29 Ocak 2021 Cuma

KAMELYALI KADIN (ALEXANDRE DUMAS FILS)

(Alexandre Dumas (Fils), Kamelyalı Kadın, Çev. Tahsin Yücel, İş Bankası Kültür Yayınları, XVI. Basım, Eylül 2020, İstanbul, s. 234)

Kamelyalı Kadın’a romanlarda en çok okunan romanlardan biri diyebiliriz. Konuyla ilgili çalışmalara bakmadım ama en çok okunan eser bile olabilir. Malum bazı romanlarda, özellikle içli kızlar bu türden aşk romanları okurlar sürekli, aşkı bu romanlardan tanırlar. Tanzimat romanında, daha sonra Servet-i Fünûn’da vardır bunun örnekleri. Peyami Safa’nın eserlerinden de hatırlıyorum.

Kamelyalı Kadın romanını okumaya karar verince işte onun bu özelliği aklıma geldi. Bu niteliğinin nereden kaynaklandığını anlamak zor değil. Bu özelliği onun yalnız acıklı olmasından kaynaklanmıyor bence, çünkü bu türden bir sürü roman var; Kamelyalı Kadın gerçekçi anlatımı ve sağlam kurgusuyla öne çıkmış olabilir.

Eser, Üç Silahşörler ve Monte-Cristo gibi meşhur romanların yazarı Alexandre Dumas’nın (père / baba Dumas) oğlu Alexandre Dumas’nın (fils / oğul Dumas) daha 24 yaşındayken yazdığı, kendi yaşadıklarına dayanan bir aşk hikâyesi. 1848’de yayımlanmış, 1852’de oyunlaştırıldıktan sonra iyice ünlenmiş.

---spoiler---

Roman kibar fahişe Marguerite Gautier ile genç bir burjuva olan Armand Duval arasındaki trajik aşk hikâyesini anlatıyor. Marguerite, kamelya çiçeği taktığı için Kamelyalı Kadın olarak tanınıyor. Armand, Marguerite'e âşık olur. İkili sevgili olurlar ve birtakım zorluklardan sonra beraber yaşamaya karar verirler. Fakat bu beraberlik, Armand'ın, yasadışı ilişkinin yarattığı skandaldan endişelenen ve Armand'ın kız kardeşinin evlilik şansını yok edeceğinden korkan babası tarafından bozulur. Armand, Marguerite'in onu başka bir adam için terk ettiğine inanır; gerçekleri genç yaşında veremden ölen Marguerite'in kendisine bıraktığı mektuplardan öğrenecektir.

---spoiler---

Yazar Dumas, geçmişine rağmen Armand'a olan samimi sevgisi dolayısıyla yücelttiği Marguerite'in uygun bir portresini ve zamanın ahlak anlayışına uymak zorunda kaldıkları için aşkı paramparça olan iki sevgilinin acısını dokunaklı bir şekilde başarıyla yansıtır. (Eserde Abbé Prévost'un bir romanı olan Manon Lescaut’a (1731) atıflar vardır. Atıf yapılan romanda kahramanın Manon’a duyduğu aşkın aksine Kamelyalı Kadın’da Armand’ın aşkı, servetini ve yaşam tarzını onun için feda etmeye hazır bir kadına yöneliktir.) Roman aynı zamanda 19. yüzyıldaki Paris yaşamının ve fahişelerin kırılgan dünyasının tasviriyle de dikkat çekmektedir.

Şimdi birkaç tespitimi aktarayım:

* Romanda Kamelyalı Kadın’ın nasıl olup da o yola girdiğiyle, okuma yazma bilmeyen bir köylü kızıyken bir kibar fahişeye nasıl dönüştüğüyle ilgili bilgi yok. (Bir yerde çocukken annesinden dayak yediğini falan söylüyor…)

* Eserde hem Marguerite hem de yine (gözden düşen) bir fahişe olan Prudence nasıl bir hayat sürdüklerinin ve kendilerini nelerin beklediğinin bilincinde insanlar olarak görünüyorlar. Yani bizim melodramlarımızdakinin aksine kader kurbanları gibi görünmüyorlar hiç.

* Çevirmen Tahsin Yücel, courtesan için yosma sözcüğünü kullanıyor. Eseri çevirdiği yıllarda (Başka bir yayınevinde 1963’te basılmış.) yosma kullanılıyor muydu, kullanılıyorsa courtesan anlamına geliyor muydu bilmiyorum ama bu eşleştirme pek de uygun gelmedi bana. Bunun yanında -tahmin ettiğimden daha az olmakla birlikte- Yücel’in bazı kelime tercihlerini de tuhaf ve komik bulduğumu söylemeliyim. İstisna yerine kuraldışı diyor mesela. Temiz dememek için arı, beyaz dememek için ak demesi de insanı güldürüyor :) Elbette temiz ve arı sözcükleri her durumda birbirinin yerine kullanılabilecek sözcükler değil, bazı farklar tabiî ki var; fakat Yücel’in meselesinin bir nüansı vermek olmadığı da belli. Bu çeviriyi satın almakla bile bile lades oldum. Başka bir çeviriye bakın, Yücel’inkini tercih etmeyin diyebilirim.

* Romanın konusunu yazarken yararlandığım şu adreste Marguerite’in veremden değil frengiden öldüğü gibi birkaç spekülasyon ve esere dair daha pek çok bilgi bulmak mümkün. Merak edenler bakabilir.

Şimdi de birkaç alıntı yapma zamanı:

“Ben bir ilkeye inanıyorum yalnız, bu ilke de şu: İyiliği eğitim yoluyla öğrenememiş bir kadının önünde, iyiliğe giden iki yol açar Tanrı; hemen her zaman böyledir: Biri acı, biri de aşktır bu yolların. Çetin yollardır bunlar; bu yollara giren kadınlar ayaklarını kanatırlar, ellerini parçalarlar, ama yolun dikenlerine günahın süslü giyimlerini de bırakırlar aynı zamanda, Tanrı önünde yüz kızartmayan çıplaklıkla erişirler amaca. [s. 20]”

“Kadınlar sevmedikleri insanlara karşı acımasızdır. [s. 68]”

“Erkeklerin berbat bir hastalıkları vardır, kendilerini üzecek şeyleri ille de öğrenmek isterler. [Kamelyalı’dan Armand’a, s. 83]”

“Erkekler, elde etmeyi uzun zaman bekledikleri şey onlara verilince tatmin olacak yerde sevgililerine şimdinin, geçmişin, hatta geleceğin bile hesabını sorarlar. Ona alıştıkça, egemen olmak isterler; ne kadar çok verilirse, o kadar fazlasını isterler. [Kamelyalı’dan Armand’a, s. 85. Başka bir çeviriyle harmanladım, dikkat!]”

“Onu başkaları gibi bir yosma olarak görmemekte hâlâ inat ediyordum, tüm erkeklerde rastlanan şu boş gurur duygusundan ben de kurtulamıyordum, kendisine duyduğum eğilimi onun da bana duyduğuna, hem de karşı konulmaz bir biçimde duyduğuna inanmaya hazırdım. [Armand’dan, s. 88]”

“Bu uyumuş kent benimmiş gibi geldi bana; belleğimde o zamana kadar mutluluklarına imrendiğim kişilerin adlarını arıyordum; birini anımsayıp da kendimi ondan daha mutlu bulmadığım olmuyordu. [s. 100]”

“Aşkı hep kırla bir araya getirmişler, iyi de yapmışlar: hiçbir şey sevilen kadını mavi bir gök, kokular, çiçekler, meltemler, tarlaların, koruların yalnızlığı kadar çevreleyemez. Bir kadın ne kadar çok sevilirse sevilsin, kendisine ne kadar güvenilirse güvenilsin, geçmişi geleceği konusunda size ne kadar güven verirse versin, yine de az çok kıskanılır. Eğer âşık olmuşsanız, ciddi ciddi âşıksanız, tamamıyla yaşamak istediğiniz varlığı dünyadan ayırmak ihtiyacını duymuş olmalısınız. Sevilen kadın çevresindekilere ne kadar ilgisiz olursa olsun, insanlara ve eşyalara temas ettiğinde kokusundan ve birliğinden bir şeyler kaybediyormuş gibi gelir. [Bilmediğim başka bir çeviriden. Yücel çevirisinde s. 141]”

“Ne yazık! Uzun zaman mutlu olamayacağımızı anlamışçasına, mutlu olmakta acele ediyorduk. [s. 150]”

“Bir kadını sevmek ne demektir, bilirsiniz, günler nasıl kısalıverir, insan kendini ne sevdalı bir tembelliğe bırakır, bilirsiniz. Şiddetli, güvenli, paylaşılmış bir aşktan doğan şu her şeyi unutmayı bilmez değilsiniz. Sevilen kadın olmayan her varlık, gereksiz bir varlık gibi görünür. Daha önce yüreğinin bazı parçalarını başka kadınlara attığına pişman olur insan, ellerinde tuttuğu elden başka bir el sıkmayı olanaksız bulur. Beyin ne çalışma kabul eder, ne anı, durmamacasına önüne sunulan biricik düşünceden uzaklaşmasına yol açabilecek hiçbir şeye yanaşmaz. Her gün sevgilisinde yeni bir çekicilik bulur insan, bilinmedik bir haz bulur. [s. 153]”

“Tutkular duyguları güçlü kılar. [Başka bir çeviriden, Yücel’de s. 168]”

“Marguerite’in anısı yakamı hiç bırakmıyordu. Fazla sevmiştim, fazla seviyordum bu kadını, birdenbire ilgisiz kalamazdım ona. Ya onu sevmem ya ondan nefret etmem gerekiyordu. [s. 191]”

19 Ocak 2021 Salı

MAKEDONYA 1900 (NECATİ CUMALI)

(Cumalı, Necati, Makedonya 1900, Cumhuriyet Kitapları, 13. Baskı Haziran 2007.)

İçinde 11 öykü bulunan 197 sayfalık bir eser bu. Öyküler hoşuma gitti. Canlı, heyecanlı… Kolay okunuyor; dili sade; konular yazarın evi, babası, dayısı, meşhur komitacılar… Olaylar hep Balkanlarda geçiyor, yazarın memleketi Florina’da.

Tam okumalık, okunmalık güzel bir öykü kitabı Makedonya 1900. Yazar bazen tarihçi gibi davranıp düzyazı havasında yazmıyor değil, ama o paragraflarda bile okutuyor kendini. Ben çok keyif aldım.

DİLSİZ'İM UŞAK DEĞİL

O gün, nasıl oldu anlamadım; kolunu bacağını kırdım, bir köşeye fırlatıp attım. Bütün suç bendeydi, ama haksızlığa uğramış suskun kırgını oynayan da ben oldum; günlerce yüzüne bakmadım.

Yaklaşık bir yıldır konuşup dertleştiğim Dilsiz, artık bir odun yığınından farksızdı; fırlattığım köşede hüzün verici bir kayıtsızlıkla çoktan zamana meydan okumaya başlamıştı. Onun için bir saatin bir günden, bir günün bir yıldan farkı yoktu. Oysa ben onu her geçen gün daha çok özlüyordum. Zaman zaman sanki beni görecek veya duyabilecekmiş gibi, gizli gizli ve sessizce onun bulunduğu odaya bakıyordum.

***

İşte Morcin’le bu olaydan iki ay sonra tanıştım. Dilsiz’le aramın bozuk olması Morcin’le arkadaş olmamı kolaylaştırdı. İlk olarak ne zaman geldi bilmiyorum. Kasım sonlarıydı sanırım. Mutfaktan balkonun üst köşesine uzanan kombi bacasına tünemişti. Konduğu boruda ayaklarının çıkardığı sesleri duymuş, merak edip pencereden şöyle bir bakınca görmüştüm. Başka bir gün aynı sesleri yine işitmiş ve bu kez daha dikkatli bakmıştım. Boru kaygan olduğu için tünemesi biraz zaman alıyor, vişne rengindeki mantarlı ayaklarıyla en rahat pozisyonu bulmaya çalışıyordu. Bir gün pencereyi açıp daha yakından baktım. Tünediği yerin altında bir yığın pislik olduğunu görünce onun epey zamandır hep burada gecelediğini anladım. İlk birkaç gün onu yakalayıp yemeyi düşündüm, fakat bunu yapmak kolay görünmüyordu. Sonra bu hain fikirden vazgeçtim ve her gün o köşeye gelip gelmediğini kontrol ettim.

Zamanla onda biraz kendimi bulmaya başladım. Bakışları, ürkekliği, kendi başına takılışı hoşuma gidiyordu. Ona hemen her gün bir şeyler anlatıyordum. Bazen havadan sudan bahsediyor, bazen okuduğum şeylerden söz ediyordum. Onun da bana bir şeyler anlatabilmesini ne çok isterdim. Acaba nerelere gidiyor, ne yiyip içiyor, neden bir başına yaşıyordu?

Akşama doğru saat dörtle beş arasında geliyordu. Tırnaklarının boruda çıkardığı seslerden her zamanki gibi bacanın en dibine, en korunaklı köşeye yerleşmeye çalıştığını anlıyordum. Bazen gizlice, bazen perdeyi aralayıp açıktan onu gözlüyordum. Başını, gagasını, kanatlarını, kuyruğunu, bütün vücudunu inceliyordum. Bu sırada hareli güzel gözleriyle o da bana bakıyordu.

Bir gün yine böyle bir bakışma anında, “Merhaba!” deyiverdim. Başını hafiften aşağı yukarı hareket ettirdi. Onun merhabası da böyle olmalıydı. “Ben Mustafa” dedim sonra, “Ya sen kimsin bakalım?” Sanırım kim olduğunu bilmiyordu. “Gel sana bir isim bulalım. Kimsin? sorusuna verilecek en kolay yanıtı bulmuş olursun böylece, yoksa düşünür durursun. Ne olsun senin adın? Morkuş diyelim mi sana? Yok, çok basit oldu bu. Morcin?.. Morciven?.. Niye mora taktıysak, başka bir şey de olabilir pekâlâ.”

Belki bir saat düşünmüştüm. Yine de bir isim bulamamıştım bu yeni misafirime. Daha önce de benzer durumlara düşmüştüm, yani bir isim verme hastalığı vardı bende. Hastalığımı anlıyordum da bu işi hızlı ve kolay yapamıyor oluşuma canım sıkılıyordu. Hayatım hep bu kararsızlıklar, basit olmasınlar, daha güzel olabilirler yüzünden heba olup gidiyordu. Belki de artık bu alışkanlığımı bırakmalıydım. Uzatmamalıydım. Sonunda Morcin’de karar kıldım.

“Beğendin mi adını Morcin’im? İsimleri, kelimeleri severim ben. Kuşları, ağaçları, gökyüzünü severim. Sen de sever misin? Bence pek sevmiyorsun. Sen bir kuşsun, uçup gitsene tertemiz dağlara, ormanlara, neden bu binaların arasında, bu gürültünün ortasındasın, söyler misin erguvan anaforum?.. Haydi, konuş benimle! Yoruldun mu? Çok mu çalıştın? Biz çok çalışıyoruz mesela. Çalışmaktan düşünemiyoruz, çalışmaktan sevemiyoruz, çalışmaktan... Yaşayamıyoruz mor kuşum, sevimli duman yoğunluğum. Anlat, neden yalnızsın, neden ayrısın arkadaşlarından? Hem söyle bakalım bulut yumağım, dün niye gelmedin? Çok bekledim seni. Hiç gelmeyeceksin diye çok korktum.”

Puslu, sert bir Aralık akşamında elimde bir termos çay yine balkona çıktım. Hem onunla sohbet edecek hem de gönlümce üşüyecektim. Aslında soğuğu pek sevmezdim fakat kendimi üşümenin çekiciliğine kaptırdığım günler hiç de az değildi. Böyle zamanlarda, özellikle geceleri, balkona veya sokağa çıkmasam bile pencereyi açar, dirseklerimi pervaza dayar, dışarı uzanırdım. Soğuk havayı önce kulaklarımda duyardım, sonra boynum ve başım üşümeye başlardı. Daha sonra omuzlarımın ve göğsümün üşüdüğünü hissederdim. Hoşuma giderdi bu üşümeler. İstediğim anda vücudumu içeri çekip pencereyi sıkıca kapatabileceğimi bilmekti belki de asıl hoşuma giden şey. Bilmiyorum. Bir süre hem üşür hem de ışıklı caddeyi izleyerek düşüncelere dalardım. Gidip gelen araçlara bakar, gecenin bu vaktinde bu kadar arabanın olmasını anlamaya çalışırdım. Kimdi bu insanlar, neden bu saatte trafikteydiler? Kendimce mantıklı yanıtlar bulurdum bu sorulara. Yine de kafamın bir yanı bu yanıtları tatmin edici bulmaz ve şaşırmaya devam ederdi. Sanki biraz da üşüyüp şaşırmak veya şaşırıp üşümekti hoşuma giden şey. Şimdi sevdiğim şeylere bir yenisi daha eklenmişti. Morcin’le sohbet etmekten de hoşlanıyordum.

“Merhaba,” dedim sessizce, “Merhaba Morcin’im... Nasılsın bakalım bugün?” İlgilendiğini belli etmek ister gibi başını bana çevirdi. Sıcacık çayımdan bir yudum aldım. “Bakma öyle! Sana getirmediğimi düşünmüyorsun herhâlde?” Yanımda getirdiğim bir fincanı yaz kış balkonda duran eskimiş plastik masaya bırakıp doldurdum. Dolu fincanı masanın ona yakın olan tarafına, kulpu ona dönük olacak şekilde koydum. “Buyur, iç. Şu soğuk havada iyi gelir.” Hafiften kıpırdadı, teşekkür etti. Bu sırada gözüm, fincanın üzerinde bir iki yerde küçük kıvrımlar yaparak epey yükseldikten sonra ancak dağılmayan başlayan buhara ilişti. Bir yoğunluk kazandıramadığım ilişkilerimi, ilgilerimi düşündüm. Tuttuğum hiçbir işi başaramamıştım. Hatta bir iş tuttuğum söylenebilir miydi? Herhangi bir şeyle gerçekten meşgul olmak isteyip de kararlı biçimde o işe sarıldım mı hiç hayatta? Acı bir hoşnutsuzlukla doldurmuştum bütün yaşamımı; kifayetsiz muhterislerden biri olmamam neyi değiştirirdi? Sünepe memnuniyetsizlerden biriydim sonuçta. Asıl etkisini belli bir zaman sonra gösterecek bir zehri azar azar soluyup duruyordum sanki. Fincanın üzerindeki buğu değildi dağılıp kaybolan, geride buruk sevinçler bıraktığına bile inanmadığım yıllarımdı.

Dalmıştım. Hafif bir patırtıyla kendime geldim. Kuş masaya konmuş, masanın bana en uzak köşesinde ürkek ürkek gezinmeye başlamıştı. Bir an ne yapacağımı bilemeden heykel gibi donup kaldım. Onu korkutmamak için hareketsiz kaldıkça kalbim daha şiddetli atıyordu, sanki göğsümden fırlayıp çıkacak gibiydi. Bir süre sonra şaşkınlığım sevince dönüştü, nihayet konuşabildim: “Hoş geldin ebru küpüm. Doğrusu beklemiyordum masaya gelmeni, şaşırttın beni. Teşekkür ederim… Dur sana yiyecek bir şeyler getireyim.”

Sessizce kalkıp mutfağa geçtim, bir avuç bulgur aldım. Dönüp masanın üzerine serpecektim; fakat balkona adım atamadım, kapıda dikilip kaldım. Kuşu ürkütmekten korktum; oysa masadan kalkarken bu kadar kafaya takmamıştım kuşun korkmasını, ürküp kaçmasını. Şimdi ise balkona geçemiyor, eşikte elimde bir avuç bulgurla heyecanla Morcin’i seyrediyordum. Avcumu iyice sıkmış olmalıyım ki bulgurlar pıtır pıtır dökülmeye başladı. Yavaş bir hamle yaptım ama bir adım bile ilerleyemedim. Bu sırada Morcin ürktü ve kanatlarını hareket ettirdi. Artık daha fazlasını yapmaktan umudumu kesip onu izlemeye başlamıştım. Fincandan birkaç damla çay içti, hoşuna gitmemiş gibi başını hızlıca sağa sola savurup gagasındaki damlaları etrafa saçtı. Masanın üzerinde birkaç tur daha attıktan sonra ani fakat kesin bir kararla alaca karanlığa kanat çırptı. Kaçıp gitmesin diye yaklaşamadığım, önüne bulgur serpemediğim kuş hiçbir sebep yokken neden uçup gitmişti? Acaba bulgurları masaya serpseydim yine uçup gidecek miydi? Ne zaman geri dönecekti, geri dönecek miydi?

***

Morcin geri dönmedi. Tam da ona alıştığım anda kaçıp gitti benden. Belki de birilerine av oldu. Belki hastaydı daha fazla dayanamadı. Belki de bu kadar katlanabildi yalnızlığa; düpedüz yalnızlıktan öldü yani. Öyle ya, kim demiş yalnızlıktan ölünmez diye?

Üzgündüm. Zavallı bir kuştan medet uman yalnızlığıma kahırlandım. Başı yanlış iliklenmiş bir dizi düğmeyi iliklemeye devam edecek, bunu hayat diye kendime yutturacaktım. Birkaç gün ne yapacağımı bilemedim. Dilsiz’i hatırladım. (Pek unuttuğum da söylenemezdi.) Dilsiz beni bırakıp gitmemişti, gitmezdi, gidemezdi. Morcin canlıydı, o gün kaçıp gitmese başka bir gün kaçacaktı. Belki de tünediği boruda can verecek; balkonda, gözleri kapanmış ve kaskatı kesilmiş bir tüy yumağı olarak tükenip gidecekti. Sanırım, bir cansızı dost edinip ona can vermeye çalışmak daha doğru bir yol olmalıydı benim için. Ve bu, Dilsiz’den başkası olamazdı…    

Hemen doğruldum, yavaş yavaş onu fırlattığım köşeye gittim. Attığım köşede mahzun mahzun duruyordu. Eğildim, ana iskeleti kavradım, yere dikine koydum, biraz sarsılsa da dengede durdu. Ardından kolunu kaptım yerden, omzuna iliştirdim. Sonra birkaç çivi alıp kolunu gövdeye çaktım. Kırılan fakat kopup ayrılmamış bacağı da tutkalla yapıştırdım. Sağını solunu toparladım, sağlamlaştırdım. İçim ferahlamaya başladı, Morcin’in acısı sönüp gidiyordu sanki. İşte karşımdaydı benim vefalı dostum, canım dilsiz uşağım. Geçen yıl dişbudak ağacından kendi ellerimle yaptığım, insan suretinde olsun diye hayli uğraştığım, bir yıldır dertleştiğim dostum…

İşlerimi bitirdikten sonra kollarımı boynuna doladım, küskün geçirdiğim süreden sonra tekrar konuşmaya başladım onunla: “Dil-sizim benim, dil-sûzum, dil-sızım... Sana uşak da demeyeceğim artık. Hatta zamane padişahı olsaydım yasaklardım bu lafı, insanları susturup uşaklaştırmak bir yana. Özür dilerim, bir daha sana kötü davranmayacağım. Biliyor musun, kimilerinin afilidir yalnızlığı; yaşamın duldasında alayla, serinkanlılıkla izlerler koşuşturup duranları, hayatın akışını. Ben öyle olamadım, yetemedim kendi kendime. Onulmaz bir iç sızısı duydum hep; bir aşk bekledim kendime bile itiraf etmeden; bir el sıcacık, yumuşacık…”

Ona kaç dakika sarılı kaldım bilemiyorum; Dilsiz, kollarımın arasında iyice katılaşmış, budakları pazılarımı acıtmaya başlamıştı.

13 Ocak 2021 Çarşamba

KÜRESELLEŞME (ZYGMUNT BAUMAN)

(Bauman, Zygmunt, Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 9. Basım, 2020, İstanbul, s. 158.) 

İlkin Özgürlük’ünü okumuştum Bauman’ın. Sonra Küreselleşme’si ile devam ettik. Popüler olan ya da dolaşımı, kullanımı arttıkça içeriği müphemleşen pek çok kavramdan biri olabilir küreselleşme. Tabiî bu durum hem küreselleşme hem de ona benzer diğer kavramlar hakkında kafa yormamıza engel değil, çünkü mesele o kavramların anlatmaya çalıştığı süreç veya olguların karmaşık olması zaten. Hâl böyle olunca, tutulacak yol konuyla ilgili herhangi bir kitabı okurken kesin doğrular ve değişmez ilkeler belirlemek, sonra da onlara göre hareket etmek değil; o süreç ve olguları anlamaya çalışmak olmalı.

İşte Bauman’ın bu yapıtı, bize küreselleşme denilen sürecin mahiyeti ve sonuçları hakkında kayda değer şeyler söylüyor. Kendisinin de belirttiği gibi en azından önemli sorular ortaya atıyor, okuru düşünmeye, tartışmaya çağırıyor:

“Bu kitabın tezi bir politik ilkeler bildirisi boyutuna varmıyor. Yazarın niyeti bir tartışma metni ortaya çıkarmaktır. Burada ortaya atılan soruların sayısı yanıtlanan sorulardan çok daha fazladır ve günümüzdeki eğilimlerin gelecekteki sonuçlarına ilişkin tutarlı bir tahminde bulunma noktasına varılmamıştır. Ne var ki, Cornelius Castoriadis'in belirttiği gibi, çağımızdaki haliyle modern uygarlığımızın sorunu, kendini sorgulamayı bir yana bırakmış olmasıdır. Belli soruları sormamak, gündemi işgal eden sorulara yanıt bulamamaktan daha tehlikeli sonuçlara gebedir; yanlış sorular sormak ise çoğu kez gözlerin gerçekten önemli meselelerden başka yönlere çevrilmesine hizmet eder. Sessizliğin bedeli insan ıstıraplarıyla ödenir. Kader ile hedefe ulaşma, sürüklenme ile yön belirleme arasındaki farkı yaratan, nihayetinde, doğru soruları sormaktır. Hayat tarzımızın güya sorgulanamaz öncüllerini sorgulamak, denebilir ki, kendimize ve insanlara borçlu olduğumuz en acil hizmettir. Bu [s. 12] kitap her şeyden önce, doğru soruları, tüm doğru soruları ve hepsinden önemlisi sorulan bütün soruları sorduğu iddiasında bulunmaksızın, bir soru sorma ve soru sormaya teşvik etme denemesidir. [s. 13]”

Bu üretken düşünürün sesine kulak vermeye, söylediklerini düşünmeye ve tartışmaya ne dersiniz?

10 Ocak 2021 Pazar

SANCHO'NUN SABAH YÜRÜYÜŞÜ (HALDUN TANER)

(Taner, Haldun, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü, YKY, YKY’de 3. baskı: İstanbul, Ocak 2020, s. 110.)

Taner’i On İkiye Bir Var’ı ile tanımış ve sevmiştim. Sonra Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu’sunu okudum. Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ise okuduğum üçüncü eseri oldu.

Taner, bu öykülerinde de öncekilerin izinden gidiyor. Sahici diyaloglar, keskin bir gözlem, doğallıkla kotarılmış bir mizah, olaylara ve insanlara kalenderâne bir bakış…

Kitapta şu öyküler yer alıyor:

Sancho’nun Sabah Yürüyüşü

Piliç Makinesi

Dürbün

Salt İnsana Yöneliş

Rahatlıkla

Ases

Ve kitaba sonradan eklenen uzun öykü Gülerek Ölmek.

Özellikle Ases’i çok beğendim. Taner bu öyküsünde bir futbol maçını konu ediniyor, takımlardan birindeki Ases adlı oyuncuyu. Ases, yetenekli, centilmen, dürüst ve mütevazı bir oyuncudur; fakat belki de bu sebeplerden ötürü üç büyüklerde de millî takımda da top koşturamayacak, iki sezonluk kariyerinden sonra muslukçu ustalığı yapacaktır.

Yazar / anlatıcı, Ases’e hayranlığını gizlemez ve ondan yola çıkarak kendi yazarlığını, benliğini sorgular:

“Niye onun hikâyesini yazdım?

Bu bir futbol hikâyesi değildir. Bir hüsranın hikâyesidir belki. Belki de bir itirafın. Ases benim bir tarafımdır. Mademki Ases’i seviyorum, o halde henüz kurtulabilirim. Ases benim doğmamış oğlum. Ases benim içimdeki ukde. Belki sizin de.

Ben de Ases gibi olmak istedim. Olur gibi oldum. Olamadım.

Yazarlık nedir? Bir hüsranın avuntusu. Bütün hüsranların avuntusu. Yazarlık bir narsis kompleksi: “Bak ben ne yazdım. Ne marifetlerim var benim. Okuyun beni. Beğenin zekâmı, buluşlarımı” demek. Sade yazarlık mı? Aktörlük, askerlik, politikacılık, işadamlığı; hırs olmadan, beğenilmek hevesi olmadan yapılır mı?

Oysa Ases beğenilmeye boş vermiştir. Ases bir oyunu oyun olarak almış, mutluluğunu bunda bulmuştur, gerisine aldırmadan. Ases’i seviş, bu bakıma benim için, belki sizin için de, hâlâ bir imkândır. Bir kusurunu biliştir hiç değilse. Dürüstlüğümüzün bir kırıntısı. [s. 81]”*

Bu arada, alıntıladığım cümlelerde Taner’in yazarlıkla ilgili söyledikleri bana, Sait Faik Abasıyanık’ın Haritada Bir Nokta adlı öyküsünde yazmayı da bir tür hırs ve gösteriş olarak gören ve artık yazmama kararı alan kahramanı hatırlatıyor :). Şuradaki yazımda biraz değinmiştim.

7 Ocak 2021 Perşembe

ŞİŞHANE'YE YAĞMUR YAĞIYORDU (HALDUN TANER)

(Taner, Haldun, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, YKY, YKY’de 8. baskı: İstanbul, Ocak 2020, s. 95.)

Taner’den okuduğum ikinci öykü kitabı. İlkin On İkiye Bir Var’ı okumuş ve çok beğenmiştim, özellikle de On İkiye Bir Var ve Artırma öykülerini. Bu yapıtı da kesinlikle okumaya değer öykülerden oluşuyor, ama az önce adını andığım öyküler kadar değil bence. Onlar fena çarpmıştı beni. Yine de hayal kırıklığına uğradığımı söylemem mümkün değil, çünkü öykü yıllardır okuduğum ve biraz da yazmaya çalıştığım, yakından tanıdığım bir tür ve Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu da yabana atılacak bir eser değil.

Kitap şu dokuz öyküden oluşuyor:

Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu

Kantar Kâtibi Ali Rıza Efendi

Konçinalar

Ablam

Atatürk Galatasaray’da

Fraulein Haubold’un Kedisi

Eczanenin Akşam Müşterileri

Fasarya

Memeli Hayvanlar

Taner, kitabın ilk öyküsü Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu ile 1953’te New York Herald Tribune ve Yeni İstanbul gazetelerinin düzenlediği uluslararası bir yarışmada birinci olmuş. On İkiye Bir Var ile de Sait Faik Hikâye Armağanı’nın ilkini kazanmıştı. Taner, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü ile de uluslararası bir ödül kazanacaktır. (Yazarın bu eserini de en kısa zamanda okuyup tanıtmaya çalışacağım.)

Öykü türünü sevenler, okuma serüvenlerinde Taner’e yer verirlerse pişman olmayacaklardır. Pişman olmak bir yana Taner’i serüvenlerinin kaliteli ve eğlenceli bir uğrağı sayacaklarına şüphem yok. Behçet Necatigil’in de deyişiyle esprili dili, ince görüşü ve kıvrak zekâsıyla Taner öykü türünün unutulmaz örneklerini vermiş bir yazarımız.

5 Ocak 2021 Salı

KÂTİP BARTLEBY (HERMAN MELVILLE)

(Melville, Herman, Kâtip Bartleby -Bir Wall-Street Hikâyesi-, İngilizce aslından çeviren: Hamdi Koç, İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Basım, Şubat 2020, İstanbul, s. 50.)

Kâtip Bartleby; Moby Dick’i ile tanıdığımız Herman Melville’in uzun öyküsü. Melville’den okuduğum ilk eser. Aslında, yazarın önce Billy Budd adlı eserini okumayı düşünüyordum, fakat bu kitabın benim tercih ettiğim yayınevindeki baskısı tükenmiş. Böylece yaşarken pek ilgi görmeyen, ölümünden sonra keşfedilen bu Amerikalı yazara Kâtip Bartleby adlı eseriyle başlamış olduk. Sırada Moby Dick var, YKY’den çıkan çevirisi. Ondan da söz ederiz okuduktan sonra. Şimdi bu uzun öyküden bahsedelim.

Anlatıcı, 50'li yaşlarında bir avukattır. Yanında, yasal belgeleri el ile kopyalamak için Nippers ve Turkey adında iki yazıcı çalıştırıyor. Bunlara daha sonra Bartleby de katılır. Yalnız, Bartleby tuhaf biridir. Bir gün kopya edilmiş bir belgenin kontrol edilmesine yardım etmesi istendiğinde, daha sonra benzeri durumlarda sürekli tekrarladığı şu yanıtı verir: “Yapmamayı tercih ederim.”  Anlatıcıyı dehşete düşürmesine ve diğer çalışanları da sinirlendirmesine rağmen Bartleby gittikçe daha az iş görür ve sonunda çalışmayı tamamen bırakır. Anlatıcı, Bartleby ile neden böyle davrandığı konusunda konuşmak isterse de durum değişmez, girişimleri sonuçsuz kalır. Buna rağmen avukat anlatıcı, acıdığı için Bartleby’yi sepetleyemez. Çareyi başka bir yere taşınmakta bulur.

Avukatın bıraktığı ofisi kiralayan yeni kiracılar da tüm gün merdivenlerde oturan ve geceleri binanın kapısında uyuyan Bartleby’yi binadan çıkaramazlar. Bunun üzerine anlatıcıdan yardım isterler. Anlatıcı, Bartleby’yi ziyaret eder ve onunla tekrar konuşur, anlaşmaya çalışır. Hatta Bartleby’yi kendisiyle yaşamaya davet eder, ancak Bartleby teklifi reddeder. Kiracılar çaresiz polise başvururlar ve Bartleby’yi evsiz bir serseri diye gösterip hapse attırırlar. Bartleby’nin hapsedildiğini öğrenen avukat anlatıcı onu hapiste ziyaret eder ve iyi yemek yiyebilmesi için orada çalışan aşçıya rüşvet verir. Anlatıcı birkaç gün sonra Bartleby’yi kontrol etmek için geri döndüğünde, onun yemek yememeyi tercih ettiği için açlıktan öldüğünü fark eder.

Anlatıcı, aylar sonra, Bartleby’nin Washington’da Ölü Mektupları Dairesi’nde yardımcı kâtiplik yaparken yönetim değişince birdenbire işten çıkarıldığını öğrenir. Bunun zavallıyı nasıl etkilemiş olabileceği üzerine kafa yorar ve ölü mektuplarını ayırıp ateşe atma işinin Bartleby’nin psikolojisini mahvettiği sonucuna varır: “Vah Bartleby! Vah insanlık! [s. 50]”

Yazımıza bir solukta okunan bu harika eserin kapağındaki şu abartılı övgü cümleleriyle son verelim: “Melville bu kısa ama çarpıcı hikâyesinde “en iyi hayat en kolay hayattır inancına derinden bağlı” bir Wall-Street avukatının, “yapmamayı tercih eden” Bartleby’yi işe almasıyla bu inancının ve hayatının temellerinden sarsılmasını anlatır. Yirminci yüzyıl edebiyatını derinden etkileyen Bartleby dünya edebiyatının simge karakterlerinden biri, hayata karşı takınılan alabildiğine net bir tavrın ismidir. Kâtip Bartleby bir reddedişin, bir direnişin, nihayet insanın kendisi olarak kalma iradesinin ölümsüz simgesidir.”

* Özette şuradan yararlandım. (Erişim 05.01.2021): https://en.wikipedia.org/wiki/Bartleby,_the_Scrivener