17 Şubat 2022 Perşembe

SOSYAL BİLİMLERİ AÇIN (GULBENKIAN KOMİSYONU)

(Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, İngilizce’den çeviren: Şirin Tekeli, Metis Yayınları, Beşinci Basım, Kasım 2005, s. 100.)

Rapor, merkezi Lizbon’da bulunan Calouste Gulbenkian Vakfı bünyesinde oluşturulan ve çeşitli ülkelerden on bilim insanının katıldığı bir komisyon tarafından hazırlanmış. Son biçimini Haziran 1995’te alan rapor dört* bölümden oluşuyor: Birinci bölümde, “bir bilgi biçimi olarak sosyal bilimin nasıl tarihsel olarak oluştuğu ve neden, onsekizinci yüzyıl sonundan 1945'e uzanan süreçte, görece standart bir dizi disipline ayrıştığı” ele alınmış. İkinci bölümde, “1945'ten bu yana dünya genelinde meydana gelen gelişmelerin bu entelektüel işbölümüyle ilgili ne gibi sorular sorulmasına yol açtığı ve böylece bir önceki dönemde yerli yerine oturtulan örgütlenme yapısını yeniden tartışma gündemine getirdiği”nden bahsedilmiş. Üçüncü bölümde, “son yıllarda çok tartışılan bir dizi temel entelektüel soruyu açımlayarak, daha ileri gidebilmek için bize optimal görünen bir tavır belirle”nmeye çalışılmış. Dördüncü ve son bölümde ise “sosyal bilimlerin bu tarihin ve yakın dönem tartışmalarının ışığında yeniden yapılandırılmasının akla yakın yolları” tartışılmış.

Çalışma sosyal bilimler(den herhangi birin)e ilgi duyan ve/veya konuyla ilgili kafa karışıklığı yaşayan okurlara kılavuz olabilecek niteliklere sahip. Rapor bir yandan bilimin pek de sanıldığı gibi masum bir faaliyet olmadığı ve olguların doğa bilimleri için bile değişkenlik gösterebileceği gibi önemli epistemolojik problematiklere değinirken diğer yandan bilimsel çalışmanın pratik yönleriyle ilgili önerilerde bulunuyor. Komisyon her ne kadar bir “reçete” sunmadığını söylese de bu öneriler kayda değer. (Bunlardan bazılarının özellikle son beş on yıl zarfında ülkemizde gerçekleştiğini bizzat görüp yaşadım. Örneğin bir alanda yüksek lisans yapmak için o alandan lisans mezunu olma şartını istemeyen üniversitelerin sayısı arttı…) İçinde komisyonun konuyla ilgili bazı önerilerinin de bulunduğu pek çok alıntı yaptığımı da ekleyeyim. Keyifli okumalar dilerim...

* Sonuç bölümü yanlışlıkla beş (V) ile gösterilmiş.

---

“Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllardaki biçimiyle doğa bilimleri öncelikle gökyüzü mekaniğinin incelemesinden yola çıkılarak kuruldu. Başlangıçta, doğa yasalarını saptamanın meşruluğunu ve önceliğini kabul ettirmek isteyenler, bilimle felsefe arasında fazla bir ayrım yapmıyorlardı. İki alanı ayırdıkları durumda da, bu iki dalın dünyevi gerçeği aramakta elele verdiklerini düşünüyorlardı. Ancak deneysel, ampirik çalışmalar bilimin vizyonunda merkezi bir yer edindikçe, felsefe, doğa bilimcilerine giderek, gerçek hakkında a priori, deneye tabi tutulamayan önermeler geliştirmekle suçlanan teolojinin yerini alan bir dal olarak görünmeye başladı. Ondokuzuncu yüzyıla doğru, bilgideki bu ayrışma iki dalın "ayrı ama eşit" oldukları yolundaki eski anlamını yitirdi ve yerini, en azından doğa bilimcilerinin gözünde, kesin olan bilgiyi (bilim), hayal edilen, giderek hayali (bilim olmayan) olandan üstün gören bir hiyerarşiye bıraktı. Nihayet, ondokuzuncu yüzyıl başında bilimin üstünlüğü dilde de tescil edildi. Tanımlayıcı bir sıfat taşımadan kullanıldığında bilim, öncelikle (hatta sadece) doğa bilimi anlamına kullanılır ol- [s. 14] muştu. Bu olgu, doğa biliminin felsefe denilen başka bir bilgi biçiminden tamamen farklı hatta ona karşıt olarak sosyal-entelektüel meşruiyete tek başına sahip çıkma çabasının doruk noktasını oluşturur. [s. 15]”

“[…] meşru bilgi konusundaki epistemolojik mücadelenin, doğayla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği değil (onsekizinci yüzyıla gelindiğinde doğa bilimcileri bu alanda tek söz sahibi olduklarını kabul ettirmişlerdi), fakat insanların dünyasıyla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusunda verileceği açıkça görülmeye başlamıştı.”

“Ondokuzuncu yüzyılın entelektüel tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını vurmuştur. Farklı disiplinlerin kurulma sürecinin ardında yatan varsayım, sistemli araştırmanın gerçekliğin farklı alanlarında uzmanlaşılmasını gerektirdiği yolundaki inançtı ve gerçeklik rasyonel olarak farklı bilgi kümelerine ayrıştırıldı. [s. 16]”

“Tarih, kralları haklı kılan bir vakkanüvislik (hagiography) olmaktan kurtulup, bugünü açıklayan ve gelecek için akıllıca seçimler yapmayı mümkün kılan, geçmişin gerçek öyküsü olacaktı. Ampirik arşiv araştırmasına dayalı bu tarihçilik, "felsefeden başka bir şey değil," diyerek, "spekülasyon" ve "tümden gelim" uygulamalarını reddeden sosyal bilime ve doğal bilimlerine katılmaktaydı. [s. 18]”

“Görüldüğü gibi, 1850 ile 1945 arasında, ayrı bir bilgi alanı oluşturdukları kabul edilen bir dizi disiplin ortaya çıktı ve bu yeni alana "sosyal bilim" adı verildi. Bu gelişme, belli başlı üniversitelerde önce kürsüler, daha sonra her disiplinde diplomaya yönelik ders programları öneren bölümler kurularak sağlandı. Öğrenci yetiştirmedeki kurumsallaşmaya araştırmanın kurumsallaşması eşlik ediyordu; bu bağlamda her disiplinde uzmanlaşmış dergiler [s. 34] oluştu, akademisyenler disiplinlere göre örgütlenen (önce ulusal daha sonra uluslararası) dernekler kurdular, kütüphane koleksiyonları disiplinlere göre kataloglandı. [s. 35]”

“Ne var ki, tam sosyal bilimlerin kurumsal yapısının ilk kez yerli yerine oturduğu ve başka dallardan kesin olarak ayrıldığı düşünülecekken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal bilimcilerin uygulamaları değişmeye başladı. Bu gelişme, sosyal bilimcilerin entelektüel konumları ve uygulamaları ile sosyal bilimlerin resmi örgütlenme biçimi arasında giderek büyüyen bir uçurum yaratacaktı. [s. 36]”

“Disiplinler, kuralların sürekli olarak canlı tutulması biçiminde ortaya çıkan kimlikler yoluyla söylemin üretimini sınırlandıran bir kontrol sistemi oluşturur.” Michel Foucault

“1945'TEN SONRA, daha önceki yüzyıl boyunca yerli yerine oturtulmaya çalışılan sosyal bilimlerin yapısını derinden etkileyen üç gelişme oldu. Birincisi, dünyanın siyasal yapısında meydana gelen değişmeydi. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı'ndan, siyasal yönden biri ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaş denilen durum, diğeri de, dünyanın Avrupa dışı halklarının yeniden tarih sahnesine çıkmaları olan, iki yeni jeopolitik gerçeklikle tanımlanan bir dünyada, bu dünyanın en güçlü ekonomisi olarak çıktı. İkinci gelişme, 1945'i izleyen yirmi beş yılda dünyanın, o güne kadar görülmemiş boyutta bir nüfus ve üretim kapasitesi artışı yaşamasıydı ki, bu olgu, insan faaliyetlerinin hepsinin ölçek değiştirmesi anlamına geliyordu. Üçüncü gelişme ise, ikinci gelişmenin uzantısında üniversite sisteminin dünyanın her yanında nicel ve coğrafi anlamda olağanüstü bir gelişme göstermesiydi ki, bu da, meslekten sosyal bilimcilerin sayısının birkaç kat artmasına yol açtı. [s. 37]”

“1945'ten sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik herhalde, entelektüel çalışmayı gruplamakta kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlatılmasıdır. Bu kavram önce, ABD'de, İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılmaya başladı. Savaşı izleyen on yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri'nde yaygın bir uygulama alanı buldu ve daha sonra yavaş yavaş dünyanın başka yerlerindeki üniversitelere yayıldı. [s. 40]”

“Sosyal bilimcilerin de, siyasal ya da dini liderler gibi misyonları vardır; örneğin, gerçeği bilmek gibi bazı hedeflere ulaşma şansını artıracağı inancıyla, bazı uygulamaların evrensel bir kabul görmesini isterler. Bilimin evrenselliği bayrağı altında, bilimsel anlamda meşru bilginin nasıl olması gerektiğini tanımlar ve böylece bu biçime uymayan bilgiyi kabul edilebilirlik alanının dışına atarlar. Egemen ideolojiler kendilerini hem eyleme yön veren hem de evrensel denilen paradigmaları belirleyen aklın yansıması ve ürünü olarak tanımladıkları için, bu görüşleri reddetmek, "bilim"e karşı "macera"yı seçmek olarak nitelenmekte ve entelektüel ve manevi güvenlik yerine belirsizliği yeğlemek anlamına gelmekteydi. Bu dönemde Batı sosyal bilimi güçlü bir sosyal konumda olmayı sürdürüyor ve ekonomik avantajıyla zihinsel üstünlüğünü, kendi görüşlerini, örnek sosyal bilim olarak yaymakta kullanabiliyordu. Öte yandan Batı sosyal biliminin bu misyonu, dünyanın geri kalanındaki sosyal bilimciler için de çok çekiciydi, zira bu görüşleri ve uygulamaları benimsemekle onlar da evrensel bilim topluluğuna katılmış oluyorlardı. [s. 54]”

“1878'de Afrikalı bir bilim adamı, Engelbert Mveng "Boyun Eğmeden Mirası Devralmaya" başlıklı bir makale yazdı. Burada şunu söylüyordu: "Bugün Batı, doğruya ulaşmanın Aristoteles mantığı, Thomasçı mantık ya da Hegel diyalektiğinden farklı yolları da olabileceği konusunda bizimle hemfikir. Ama bunun için, sosyal bilimler ve insan bilimleri üzerindeki sömürgeciliğe son verilmesi gerekiyor." Dahil olma isteği, teorik temellerin açıklığa kavuşturulması isteği, aslında bir sömürgeciliğe son verme ya da başka bir deyişle, bugün bildiğimiz haliyle sosyal bilimlerin özel kurumsallaşma biçimini yaratan iktidar ilişkilerinin değişmesi isteğidir. [s. 56]”

“Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir. Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır. Sosyal bilimler, sosyal bilimcinin de içinde yer aldığı eşitsiz dünyayı betimleme ve o dünya hakkında doğru önermeler yapma olgusuyla nasıl başedeceklerdir? Evrenselcilik iddiaları hep belirli kişiler tarafından yapılır ve bu kişiler karşılarında daima kendilerininkine rakip iddiaları olan başkalarını bulurlar. Neyin evrensel olduğu konusunda birbirine rakip tekilci görüşlerin varlığı, bizi araştırmacının tarafsızlığıyla ilgili sorgulamaları ciddiye almaya zorlamaktadır. Doğa bilimleri uzun zamandan beri, ölçümü yapanın ölçülene müdahale ettiği gerçeğini kabul ediyorlar. Bu gerçeğin çok daha kolaylıkla kabul edilebilir olması gereken sosyal bilimlerde ise, söz konusu önerme hâlâ tartışmalıdır. [s. 58]”

“Önümüzde duran soru, yerelcilik konusundaki haklı eleştirilere gereken yanıtı verebilmek ve böylece evrensel düzeyde anlamlı, uygulanabilir, geçerli bir sosyal bilim iddiasında bulunabilmek için, sosyal bilimleri nasıl açabileceğimiz sorusudur. [s. 59]”

“Descartes'ın klasik bilim anlayışı, dünyayı determinist ve "doğa yasaları" denilen, bütünüyle nedensel yasalarla açıklanabilen bir otomata benzetmekteydi. Bugün ise birçok doğa bilimci dünyanın bundan çok farklı biçimde betimlenmesi gerektiğini savunuyor. [s. 61]”

Herhangi bir sosyal ortamda değerler çatışmasını çözmek için başvurulabilecek sadece birkaç yol vardır. Bunlardan birisi coğrafi ayrışmadır... Daha kararlı bir başka çözüm yolu çekip gitmektir... Bireysel ve kültürel farkla başetmenin üçüncü bir yolu diyalogtur. Burada değerler çatışması ilkece olumlu bir yoldan çözülür - bu yoldan taraflar arasında daha ileri düzeyde bir iletişim kurulabilir ve herkes kendini daha iyi anlayabilir... Nihayet, değerler çatışması güç ya da şiddet kullanma yoluyla çözülebilir... Artık içinde yaşadığımız küreselleşen toplumda bu dört seçenekten ilk ikisinin gerçekleşme şansı giderek azalmaktadır. Anthony Giddens [s. 68]

“O halde, "sosyal bilimleri açmak" için atılması mümkün adımlar konusunda ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? Bilgi yapılarını yeniden örgütlemek üzere şu ya da bu yapılmalıdır demeye imkân verecek bir reçetemiz yok. Biz ancak, kolektif tartışmaları özendirmek ve çözüm bulmaya yardımcı olabilecek yollar önermek durumundayız. Yeniden yapılanma için önerilerimize geçmeden önce, biraz daha derinliğine tartışılıp çözümlenmesi gereken birkaç boyut üzerinde durmak istiyoruz. Bunlar: (1) En az Descartes'tan bu yana modern düşünceye yerleşmiş olan, insanlar ve doğa arasındaki ontolojik ayrımı reddetmenin ne anlama geldiği; (2) sosyal eylemin, içinde yer aldığı çözümlenebileceği tek mümkün ve/veya öncelikli sınırların devlet tarafından çizilenler olduğunu reddetmenin ne anlama geldiği; (3) tek ile çok, evrensel ile tekil arasındaki bitmeyen gerilimin geçmişte kalmış bir olgu değil, insan toplumunun sonsuza dek varolacak bir özelliği olduğunu kabul etmenin ne anlama geldiği; (4) bilimin evrilen önkabulleri ışığında kabul edilebilir nesnelliğin ne olduğudur. [s. 74]”

“[…] inanıyoruz ki, daha önce tartıştığımız üç meseleye gereken önemin verilmesi -insanlar ve doğa arasındaki ontolojik ayrımın geçerliliğini iyi anlamak; sosyal eylemin içinde yer aldığı sınırların daha iyi tanımlanması; ve evrenselcilikle tekilcilik arasındaki karşıtlığın daha iyi dengelenmesi- elde etmeye çalıştığımız daha geçerli bilgiye ulaşma çabalarımıza büyük destek sağlayacaktır.

Kısacası, bilginin sosyal olarak kurulmuş olduğu gerçeği, daha geçerli bilgiye ulaşmanın da sosyal olarak mümkün olduğu anlamına gelir. Bilginin sosyal temelleri olduğunu kabul etmek, nesnellik kavramıyla hiç de çelişki içinde değildir. Tam tersine, biz, geçmişteki uygulamalara yönelik eleştirileri değerlendirerek ve hakikaten daha çoğulcu ve evrensel yapılar kurarak yapılacak bir yeniden yapılandırmanın, sosyal bilimlerin nesnelliğini arttırabileceğine inanıyoruz. [s. 87]”

“Asıl yapılması gereken, örgütsel sınırları değiştirme girişiminden çok, entelektüel faaliyeti mevcut disiplin sınırlarına bakmaksızın sürdürmeye izin veren örgütlenmeyi güçlendirmek gibi görünüyor. Gerçekten de, tarihle ilgilenmek, sadece tarihçi denilen kişilerin tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal bilimciler için bir görevdir. Sosyoloji yapmak sadece sosyolog denilen kişilerin tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal bilimciler için bir görevdir. Ekonomik sorunlar iktisatçıların tekelinde değildir. Ekonomik sorunlar sosyal bilimsel bütün analizlerde merkezi bir yer tutar. Kaldı ki, meslekten tarihçilerin tarihi, sosyologların sosyal sorunları, iktisatçıların ekonomik dalgalanmaları bu alanlarda çalışan diğer sosyal bilimcilerden daha iyi açıklayabildikleri de kesin değildir. Kısacası, biz bilgelik tekelleri kurmanın ya da belirli üniversite diplomaları almış kişilere bilgi bölgeleri tahsis etmenin pek akıl kârı olmadığını düşünüyoruz. [s. 91]”

“[…] biz, entelektüel meselelerin aydınlatılması ve sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması için sosyal bilim yapılarının idarecileri tarafından […] desteklenebilecek ve desteklenmesi gereken en az dört yol bulunduğunu düşünüyoruz:

(1) Üniversitelerin içinde veya onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl süreyle çalışmak üzere bilim adamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılması. […]

(2) Üniversite yapıları içinde, geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli bir zaman dilimi için (örneğin beş yıl) kendi fonları bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması. […] [s. 95]

(3) Profesörlerin birden çok bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi. […]

(4) Doktora öğrencileri için birden çok alanda çalışma zorunluluğu. […] [s. 96]

Her şeyden önemlisi, bir kez daha tekrarlayalım, sorunun temelinde yatan meseleleri acilen ve açık seçik ortaya koyarak, akıl sınırları içinde tartışabilmektir. [s. 97]”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder