Rahmetli babamın zoruyla gittiğim üniversiteden, az farkla kaçırdığım eczacılıktan sonraki tercihim olan kimya mühendisliğinden, devamsızlık nedeniyle bir buçuk yıl uzatmalı da olsa sonunda mezun olmuştum. Hiç vakit kaybetmeden vatan borcumu da ödeyip önümdeki on yılları özgürce yaşamak arzusundaydım. Çok da uzun bir ömür biçmiyordum kendime, “Birkaç on yıl yaşarsam ne âlâ,” diyordum. İş bulmak, bir gelecek planı yapmak gibi dertlerim hiç olmamıştı. Kendimi bir aile reisi olarak düşündüğümdeyse elimde olmadan gülüyordum. Reislik meislik telaşlandırırdı beni. Okul yıllarımda öğretmenlerim demokrasiyi rafa kaldırıp doğrudan beni sınıf başkanı seçecekler diye ödüm kopardı. Allah’tan zihnî gelişmemin aksine bedensel gelişmem çok yavaş seyrettiğinden korktuğum başıma gelmedi, hiç başkan olamadım; öğretmenlerim tercihlerini erken gelişmiş şişko bir kız veya iri yarı bir oğlandan yana kullandılar.
Hemen, ilk celp döneminde askere gittim.
Hepimizi bir güzel aşıladılar. Kıyafetlerimizi dağıttılar. Tatlı bir heyecan
vardı hemen herkeste. Neredeyse un gibi ince ve beyaz toprakla kaplı kışlada,
gezen tavuklar gibi özgürce takıldık; bol bol dondurma yedik, içecek
otomatlarından bardak bardak çay ve kahve alıp içtik.
Ceviz yeşili kamuflajlarımın
içinde kaybolup gitmiştim, fakat tek tip kıyafetler içindeki yüzlerce kişiden
biri olmak gurur vericiydi; ben de bir askerdim artık. Verilecek eğitimi,
yapacağımız türlü hareketleri merak ediyor, adını hep duyduğum G3’ü elime
alacağım günü iple çekiyordum. G3’ün özellikle boyunu merak ediyordum, omzuma
asınca acaba dipçik yere değecek miydi, değmeyecek miydi? Kalaşnikof olsa
değmezdi herhâlde; ama G3’ten şüpheleniyordum.
Fakat bütün bu heyecanlı
bekleyişim ancak bir hafta sürdü. İlk haftanın sonunda terhis olundum; giderken yeten boyum askerlik sırasında yetersiz
geldi. Muayenede 1.50 ölçmüşlerdi, tam sınırdaydım; kışlaya teslim olduktan
sonra, nasıl fark ettilerse daha kısa olduğumu anladılar. Belki de askere gitme
heyecanıyla bir santim kadar çektim; oldu boyum 1.49. Gerçi, askerliği bir
görsün, bir hafta kadar kışlada takılsın diye iyi niyetle mahsus mu yaptılar
diye düşünmedim de değil.
Açıkçası, askerliği illa yapayım
diye düşünmüyor idiysem de ufak çaplı bir şok yaşadığımı saklayacak değilim.
Üstelik kışlaya gelip teslim olmuşum, bir haftadır da buralardayım, bitirip
öyle gidebilirim diye düşünüyordum. Böylece eskiden çürük, şimdilerde ise elverişsiz
denilen yaftadan da kurtulmuş olurdum, yaftayı maftayı çok umursamasam da.
Üzüldüğümü gören arkadaşlarım, “Alay
komutanına çık; derdini anlat, askerlik yapmak istediğini söyle,” dediler. “Babacan
bir adama benziyor, bir oluru varsa halleder, zaten şunun şurasında birkaç ay
askerlik yapacaksın, çekinme,” diye iyice gazladılar.
Gidip konuşmaya karar verdim. Bir
süre bekletildikten sonra odasına girdim. Tekmil verdim. Karşımda pek esmer,
kolları kıvrım kıvrım siyah kıllarla kaplı, yüzü elmacık kemiklerinin altından
kulaklarına doğru zorla çekilmiş gibi duran sert bir adam vardı. Durumumu
anlattım. Hiç uzatmadı, askerliğe devam etmemin mümkün olmadığını söyledi.
Her şeyin bu kadar basit
olamayacağına safça inandığım için aklıma bir itiraz cümlesinin gelmesini
bekledim. Belki bir dakika süren sessizliğe rağmen ne açıklama isteyen bir
cümle ne de onaylayan bir ifade çıktı ağzımdan. Alay komutanı “Eee, ne
bekliyorsun hâlâ?” der gibi bakarken sessizce şu kelimeler döküldü
dudaklarımdan: “Komtanım -mahsus böyle demiştim- G3’ü merak ediyorum, hiç atış
da yapmadım.”
Komutan sesli konuşmam gerektiğini
hatırlatan bir tonda, “Senin bölük komutanın kim?” diye sordu.
“Teğmen Alperen Karayıldız”
“Sen teğmene benden izin aldığını
söyle, birkaç attırsın sana.”
“Önemli değil komtanım,
attırmasın,” dedim kırgın bir çocuk gibi.
“Attırsın attırsın,” dedi,
yüzünde beliren hınzır gülümsemeyi kapatmaya çalıştığı yapay bir ciddiyetle.
“Başüstüne komtanım, sağ olun.” Selam
verip ayrıldım odasından.
Atışla falan uğraşamazdım, bana
yol görünmüştü. Askerlik maceramın böyle sonuçlanmasından oldukça etkilenmiş, evime
bu duygularla dönmüştüm. Annem neden bu kadar erken döndüğümü sormadı. Buna, beni
bir şeyler uydurmak zorunda bırakmadığı için sevinmiştim, ancak beni bu denli
umursamadığını görmem de doğrusu şaşkınlıkla karışık bir burukluğa yol açtı.
Bir hafta neredeyse hiçbir şey
yapmadan yatıp durdum, doğru dürüst odamdan bile çıkmadım. Ne yapacağımı
bilmiyordum, hiçbir planım yoktu. Annem yemeğe çağırırsa kurulmuş bir robot
gibi gidip yiyor, çağırmazsa ya da çağırdığını fark etmezsem aç duruyordum. Annemle
hiç konuşmuyorduk.
Bir haftanın sonunda yavaş yavaş
daha az uyumaya başladım. Artık internetten haberlere göz atıyor, video
paylaşım sitelerinden sevdiğim kanallara bakıyordum. Bunlardan biri askere
gitmeden önce de takip ettiğim bir çobanın kanalıydı. Genç bir çobandı bu,
konuşmasına bakılırsa biraz tahsilliydi de. Köyünde keçi çobanlığı yapıyor,
yaptığı bu iş ve köy hayatıyla ilgili videolar yüklüyordu. Çoğu videosunda hiç
konuşmuyor, sürüyü ve dağı taşı gözlerimizin önüne sermekle yetiniyordu.
Bu videoları bayıla bayıla
izliyordum. Çan seslerini, gizemli dağ kuşlarının şakımasını, kameraya yaklaşan
köpeğin hızlı hızlı soluyuşunu, bir yaklaşıp bir uzaklaşan arı ve sinek
vızıltılarını yanımdalarmış gibi duyup ürperiyordum. Bazen burnuma kekik ve
andız kokuları da geliyordu sanki. Bu görüntüleri izlerken bile göğsüm
genişliyor, kendimi bildim bileli yakamı bırakmayan burukluğumun geçebileceğine
inanmaya başlıyordum.
Bir videosunda, keçiler bir
tepenin yamacında otlarken, çoban kamerayı yavaşça çevirmiş, ufka doğru uzanan
mavi gökyüzüyle kaplı bir vadiyi göstermişti. O an, sanki o vadide kendimi
gördüm; ne kaygı, ne bir telaş, sadece rüzgârın uğultusu ve keçilerin çan
sesleri. Şehirde bir ofiste çalışırken asla hissedemeyeceğim bir huzur vardı o
manzarada. Videoları izledikçe, “Belki benim yerim de oralardır,” diye
düşünmeye başladım. Ömür boyu olmasa bile şu an için yapmam gereken şey
insanlardan uzakta dağ bayır gezmek, hayvan otlatmak ve temiz havada bol bol
düşünmekti.
Bu his içimde gittikçe güçlendi. Çobanlık, kimya mühendisliğinden ve şehir hayatından uzakta bambaşka
bir dünya gibi görünüyordu. Denemeliydim. O çobana ulaşacaktım. Ona bir e-posta
yazdım, uzun uzun kendimi anlattım; askerlik maceramı, plansızlığımı, dağların
beni nasıl çağırdığını. Telefon numaramı bırakıp aramasını rica ettim. Haftalar
geçti, cevap gelmedi. Belki maili görmemişti, belki de bu tuhaf isteğime ne
diyeceğini bilememişti. Sabırsızlandım ve bir sabah, doksan kilometre uzaktaki
köyüne gitmeye karar verdim.
Köyüne vardığımda, çobanı bir
tepenin eteğinde, sürüsünün başında buldum. Şaşkınlıkla karşıladı beni, ama en
ufak bir yabancılık hissettirmedi. “Şehirden buralara, çobanlık için mi geldin
sahiden?” diye sordu, gülümseyerek. Çay içip sohbet ettik. Bana keçilerin
huyunu, dağların zorluğunu, kışın çetin geçtiğini anlattı. “Kış bir geçsin,
baharda başla abi,” dedi. “Oğlak al, bir yer tut, ama acele etme, düşün.” Onun
sakinliği, dağların ortasında bile telaşsız konuşması, kararımı pekiştirdi. Bu
hayat, tam da aradığım şeydi.
Kışı zor geçirdim. Borç harç bir
düzine oğlak aldım. Komşu köyde rahmetli babamın eski bir dostu imamlık
yapıyordu. Onun da yardımıyla derme çatma bir ev tutup çobanlığa başladım. Hani
bazen tek isteğimiz içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak olur; bunun için karşımıza
çıkan ilk seçeneğe enine boyuna düşünmeden bir kurtuluş umuduyla sarılırız. Benim
çobanlığı denemeye kalkmam da böyle oldu sanırım.
Doğrusu seviyorum çobanlığı. Sürünün
peşinde, temiz havada, mavi göğü yorgan, kara yeri yatak belleyip özgürlüğümün
tadını çıkarıyorum. Bilmem, sürü yayılırken oturup öyküler yazdığımı söylememe
gerek var mı? Evet, bu satırları dağdan yazıyorum. Alçalan güneşin harareti
azalıyor, esen hafif rüzgârda ortalık zahter kokusuyla doluyor. Ben, 1.49’luk
kimya mühendisi Toygar Şentürk, babasının utancı, annesinin kederi… Bir gün
ünlü bir yazar olursam şu cümleyle başlayan bir romanı çoktan yazmış olacağımı
düşünüp gülümsüyorum: “Ünlü bir yazar olmadan önce uzun bir süre çobanlık
yaptım.”
2020-21, 2025