor ama yine de son olarak şunu vurgulayayım: edebiyat-dışı bir
olgunun önemli veya önemsiz olması, onun bir metnin "nesnesi" ya da
"içeriği" olup olmamasına değil, değerlendirme sistemlerinin,
dolayısıyla da retorik stratejilerin şekillenmesinde ne derece etkili olduğuna
bağlıdır. (s. 31)
Bilindiği gibi Freud sanatı,
uygarlığın kişiyi vazgeçmek zorunda bıraktığı itkilerin en başarılı şekilde
"telafi" edildiği alan olarak görür. Yani estetik faaliyetin
kökeninde "bastırılanın geri dönüşü" vardır. Ama bastırılmış ruhsal
içeriklerin tekrar yüzeye çıkmak için bir "maske" takmaları, daha
doğrusu, aksi yönde hareket eden başka ruhsal güçlerle yaşadıkları çatışmanın
sonucu olarak, esas hallerinden farklı bir "biçim" almaları
gerekir[.] (s. 47)
Trajedi, mutlak hükümdarın her
türlü etik ve rasyonel meşruiyetini elinden aldı. Kralın kutsallığını bozarak,
kellesini uçurmayı da mümkün kıldı. (s. 56)
Avrupa kültürü Platonculuk ile
Hıristiyanlığın karşılaşmasının ürünüdür; on yedi ve on sekizinci yüzyıllarda
bilimin "dünyanın büyüsünü bozması"na kadar Avrupa kültürüne bu
ikisinin karışımı hakim olmuştur. Dolayısıyla, Avrupa kültürü tarihinde belli
başlı iki dönem [s. 63] vardır: Antikçağdan başlayıp ortaçağ boyunca devam eden
ve Rönesans'la sonlanan dönem; ve modem dönem. [s. 64]
Shakespeare burjuva uygarlığının
doğuşunun habercisi sayılabilir ama bunun nedeni bu uygarlığın yaratacaklarının
erken bir örneği olması değildir. Shakespeare, tam tersine, eski kurallara -ki
bildiği tek kurallar bunlardır- riayet eden dünyanın nasıl kaçınılmaz olarak
yıkılacağını anlatır durur. (s. 87)
Stendhal de Aşk Üzerine'nin ilk
sayfasının kenarına şu kelimeleri not etmiştir: "Aşk denen illetin
tarihini matematik bir isabetle ve (becerebilirsem) doğrulukla yazmak istiyorum."
(s. 125)
Aşk bir hastalıktır: insanın kendi
bireyselliğinden ve aklından feragat etmesi de- [s. 125] mektir. [s. 126]
Hegel'e göre de aşk "kişinin
karşı cinsten birisine teslim olması, bağımsız bilincini feda etmesi"nden
kaynaklanır. Ama Hegel aşkın altında yatan bu kendini olumsuzlamayı diyalektik
olarak çözer ve etkisizleştirir: "kişi kendilik bilincini ötekinde
kaybe[der.] ... âşık ... varlığının köklerini bir başkasında bularak kendini
unut[ur] ama bu ötekinde bulduğu gene bütünüyle kendisidir" (Aesthetics,
1820-29, Oxford 1975, s. 562-3). (s. 126. 24 numaralı dipnot…)
Balzac'ın müthiş buluşu, bir genç
adamın, gemisi batıp ıssız bir adaya düşmese de, ruhunu şeytana satmasa da,
insan boyunda katil kuklalar yapmasa da heyecanlı bir hayatı olabileceğini
göstermesidir. (s. 144)
Bireyin diğer tüm bireylerin
faaliyetlerine bağımlı olması ilk kez metropolde görülen bir şey değildir belki
ama (Smith ve Hegel başka bağlamlarla ilgili olarak buna daha önce
değinmişlerdi), Simmel bu genel karşılıklı bağımlılık halini kentsel deneyimin
merkezine yerleştirmekte gene de haklıdır, zira şehirde bu bağımlılık sadece
kaçınılmaz değil, gürültülü, göze görünür ve unutulmazdır da. (s. 146)
Huizinga, Homo Ludens'de
insanların on dokuzuncu yüzyılda diğer tüm yüzyıllardan daha az oyun
oynadıklarını ileri sürer. Bu doğruysa bile, ancak risk alma zevkinin gündelik
hayatın dokusuna hiç on dokuzuncu yüzyıldaki kadar nüfuz etmemiş olmasındandır.
(s. 150)
Kentli insan şehri hakkında
olabildiğince az şey bilmekten neredeyse gurur duyar ve Borromini'ye ait bir
kilisenin yanından yüz kez geçip de bir kez bile içine girmeyebilir. Peki
neden? Çünkü zamanım yok, diye [s. 155] yanıtlar kentli insan. Yalan
söylemektedir; hiç kimsenin bu kadar çok boş vakti olmamıştır. Sorun zamanın
olmayışı değil, şehir hayatının durup bir şeyleri temaşa etmeye zaman
tanımamasıdır. [s. 156]
Aynı şekilde her fuzuli nesnenin
-dekoratif bir çan kordonu, bir uçurtma- sonunda cinayet aleti olduğu
anlaşılır. Bu nedenle dedektif anlatısında aşka yer yoktur. Nesnenin olduğundan
değerli görülmesi ("o kimselere benzemez") ve yerine başkasının
geçmesinin reddedilmesi ("ya o ya da hiç kimse") demek olan aşk,
eşdeğerlik ilkesinin hor görülmesine tekabül ettiği için bir nevi suçtur.
Gerçek aşkın hep suçlunun ekmeğine yağ sürmesi tesadüf olmamalı. (s. 171. 14
numaralı dipnot…)
[...] hayatı boyunca sadece ve
sadece eserine hizmet [s. 174] etmemiş tek bir büyük sanatçı yoktur. [s. 175] (Max Weber'den alıntı...)
Kitle kültürü farkında olmayışın
kültürüdür. Bu kültürün temelinde çelikten önkabuller vardır, onu şekillendiren
bu önkabullerin sonuçları ve etkileridir ama bunlar asla resme girmezler veya
bahis konusu olmazlar. (s. 184)
Gözyaşı daima çaresizlikten
dökülür. Birbiriyle çelişen iki olgu yatar gözyaşının altında: mevcut durumun
ne şekilde değiştirilmesi gerektiğinin apaçık oluşu - ve bu değişimin
imkânsızlığı. (s. 196)
Tanımı gereği zorunlu bir devlet
kurumu olan okul, öğretilen değerleri gönülden inandığımız için değil sırf
otorite korkusundan benimse- [s. 199] diğimiz [...] yerdir. [s. 200]
Toplum bireylerin rollerini, dolayısıyla
hayatlarının anlamını belirlemede artık otorite sahibi değildir. Artık ortada
benimsenecek, kabul edilecek bir anlam yoktur; daha ziyade, risk içeren
bireysel tercihlerle anlamın yaratılması gerekmektedir. Dolayısıyla bireyin
artık (ister istemez çoğul olarak) "değerlere" ve bir "oluşum
ve öz-oluşum" dönemine ihtiyacı olacaktır[.] (s. 204. Weber yorumu…)
Psikanaliz teorisi "uygarlık
ve yarattığı huzursuzluklar"dan, uygarlığın bireye dayattığı feragatlerden
bahsederken sadece insan hayatının ilk evrelerine zamanlandırdığı
"haz" ilkesinin feda edilişi olayı üzerine odaklanmıştır. Ama
bilinçli bir yaşta gerçekleştiği için belki daha da acı verici olan ikinci bir
feragat vardır ki o da kişinin kendi üstbenini feda edişi ya da en azından
susturuşudur. Bu -belki tüm insanlık tarihinde- birey özerkliği idealine en çok
yaklaşabilmiş şeyin feda edilmesidir. Üstben elbette gerçek anlamda
"özgür" değildir (şiddet içeren bir dayatmanın ürünüdür ve gücünü
esasen bilinçdışı kalmasından alır); yine de, Riesman'ın, Marcuse'nin, ama
herkesten çok Adorno'nun özgür bireyin belli belirsiz, titrek parıltısını
gördüğü oluşum ve gelişim süreci içinde, özerk bir şekilde yasalar
koyabilmekte ve bunlara uymaya çalışabilmektedir: "bir zamanlar baba
imgesinin iktidarını kırmak üzere yola çıkmış olan psikanaliz, artık
kararlılıkla babaların tarafını tutuyor. Bu babalar ya çocukların büyüklenmeci
fikirlerine dudaklarının kenarında alaycı bir kıvrımla gülümsüyor ya da her
şeyin aslını astarını, para kazanmanın kafayı aptalca fikirlerle doldurmak- [s.
205] tan daha önemli olduğunu onlara öğretme işini hayatın kendisine bırakıyorlar.
Dolaysız amaçlar ve araçlar dünyasına uzak durmak isteyen ve ekmeğini kazanma
zorunluluğunca yutulup köreltilmeden önce kendi kendisinin efendisi olduğu kısa
dönemde bunu yapmasına müsaade de edilen zihinsel tutum, narsisist olmakla
suçlanıp yaftalanıyor. Başka şeylerin mümkün olduğuna hâlâ inananların güçsüzlüğü
ve ciddiye alınmazlığı sanki kendi kabahatleri gibi gösteriliyor; onların
yetersizliği denen şey, aslında mümkün olanı onlardan hep esirgeyen ve
insanların sahip olduğu her türlü potansiyeli yok eden toplumsal düzenin
kabahatidir." [s. 206] (Tırnak içindeki son kısım Adorno’dan…)
[...] Ama modern dünyada bu
mücadeleler "çıraklık"tan, bireye bugünün gerçeklerini öğreten bir
eğitimden başka bir şey değildir, asıl önemleri de burada yatar. Bu çıraklığın
sonunda ise özne uslanır, istekleri ve fikirleriyle kendini süregiden
ilişkiler ve bunların rasyonelliği ile ahenge sokar, dünya denen zincire bir
halka olarak eklenir ve dünya karşısında uygun tutumlardan birini benimser.
[...] (s. 211. Hegel’den…)
Uygarlığın Huzursuzluğu'ndaki bir
pasajdan [...]: "Bir başka işlem [gerçekleştirilmesi zor isteklerin sanat
yoluyla tatmini arayışından] daha büyük bir enerjiyle ve daha derinlemesine iş
görür. Gerçekliği yegâne düşman ve tüm acıların kaynağı olarak algılar; onunla
yaşamak imkansızdır; eğer mutlu olmak mümkünse bu ancak onunla tüm bağları
kopararak olabilir... [Kişi] yeni bir dünya yaratmaya, mevcut dünyayı, onun en
katlanılmaz özelliklerinin çıkarılıp yerine kişinin isteklerine uygun
özelliklerin konduğu başka bir dünya ile ikame etmeye çalışabilir. Ama
umarsızca başkaldırıp mutluluğa bu yoldan varmaya kalkışan kişinin hiçbir şey
elde edemeyeceği kesindir. Gerçeklik ona göre fazla güçlüdür. Sonunda bir
deliye dönüşür ve çoğu zaman hezeyanını atlatmasına yardımcı olacak kimseyi de
bulamaz." (s. 213)
"Psikoloji ayağını vicdan
azabına, sahiden benimse- [s. 213] nen değerler ile benimsendiği iddia edilen
değerler arasındaki ilişkiye basmaya mecburdur. Ancak ve ancak bu şekilde suç
gerçeğini yok edebilir ve suçun cezalandırılamaz olduğunu ilan edebilir; suçlu
hayatın gerçekleriyle bağdaşmayan erdemleri savunan bir Don Kişot'tur sanki...
Bir ahlaktan ötekine, toplumda öğretilen ama insanların sahiden benimsemediği
bir ahlaktan toplumun iyiliği için tatbik etmekten kaçınılan çok daha yüksek
bir ahlaka böyle ani ve şiddetli bir geçiş yapan kişi masumdur." [s. 214]
(Michel Foucault'dan...)
Son kez "acıklı"
edebiyatın nihai etkisine, gözyaşlarına dönelim. Ve bu kez "İnsan neden
ağlar?" diye sormak yerine "Ağlayınca ne olur?" diye soralım.
Olan, bizimle dünya arasına bir perde inmesidir. Ağlamak görmememizi sağlar.
Dikkatimizi bizi üzen şeylerin görüntüsünden uzaklaştırır, daha doğrusu bunları
görünmez kılar. Ağlama asla üzüntü ile birebir çakışmaz: üzüntünün hemen ardından
gelen kaçınılmaz bir sonuç değildir. Ağlama her şeyden önce üzüntü karşısında
bir tepkidir -belki de en çocuksu tepki: dünya kendisini hayal kırıklığına
uğratınca artık bakmak ve akıl yürütmek istemeyip büyü yapmaya denk bir jest
ile dünyayı uzaklaştırmaya çalışan bir insanın tepkisi.
Akıl yürütmek ya da
"büyü"ye sığınmak: Hangi yetişkin bu iki tavır arasında tereddüt eder
ki? Ama işler o kadar basit değil. "Akıl yürütme"nin birbirine
tamamen zıt iki ayrı anlamı olabilir. Bir olaydaki nedensellik bağlarını
anlamaya yönelik bir işlemi ifade edebildiği gibi, gelecekteki olaylara dair
plan yapmaya yönelik bir işlemi de ifade edebilir. İnsan öznesinin hamurunda
olan bu yarılmayı hiçbir diyalektik onaramaz. Özne, her ikisi de varoluşu için
zorunlu olan ama asla dengeye ulaşmayan nedensellik ile ereksellik, gerçeklik
ile arzu kutupları arasında kalakalmış ve bölünmüş haldedir. Ağlama, bu iki
kutup arasındaki ilişkinin belli bir anında "tetiklenir": arzunun ve
erekselliğin beyhude ve olanaksız olduğunun gösterilmesiyle gerilimin nihayet
çözüldüğü an. Ağlamanın çelişkili hisler [s. 215] doğurması bundandır: kayıp
mutlak olduğundan mutlak bir üzüntü; ama aynı zamanda, hiç olmazsa iç çatışma
dindiği için rahatlama da. [s. 216]
Bilgi ancak ve ancak ötekiliğin
algılanmasıyla mümkün olabilir. Ötekiliği bize en keskin, en gerçekçi şekilde
hissettiren şey ise acıdır. Bu da demektir ki bilgi amacına ulaşıp nihayet
araştırdığı nesneyi "kavrasa" bile nesne bizim istencimize boyun
eğmeyecektir. Bunun böyle olması, iki ayaklı konuşan hayvanlar karşısında,
haklı olarak, taştan bir umursamazlık sergileyen doğal nesneler söz konusu
olduğunda normaldir. Ama insan topluluklarından bahsediyorsak aynı şeyi
söyleyemeyiz. İnsanları birbirine bağlayan toplumsal ilişkilerin -hepsinin- doğa
kanunlarında tipik olan o sonuçlar karşısındaki soğuk umursamazlıkla
gerilmesi: işte bu bizi üzmeye devam etmelidir. Bunu hissetmeyenin dünyaya
dair herhangi bir şeyi anlaması mümkün değildir. Mutlu olmak istemek kadar
doğal bir şey yoktur; ama bu dünyada mutluluğu bulduğuna inanmak, mutluluğun
değil aptallığın göstergesidir ve bu da düşünsel faaliyete hiç mi hiç uygun
olmayan bir özelliktir. Aksi yönde bir kanıt çıkana kadar bunun değiştirilmesi
imkânsız bir durum olduğu kabul edilmelidir, tamam. Benim tek söylemek
istediğim, değiştirilemez olanın, içinde bir zorunluluk barındırdığı ama bir
maksat taşımadığıdır. İnsan onu "kabul" edebilir, etmeye mecburdur,
ama "savunmak" abestir. Hepsi bu. (s. 217)
Genel olarak, her üslup tercihi,
belli bir ideolojik tercihin önceden edebiyat sahasında duyurulması ya da
"tercüme edilmesi" anlamına gelir ve bu, söz konusu ideolojik
tercihin toplumsal etkisini yaygınlaştırır. (s. 246)
Bu dünyanın bir anlamı vardır
belki ama bizim için anlamı yoktur; değerlerle gerçeklik arasında böyle bir
mütekabiliyet kalmamıştır, bir daha da olmayacaktır. Freud'un Uygarlığın
Huzursuzluğu'nda belirttiği gibi, "'Yaratılış' tasarısında insanın 'mutlu'
olması gibi bir maksat yoktur." (s. 258)
Marx ve Freud'da asıl etkileyici
olan, her ikisinin de -farklı ve kısmen bağdaşmaz şekillerde de olsa- çalışmaya
katıksız bir dünyevi anlam yüklemeye çalışmış olmasıdır: bu bağlamda, çalışmanın
bilinçli ve kolektif olarak yeniden temellük edilmesi teorisi ile yüceltme
teorisi Batı kültürünün kendisi hakkında ürettiği son iki şanlı yanılsamadır.
(s. 283)
Batı'da artık kimse çalışmanın
dünyaya bir anlamlılık katabileceğine inanmıyor (aynı şeyi siyaset için de
söyleyebiliriz). Hayatı yaşamaya değer kılan değerler başka yerde aranıyor:
çalışmaya ve siyasete, ancak ve ancak bu ikisiyle hiçbir ilişkisi kalmamış o
başka yerin kapılarını açtıkları ölçüde tahammül ediliyor (tahammül, daha
fazlası değil). (s. 283)
Yaşadığımız en güzel şey,
gerçekleşmediği için tamamen kısıtsız ve öznel bir biçimde yeniden ve yeniden
yaşanabilecek bir deneyimdir. (s. 289)
Bana göre Marksist eleştiri kitle
kültürünün yüzyılımızdaki yerini ve önemini azımsamakla kalmamış, avangard
deneylerle olan sistematik bağını da görmeyi başaramamıştır. Modernizmin
incelenmesi, modern kültürün ve onun tarihteki rolünün incelenmesi olacaksa
-yoksa belli bir parçasının değil- Modernizmin suskunluklarının da en az
söyledikleri kadar anlamlı olduğunu ve bu suskunlukların üzerinin çok başka
seslerce örtüldüğünü anlamak zorundayız. (s. 292)
Biçimlerin birbirleriyle mücadele
ettiği, bağlamları tarafından seçilime tabi tutulduğu ve doğadaki canlı türleri
gibi evrilip yok olduğu Darwinci bir edebiyat teorisi... Edebiyat eleştirisi
bugünkü içi boş metafiziğini çöpe atıp bir tür maddeciliğe geri döndüğü zaman
gerçekleşebilecek büyüleyici bir tasarı bu... (s. 299. Moretti kendi edebiyat
teorisinden bahsediyor.)
[Ibsen'in] eserlerinde para insanların kendini şekillendirmesine değil bozulmasına yol açar ve kişinin hakikati ancak (ansızın başa gelebilecek) parasızlık halinde tam olarak anlaşılabilir. (s. 301)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder