(Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın Sosyal Bilimlerin
Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, İngilizce’den çeviren: Şirin Tekeli,
Metis Yayınları, Beşinci Basım, Kasım 2005, s. 100.)
Rapor, merkezi Lizbon’da bulunan
Calouste Gulbenkian Vakfı bünyesinde oluşturulan ve çeşitli ülkelerden on bilim
insanının katıldığı bir komisyon tarafından hazırlanmış. Son biçimini Haziran
1995’te alan rapor dört* bölümden oluşuyor: Birinci bölümde, “bir bilgi biçimi
olarak sosyal bilimin nasıl tarihsel olarak oluştuğu ve neden, onsekizinci
yüzyıl sonundan 1945'e uzanan süreçte, görece standart bir dizi disipline
ayrıştığı” ele alınmış. İkinci bölümde, “1945'ten bu yana dünya genelinde
meydana gelen gelişmelerin bu entelektüel işbölümüyle ilgili ne gibi sorular
sorulmasına yol açtığı ve böylece bir önceki dönemde yerli yerine oturtulan
örgütlenme yapısını yeniden tartışma gündemine getirdiği”nden bahsedilmiş.
Üçüncü bölümde, “son yıllarda çok tartışılan bir dizi temel entelektüel soruyu
açımlayarak, daha ileri gidebilmek için bize optimal görünen bir tavır
belirle”nmeye çalışılmış. Dördüncü ve son bölümde ise “sosyal bilimlerin bu
tarihin ve yakın dönem tartışmalarının ışığında yeniden yapılandırılmasının
akla yakın yolları” tartışılmış.
Çalışma sosyal bilimler(den
herhangi birin)e ilgi duyan ve/veya konuyla ilgili kafa karışıklığı yaşayan
okurlara kılavuz olabilecek niteliklere sahip. Rapor bir yandan bilimin pek de
sanıldığı gibi masum bir faaliyet olmadığı ve olguların doğa bilimleri için
bile değişkenlik gösterebileceği gibi önemli epistemolojik problematiklere
değinirken diğer yandan bilimsel çalışmanın pratik yönleriyle ilgili önerilerde
bulunuyor. Komisyon her ne kadar bir “reçete” sunmadığını söylese de bu
öneriler kayda değer. (Bunlardan bazılarının özellikle son beş on yıl zarfında
ülkemizde gerçekleştiğini bizzat görüp yaşadım. Örneğin bir alanda yüksek
lisans yapmak için o alandan lisans mezunu olma şartını istemeyen
üniversitelerin sayısı arttı…) İçinde komisyonun konuyla ilgili bazı önerilerinin
de bulunduğu pek çok alıntı yaptığımı da ekleyeyim. Keyifli okumalar dilerim...
* Sonuç bölümü yanlışlıkla beş
(V) ile gösterilmiş.
---
“Onyedinci ve onsekizinci
yüzyıllardaki biçimiyle doğa bilimleri öncelikle gökyüzü mekaniğinin incelemesinden
yola çıkılarak kuruldu. Başlangıçta, doğa yasalarını saptamanın meşruluğunu ve
önceliğini kabul ettirmek isteyenler, bilimle felsefe arasında fazla bir ayrım
yapmıyorlardı. İki alanı ayırdıkları durumda da, bu iki dalın dünyevi gerçeği
aramakta elele verdiklerini düşünüyorlardı. Ancak deneysel, ampirik çalışmalar
bilimin vizyonunda merkezi bir yer edindikçe, felsefe, doğa bilimcilerine
giderek, gerçek hakkında a priori, deneye tabi tutulamayan önermeler
geliştirmekle suçlanan teolojinin yerini alan bir dal olarak görünmeye başladı.
Ondokuzuncu yüzyıla doğru, bilgideki bu ayrışma iki dalın "ayrı ama
eşit" oldukları yolundaki eski anlamını yitirdi ve yerini, en azından doğa
bilimcilerinin gözünde, kesin olan bilgiyi (bilim), hayal edilen, giderek hayali
(bilim olmayan) olandan üstün gören bir hiyerarşiye bıraktı. Nihayet,
ondokuzuncu yüzyıl başında bilimin üstünlüğü dilde de tescil edildi.
Tanımlayıcı bir sıfat taşımadan kullanıldığında bilim, öncelikle (hatta sadece)
doğa bilimi anlamına kullanılır ol- [s. 14] muştu. Bu olgu, doğa biliminin
felsefe denilen başka bir bilgi biçiminden tamamen farklı hatta ona karşıt
olarak sosyal-entelektüel meşruiyete tek başına sahip çıkma çabasının doruk
noktasını oluşturur. [s. 15]”
“[…] meşru bilgi konusundaki
epistemolojik mücadelenin, doğayla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği değil
(onsekizinci yüzyıla gelindiğinde doğa bilimcileri bu alanda tek söz sahibi
olduklarını kabul ettirmişlerdi), fakat insanların dünyasıyla ilgili bilgiyi
kimin denetleyeceği konusunda verileceği açıkça görülmeye başlamıştı.”
“Ondokuzuncu yüzyılın entelektüel
tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi,
yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık
gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını vurmuştur. Farklı
disiplinlerin kurulma sürecinin ardında yatan varsayım, sistemli araştırmanın
gerçekliğin farklı alanlarında uzmanlaşılmasını gerektirdiği yolundaki inançtı
ve gerçeklik rasyonel olarak farklı bilgi kümelerine ayrıştırıldı. [s. 16]”
“Tarih, kralları haklı kılan bir
vakkanüvislik (hagiography) olmaktan kurtulup, bugünü açıklayan ve gelecek için
akıllıca seçimler yapmayı mümkün kılan, geçmişin gerçek öyküsü olacaktı.
Ampirik arşiv araştırmasına dayalı bu tarihçilik, "felsefeden başka bir
şey değil," diyerek, "spekülasyon" ve "tümden gelim"
uygulamalarını reddeden sosyal bilime ve doğal bilimlerine katılmaktaydı. [s.
18]”
“Görüldüğü gibi, 1850 ile 1945
arasında, ayrı bir bilgi alanı oluşturdukları kabul edilen bir dizi disiplin
ortaya çıktı ve bu yeni alana "sosyal bilim" adı verildi. Bu gelişme,
belli başlı üniversitelerde önce kürsüler, daha sonra her disiplinde diplomaya
yönelik ders programları öneren bölümler kurularak sağlandı. Öğrenci
yetiştirmedeki kurumsallaşmaya araştırmanın kurumsallaşması eşlik ediyordu; bu
bağlamda her disiplinde uzmanlaşmış dergiler [s. 34] oluştu, akademisyenler
disiplinlere göre örgütlenen (önce ulusal daha sonra uluslararası) dernekler
kurdular, kütüphane koleksiyonları disiplinlere göre kataloglandı. [s. 35]”
“Ne var ki, tam sosyal bilimlerin
kurumsal yapısının ilk kez yerli yerine oturduğu ve başka dallardan kesin
olarak ayrıldığı düşünülecekken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal
bilimcilerin uygulamaları değişmeye başladı. Bu gelişme, sosyal bilimcilerin
entelektüel konumları ve uygulamaları ile sosyal bilimlerin resmi örgütlenme
biçimi arasında giderek büyüyen bir uçurum yaratacaktı. [s. 36]”
“Disiplinler, kuralların sürekli
olarak canlı tutulması biçiminde ortaya çıkan kimlikler yoluyla söylemin
üretimini sınırlandıran bir kontrol sistemi oluşturur.” Michel Foucault
“1945'TEN SONRA, daha önceki
yüzyıl boyunca yerli yerine oturtulmaya çalışılan sosyal bilimlerin yapısını
derinden etkileyen üç gelişme oldu. Birincisi, dünyanın siyasal yapısında
meydana gelen değişmeydi. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı'ndan,
siyasal yönden biri ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaş denilen durum, diğeri
de, dünyanın Avrupa dışı halklarının yeniden tarih sahnesine çıkmaları olan,
iki yeni jeopolitik gerçeklikle tanımlanan bir dünyada, bu dünyanın en güçlü
ekonomisi olarak çıktı. İkinci gelişme, 1945'i izleyen yirmi beş yılda
dünyanın, o güne kadar görülmemiş boyutta bir nüfus ve üretim kapasitesi artışı
yaşamasıydı ki, bu olgu, insan faaliyetlerinin hepsinin ölçek değiştirmesi
anlamına geliyordu. Üçüncü gelişme ise, ikinci gelişmenin uzantısında
üniversite sisteminin dünyanın her yanında nicel ve coğrafi anlamda olağanüstü
bir gelişme göstermesiydi ki, bu da, meslekten sosyal bilimcilerin sayısının
birkaç kat artmasına yol açtı. [s. 37]”
“1945'ten sonra gerçekleşen en
önemli akademik yenilik herhalde, entelektüel çalışmayı gruplamakta kullanılan
yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlatılmasıdır. Bu
kavram önce, ABD'de, İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılmaya başladı. Savaşı
izleyen on yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri'nde yaygın bir uygulama alanı
buldu ve daha sonra yavaş yavaş dünyanın başka yerlerindeki üniversitelere
yayıldı. [s. 40]”
“Sosyal bilimcilerin de, siyasal
ya da dini liderler gibi misyonları vardır; örneğin, gerçeği bilmek gibi bazı
hedeflere ulaşma şansını artıracağı inancıyla, bazı uygulamaların evrensel bir
kabul görmesini isterler. Bilimin evrenselliği bayrağı altında, bilimsel
anlamda meşru bilginin nasıl olması gerektiğini tanımlar ve böylece bu biçime
uymayan bilgiyi kabul edilebilirlik alanının dışına atarlar. Egemen ideolojiler
kendilerini hem eyleme yön veren hem de evrensel denilen paradigmaları
belirleyen aklın yansıması ve ürünü olarak tanımladıkları için, bu görüşleri
reddetmek, "bilim"e karşı "macera"yı seçmek olarak
nitelenmekte ve entelektüel ve manevi güvenlik yerine belirsizliği yeğlemek
anlamına gelmekteydi. Bu dönemde Batı sosyal bilimi güçlü bir sosyal konumda olmayı
sürdürüyor ve ekonomik avantajıyla zihinsel üstünlüğünü, kendi görüşlerini,
örnek sosyal bilim olarak yaymakta kullanabiliyordu. Öte yandan Batı sosyal
biliminin bu misyonu, dünyanın geri kalanındaki sosyal bilimciler için de çok
çekiciydi, zira bu görüşleri ve uygulamaları benimsemekle onlar da evrensel
bilim topluluğuna katılmış oluyorlardı. [s. 54]”
“1878'de Afrikalı bir bilim
adamı, Engelbert Mveng "Boyun Eğmeden Mirası Devralmaya" başlıklı bir
makale yazdı. Burada şunu söylüyordu: "Bugün Batı, doğruya ulaşmanın
Aristoteles mantığı, Thomasçı mantık ya da Hegel diyalektiğinden farklı yolları
da olabileceği konusunda bizimle hemfikir. Ama bunun için, sosyal bilimler ve
insan bilimleri üzerindeki sömürgeciliğe son verilmesi gerekiyor." Dahil
olma isteği, teorik temellerin açıklığa kavuşturulması isteği, aslında bir
sömürgeciliğe son verme ya da başka bir deyişle, bugün bildiğimiz haliyle
sosyal bilimlerin özel kurumsallaşma biçimini yaratan iktidar ilişkilerinin
değişmesi isteğidir. [s. 56]”
“Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir.
Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve
evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır. Sosyal bilimler, sosyal
bilimcinin de içinde yer aldığı eşitsiz dünyayı betimleme ve o dünya hakkında
doğru önermeler yapma olgusuyla nasıl başedeceklerdir? Evrenselcilik iddiaları
hep belirli kişiler tarafından yapılır ve bu kişiler karşılarında daima
kendilerininkine rakip iddiaları olan başkalarını bulurlar. Neyin evrensel
olduğu konusunda birbirine rakip tekilci görüşlerin varlığı, bizi
araştırmacının tarafsızlığıyla ilgili sorgulamaları ciddiye almaya
zorlamaktadır. Doğa bilimleri uzun zamandan beri, ölçümü yapanın ölçülene
müdahale ettiği gerçeğini kabul ediyorlar. Bu gerçeğin çok daha kolaylıkla
kabul edilebilir olması gereken sosyal bilimlerde ise, söz konusu önerme hâlâ
tartışmalıdır. [s. 58]”
“Önümüzde duran soru, yerelcilik
konusundaki haklı eleştirilere gereken yanıtı verebilmek ve böylece evrensel
düzeyde anlamlı, uygulanabilir, geçerli bir sosyal bilim iddiasında
bulunabilmek için, sosyal bilimleri nasıl açabileceğimiz sorusudur. [s. 59]”
“Descartes'ın klasik bilim
anlayışı, dünyayı determinist ve "doğa yasaları" denilen, bütünüyle
nedensel yasalarla açıklanabilen bir otomata benzetmekteydi. Bugün ise birçok
doğa bilimci dünyanın bundan çok farklı biçimde betimlenmesi gerektiğini
savunuyor. [s. 61]”
Herhangi bir sosyal ortamda
değerler çatışmasını çözmek için başvurulabilecek sadece birkaç yol vardır.
Bunlardan birisi coğrafi ayrışmadır... Daha kararlı bir başka çözüm yolu çekip
gitmektir... Bireysel ve kültürel farkla başetmenin üçüncü bir yolu diyalogtur.
Burada değerler çatışması ilkece olumlu bir yoldan çözülür - bu yoldan taraflar
arasında daha ileri düzeyde bir iletişim kurulabilir ve herkes kendini daha iyi
anlayabilir... Nihayet, değerler çatışması güç ya da şiddet kullanma yoluyla
çözülebilir... Artık içinde yaşadığımız küreselleşen toplumda bu dört
seçenekten ilk ikisinin gerçekleşme şansı giderek azalmaktadır. Anthony Giddens
[s. 68]
“O halde, "sosyal bilimleri
açmak" için atılması mümkün adımlar konusunda ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?
Bilgi yapılarını yeniden örgütlemek üzere şu ya da bu yapılmalıdır demeye imkân
verecek bir reçetemiz yok. Biz ancak, kolektif tartışmaları özendirmek ve çözüm
bulmaya yardımcı olabilecek yollar önermek durumundayız. Yeniden yapılanma için
önerilerimize geçmeden önce, biraz daha derinliğine tartışılıp çözümlenmesi
gereken birkaç boyut üzerinde durmak istiyoruz. Bunlar: (1) En az Descartes'tan
bu yana modern düşünceye yerleşmiş olan, insanlar ve doğa arasındaki ontolojik
ayrımı reddetmenin ne anlama geldiği; (2) sosyal eylemin, içinde yer aldığı
çözümlenebileceği tek mümkün ve/veya öncelikli sınırların devlet tarafından
çizilenler olduğunu reddetmenin ne anlama geldiği; (3) tek ile çok, evrensel
ile tekil arasındaki bitmeyen gerilimin geçmişte kalmış bir olgu değil, insan
toplumunun sonsuza dek varolacak bir özelliği olduğunu kabul etmenin ne anlama
geldiği; (4) bilimin evrilen önkabulleri ışığında kabul edilebilir nesnelliğin
ne olduğudur. [s. 74]”
“[…] inanıyoruz ki, daha önce
tartıştığımız üç meseleye gereken önemin verilmesi -insanlar ve doğa arasındaki
ontolojik ayrımın geçerliliğini iyi anlamak; sosyal eylemin içinde yer aldığı
sınırların daha iyi tanımlanması; ve evrenselcilikle tekilcilik arasındaki
karşıtlığın daha iyi dengelenmesi- elde etmeye çalıştığımız daha geçerli
bilgiye ulaşma çabalarımıza büyük destek sağlayacaktır.
Kısacası, bilginin sosyal olarak
kurulmuş olduğu gerçeği, daha geçerli bilgiye ulaşmanın da sosyal olarak mümkün
olduğu anlamına gelir. Bilginin sosyal temelleri olduğunu kabul etmek,
nesnellik kavramıyla hiç de çelişki içinde değildir. Tam tersine, biz,
geçmişteki uygulamalara yönelik eleştirileri değerlendirerek ve hakikaten daha
çoğulcu ve evrensel yapılar kurarak yapılacak bir yeniden yapılandırmanın,
sosyal bilimlerin nesnelliğini arttırabileceğine inanıyoruz. [s. 87]”
“Asıl yapılması gereken, örgütsel
sınırları değiştirme girişiminden çok, entelektüel faaliyeti mevcut disiplin
sınırlarına bakmaksızın sürdürmeye izin veren örgütlenmeyi güçlendirmek gibi
görünüyor. Gerçekten de, tarihle ilgilenmek, sadece tarihçi denilen kişilerin
tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal bilimciler için bir görevdir. Sosyoloji
yapmak sadece sosyolog denilen kişilerin tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal
bilimciler için bir görevdir. Ekonomik sorunlar iktisatçıların tekelinde
değildir. Ekonomik sorunlar sosyal bilimsel bütün analizlerde merkezi bir yer
tutar. Kaldı ki, meslekten tarihçilerin tarihi, sosyologların sosyal sorunları,
iktisatçıların ekonomik dalgalanmaları bu alanlarda çalışan diğer sosyal
bilimcilerden daha iyi açıklayabildikleri de kesin değildir. Kısacası, biz
bilgelik tekelleri kurmanın ya da belirli üniversite diplomaları almış kişilere
bilgi bölgeleri tahsis etmenin pek akıl kârı olmadığını düşünüyoruz. [s. 91]”
“[…] biz, entelektüel meselelerin
aydınlatılması ve sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması için sosyal bilim
yapılarının idarecileri tarafından […] desteklenebilecek ve desteklenmesi
gereken en az dört yol bulunduğunu düşünüyoruz:
(1) Üniversitelerin içinde veya
onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl
süreyle çalışmak üzere bilim adamlarını bir araya getiren kurumların
yaygınlaştırılması. […]
(2) Üniversite yapıları içinde,
geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli
bir zaman dilimi için (örneğin beş yıl) kendi fonları bulunan birleşik
araştırma programlarının oluşturulması. […] [s. 95]
(3) Profesörlerin birden çok
bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi. […]
(4) Doktora öğrencileri için
birden çok alanda çalışma zorunluluğu. […] [s. 96]
Her şeyden önemlisi, bir kez daha tekrarlayalım, sorunun temelinde yatan meseleleri acilen ve açık seçik ortaya koyarak, akıl sınırları içinde tartışabilmektir. [s. 97]”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder