Eskiden şiir olsun, öykü veya deneme olsun bir şeyler yazmak demek, süslü püslü cümleler kurmaya çalışmak demekti benim için. Edebiyatın bundan ibaret olmadığını biraz geç de olsa anladım. Tabii, üzerinden yıllar geçmesine rağmen eski alışkanlıkları ya da kalıplaşmış hazır fikirleri terk etmek öyle kolay olmuyor. Yazılarımda hâlâ gelgitler yaşıyorum; kaçınmaya çalışsam da “edebî” cümleler kuruyor, içeriği ilginçliğe ve çarpıcılığa kurban etme tehlikeleri atlatıyorum.
Artık daha rahatım bu konuda. Uzun
ve girift cümleler kurmaktan büyük ölçüde sakınabiliyorum. Fakat zorlandığım
başka bir iki husus var. Bunlardan biri eski kelime merakım. Gerçi bu konuda
elimden geleni yapıyorum, ama o kelimeleri kullanmak bana sadece doğal gelmiyor,
biraz kaçınılmaz da geliyor; birtakım ince ayrımları verememekten korkuyorum. Yine
de dikkat edeceğim bu konuya.
Fark ettiğim ve yapmamam gereken
başka bir husus da şu. Üzerinde bir şeyler karalamaya çalıştığım farklı farklı
pek çok konuyu bir şekilde duygusallaştırmak, acıklı bir havaya bürümek. Bir
yazı, dokunaklı olabilir elbette, fakat her konu da öyle anlatılmaz ki! Bunu
da bırakmam gerek.
Evet, sevgili okur, bugün de
yazma tarzım üzerine, yazarken düştüğüm bir iki tuzak üzerine bir şeyler
söylemek istedim; çünkü sadece herhangi bir konuda yazmayı değil, yazma süreci
ve yazı üzerine düşünüp bir şeyler çiziktirmeyi de seviyorum. Umarım, laf
kalabalığı yapmadığım, lafı eveleyip gevelemediğim, açık ve duru yazılarımla da
karşında olabilirim. Hoşça bak zatına!
21.10.2024, Pt.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder