31 Ağustos 2024 Cumartesi

ZARARSIZ BOŞ ZAMAN ETKİNLİKLERİ

Özellikle son birkaç yıldır sosyal medyada sürekli tipik bir gruba rastlıyorum. Ne naif insanlar bunlar, ne kadar saflar, ne kadar dürüstler… Böyle olmalarına rağmen, el üstünde tutulmak bir yana, değerleri bile bilinmiyor. İçtenlikle seviyorlar, bağlanıyorlar, hemen herkese değer veriyorlar ama nedense hep ihanete uğruyorlar, herkes yamuk yapıyor onlara. Olacak iş mi bu? Herkes üzüyor o güzelim duygusal insanları. Çok ayıp gerçekten!

Yani üç beş tane olsa neyse de binlerce, yüzbinlerce hesap var böyle. İlginç, değil mi sevgili okur? İnsan düşünmeden edemiyor: Toplumumuz böyle insanlardan oluşuyorsa niye iki adımda bir, bir sığırla karşılaşıyoruz acaba? Markette, pazarda, kafede, restoranda, otobüste, yolda, kaldırımda… Öküzlüğün her türlüsünü sergilemeye yemin etmiş bir alay hergeleye ne demeli? Sanırım bu pek ince kardeşlerimiz sokağa çıkmıyorlar. Bizim gibi öküzlerden neler çektiklerini yükseldikleri o yüce mertebelerden yaz kış dikkatimize sunmakla yetiniyorlar.

Biz öküzüz duyarlı kardeşler. Siz terbiyeli, görgülü, hassas varlıklarsınız. Her türlü övgüyü hak ettiğiniz hâlde yüzü gülmemiş meleklersiniz. İncelikten ne anlarız biz? Anlamamızı beklemeyin, yüzümüze yüzümüze vurun, olmaz mı? Çok sevip acı çektiğinizi, herkese iyi davrandığınızı, masumluğunuzu bize ne kadar duyurursanız size o kadar inanır, belki biraz da acırız.

Aslında son yıllarda bir eylemi, neredeyse sadece onun zararlı olup olmadığı konusunda bir karara vararak değerlendirmem gerektiği sonucuna vardım. Durum o kadar kötü ki iyiliğin, güzelliğin peşinde koşmayı unuttum; daha iyiyi, daha güzeli aramaksa dile getirilmesi utanç verici bir tuhaflığa dönüştü. Dolayısıyla, bu mızmızlanmaları ve reklamları zararsız boş zaman etkinlikleri olarak görmem daha yerinde olur sanırım.

31.08.2024, Ct.

PARA BİZİ KURTARIR MI?

Bazen, sevgili okur, internet benim gençliğimde de bu kadar yaygın olsaydı hayatım bütünüyle değişirdi, şu anki durumda değil, çok daha iyi bir durumda olurdum, diye düşünüyorum. Bunun sağlaması mümkün değil tabii, kesin bir şey diyemem. Hayatından memnun olan kaç kişi bunun az veya çok internet sayesinde mümkün olduğunu düşünüyor, bilmiyorum. Peki, ben niye böyle bir fikre kapılıyorum? İnternet sayesinde çok şey öğrendim de ondan. Bu öğrendiklerimden bazılarının hayatımı değiştirebilecek önemli şeyler olduğunu da görüyor ve yaşıyorum.

Söz gelimi finansal özgürlük kavramı… Elbette, internet yokken de bu kavramdan haberi olanlar, hatta böyle bir hedef belirleyip ulaşanlar olmuştur. Ama FÖ benim ve daha pek çok kişinin internet sayesinde haberdar olduğumuz bir olgu. Aslında pek de geç olmayan bir yaşta amacımın finansal özgürlük -aynı kelimelerle ifade etmesem de- olması gerektiğini fark etmiştim. Fakat ne yapacağımı bilmiyordum, öylesine bir şeyler yapmaya karar verdiğimde de bunu nasıl yapacağım meçhuldü. İnternet bu konuda gözümü açtı. Açtı açmasına da geç açtı, geç kaldım yani; yoksa para beni kurtarabilirdi.

Acaba? Gerçekten para bizi kurtarır mı? TDK, “kurtarmak”ın tanımında ilk şu cümleye yer vermiş: Bir canlıyı bir felaketten, tehlikeden veya zor durumdan uzaklaştırmak. Demek ki kötü durumdayız, başımızda bir felaket var, güvende hissetmiyoruz… Ve bizi bu durumdan paranın kurtarabileceğini düşünüyoruz. Yani kurtarılacak, hatta kurtarılması gereken bir durumdayız. Peki, öyle miyiz gerçekten?

Evet, işin can alıcı noktası kişinin kurtarılacak durumda olup olmadığına karar vermesi. Ben kendimi hep öyle gördüm sevgili okur. Gurur, kendini beğenmişlik, bencillik veya daha affedilesi bir deyişle yaşama beceriksizliği… Adını ne korsan koy, kendimi bildim bileli bir “sorunum” oldu benim. Bunu fark ettikten sonra da bunun çözümü veya daha katlanılır hâle getirilmesi için ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Paralanmanın hiç de kötü bir fikir olmadığını anladım. (Tabii, parayla birlikte veya paradan başka çözümler de var. Bunlar duruma, yaşa göre değerlendirilebilir.)

Ya sen sevgili okur, kendini nasıl görüyorsun? Bir “sorunun” varsa ya da kendini az veya çok, çakalların, kurtların, türlü yırtıcıların arasında kalbi küt küt atan, masum ve ürkek bir tavşan* gibi hissediyorsan, o pisliklere yem olmak istemiyorsan ne yapabilirsin?

* “Tavşan” benzetmesi başka bir yazımdan…

30.08.2024, Cuma

AŞK, KİŞİSEL BİR SORUN MUDUR?

Selam Sevgili Okur,

Nasılsın bugün? Bendeniz, sana yazmaya karar verdiğimden beri kafamda sürekli metinler dokuyorum. Sanki her şey bir yazının konusu olabileceği ölçüde dikkate değermiş gibi geliyor.

Geçen gün X'te bir gönderi okudum. Pavese, günlüğünde "Aşk, karşı tarafı ilgilendirmeyen kişisel bir sorundur" diyesiymiş. Alıntıyı yapan hesap bu ifadeye katılıp katılmadığımızı soruyordu. Gönderinin altına şunları yazmıştım. "Âşık sevdiğini doğradığında veya kurşun yağmuruna tuttuğunda anlaşılır... Bir de hemen herkes katılmış bu saçma söze. Hayret!"

Evet, platonik falan değilse aşk, âşık olunan kişiyi de ilgilendirir. Trafikte biri hata yapıp, kurallara yeterince dikkat etmeyip bize çarptığında meydana gelen olay bizi nasıl ilgilendiriyorsa aşkta da böyledir. Bana ne, bir şey olmaz, deyip geçmemek gerek. Bu süreçte âşık olunan kişinin de yapması gerekenler olabilir. Yapılması gerekenler duruma, kişiye göre değişir; fakat yapılmaması gereken birtakım şeyler de vardır ve çok daha önemlidir. “Düşen”e bir tekme de biz vurmaya kalkarsak örneğin, belki ayağımızı yakalayıp bizi de yanına çekebilir.

Divan şiirindeki âşıklar gibi değildir gerçek âşıklar. Sevgilinin kayıtsızlığından hoşnut olan, onun eziyetlerinden âdeta zevk alan âşık görülmüş şey midir sevgili okur? Ne yapacağı belli olur mu âşığın? Genelde aklının, mantığının almadığı şeyleri yadsımaya yatkındır insanoğlu. Bu bağlamda aşk olgusu da hafife alınabilir, önemsenmeyebilir, fakat doğru olmaz bu, dikkat etmeliyiz.

Âşık karşılık alamadığında hayal kırıklığını, acısını içinde yaşar çoğunlukla, ancak bazı örneklerde gazetelerin üçüncü sayfasına haber olacak olaylar yaşanır. Bu olayların hepsinde olmasa da bir kısmında âşık olunan kişinin saçmalıkları, âşığın duygularıyla oynayıp alay etmesi veya âşığı çıkarı için kullanması da etkili. Bilelim ki aşk ve nefret birbirine yapışıktır. Ona göre...

Sağlıklı, sevgi ve güvene dayalı ilişkiler dileyerek bitirelim yazımızı. Hoşça bak zatına sevgili okur, yeni bir mektupta görüşmek üzere.

29.08.2024, Perş.

YÜRÜYEN CAN SIKINTILARI

Merhaba Sevgili Okur,

Yine kavuştuk. Nasılsın bakalım? Bendeniz şükür iyiyim. Bugün yine sıkça takıldığım çay bahçesine gittim. Daha aramadan tanıdık yüzler karşıladı beni. Büyük bir kısmı kartlaşmış zamparalar, yaşı başıyla barışamamış geçkin kokoşlar, arayan ve aranan dullar, aldatıldığı için aldatma isteğiyle yananlar, boşanamamanın acısını sigara dumanıyla çıkarmaya çalışanlar, içine kapanık edepliler, gözleri fıldır fıldır arsızlar, geçerken uğrayanlar, iş çıkışı soluklanmak için konaklayanlar, birini orada beklemeyi tercih edenler, işi zaten büyük ölçüde orada “beklemekten” ibaret olanlar, evine bir iki saat daha geç gidebilmek için daha uygun bir yer bulamayanlar, emekliler, hemen her yaştan bir alay işsiz güçsüz…

Gerçekten öyle ilginç insanlar gördüm ki!.. İnan, yukarıdaki listeyi sayfalarca uzatabilirmişim gibi geliyor. Bunlardan özellikle çok ilginç bir tanesiyle ilgili notlar da almıştım. Bulabilirsem bir ara bahsederim.

Bu yürüyen can sıkıntılarını tanımam kolay olmadı. Uzun bir süre, benden pek de beklenmeyecek bir azimle devam ettim bu mekâna. Böylece, dikkatli birinin birkaç günde fark edebileceği şeyleri uzunca bir süre sonra yüzeysel de olsa sanırım ben de fark etmiş oldum.

Bu süreçte fark ettiğim şeylerden biri de en değerli sermayemiz olduğu söylenen zamanımızın pek de değerli olmadığıydı. Gözlemlediğim yüzlerce insanın tek isteği, önlerindeki “kahrolası” saatleri eritmek, günü bir şekilde doldurmak veya geçirmekti. Aynı sıkıcı saatler yarın da, öbür gün de, bir ay ya da bir yıl sonra da karşılarına acımasızca dikilecekti. Bunu bilmez değillerdi elbette, fakat önceliği o güne, o günün sıkıcı saatlerine veriyorlar, yarınsa aynı ruh hâliyle devam ediyorlardı.

Bu insanlar niye yaşıyorlardı? Nasıl bir ömür istedikleri sorulsa uzun bir ömür isteyeceklerdi üstelik. Ama neden? Hayat sıkıcı da olsa yaşanmaya değer miydi? Yıllarca aynı bunaltıyla geçirmeye çalışacakları saatlerin az veya çok olması neden önemliydi? Sıkılmak da yaşamın bir parçası mıydı? Saatlerin geçmediğinden yakındıklarında bile bir yandan da içten içe keyif mi alıyorlardı? “Ne güzel; hiçbir şey yapmadan, sadece sıkıla sıkıla geçirebileceğimiz uzun zamanlarımız var bizim” mi diyorlardı? Bir gün, başka bir günden daha az veya daha güzel mi sıkılıyorlardı?..

Ya sen, ne diyorsun bu işe sevgili okur?

28.08.2024, Çarş.

BAŞLIYORUZ

Merhaba Sevgili Okurum,

Bak ne düşündüm: Sana her hafta bir mektup yazacağım. Her Pazartesi. Bazen hızımı alamayıp haftada birden fazla da yazabilirim, sorun yok, değil mi? Bu mektuplar 300 kelimeden oluşsun; zamanını çok çalmasın, okurken seni bunaltmasın... Öyle uzun uzun cümleleri olan, âlimane bir şey de olmasın bu metin; vıcık vıcık duygusallıktan da beri olsun, yapaylıktan uzak olsun… Bir değeri olacaksa bunu içtenliğinden alsın, olmaz mı? Harika, dediğini duyar gibiyim; teşekkür ederim canım okurum benim.

Nasılsın bakalım, umarım iyisindir? Ne yapıyorsun, nasıl harcamaktasın ömür sermayesini? Bendeniz, hani nasıl denir, biraz moralsizim. Bir hanımla tanışmıştım, iyi anlaşıyorduk; bir anda irtibatı kesti. Anlam veremedim, sarsıldım biraz. Onun dışında, şükür, her şey yolunda. Okuyup yazıyorum, yiyip içip geziyorum, bol bol düşünüyorum. Bir insanın dünyaya bunların dışında bir şey için gelmesini oldum olası garipsemişimdir zaten. Hele çalışmak çok saçma. Nasıl da yüceltiyor zamanımız çalışmayı! Tembelliği, yavaşlığı kınım kınım kınıyor da eskiden sadece kölelerin yaptığı şu çalışma olgusunu göklere çıkarıyor. Ah, ah! Beyaz adam sadece, paranın yenmeyen bir şey olduğunu değil çalışmanın işe yaramadığını da anlayacak. İşe yaramamak bir yana felaket getireceğini de anlayacak. O yüzden mümkün olduğunca boş işlerle uğraşıyorum ben sevgili okur.

Bazen topluma karışmaya çalışıyorum. Aylak insan arıyorum biteviye. Hayda, “biteviye” de nereden çıktı, diye sormadın, değil mi? Sorabilirsin. Böyle ukalalıkları yapmasam olmuyor sanki. Ama, valla aklıma ilkin o kelime geldi, değiştirmek istemedim. Neyse, bilmiyorsan söyleyeyim; “biteviye”, durmadan demek, sürekli demek. Evet, insanların arasında onların telaşına ilgisiz, şehrin hayhuyuna kayıtsız birilerini arıyorum. Durup düşünen birilerini, gözüne sokulanı değil, gözünden ırak tutulanı görmeye çalışan birilerini… Nafile! Trafik, uğultu, gürültü, koşuşturmaca… Şov dünyası… Hep daha fazlasını yapma zorunluluğundaki sonu gelmez teşhir… Topluma karışma girişimim sonuçsuz kalıyor, tozdan kirden yanan gözlerle dönüş yolunda buluyorum kendimi. Evime dönüyorum. Evime değil, kafamın içine demeliydim aslında, bana dört duvar arasında yaşadığımı unutturan kafamın içine.

Ah, sevgili kafamın içi! Pardon; ah, sevgili okur, diyecektim. Evet, canım okurum, bu ilk mektup burada bitsin. Hoşça bak zatına, sıkılırsan, sahici bir şeyler ararsan, iç dünyana dön, istediğin gibi at koştur. Hem, orada hayal kırıklığına yer yok, değil mi? ;)

--- 

NOT:

- 300 kelimeyi geçmeyecek,

- En az haftada bir yayımlanacak,

- Konu serbest olacak,

- Görsel içerebilecek,

- Netameli konulardan uzak duracak,

- İlk hâli üzerinde zaman içinde ufak çaplı değişiklik ve düzeltmeler yapılabilir,

- 100 tane olunca/olursa, yayımlanmayacak da olsa, kitap hâline getirilebilir.

Aklıma gelen başka bir şey olursa yazacağım.

26.08.2024, Pazar

21 Ağustos 2024 Çarşamba

AH BİR BİLSEM!

Rol yaptığınızın, en azından rol yapmış olma ihtimalinizin de bulunduğunun anlaşılmasını istediğiniz bir durumda, icranız (davranışınız) tamamen gerçek (samimi) sanılmışsa teatral bir başarıya imza atmış olduğunuz söylenebilir. Fakat bu, muradınıza eremediğiniz ve dolayısıyla da aslında başarısız olduğunuz gerçeğini değiştirmez.

Bunu neden yazdım? Şundan:

Bazen muhataplarımızı kendimiz kadar anlayışlı sanıp bir sitemimizi, bir acı gerçeği, bir dokundurmayı söz veya davranışımızla iletmeye çalışırken derin ve ince yollara sapıyoruz. Tam da bu yüzden başarısız olup üzülüyoruz.

Bu üzücü tecrübeyi pek çok kez yaşamamıza rağmen terk ediyor muyuz peki?

Hayır. Etmek istesek de edemiyoruz; çünkü o kahrolmayasıca yapımız, doğamız, yaradılışımız* engel oluyor buna. Ârif olan anlar, diyoruz, dobralığı hödüklükle karıştırmak istemiyoruz, ince olmak istiyoruz, kibar davranmak istiyoruz… Olmuyor, olmuyor, olmuyor!

Ne yapmalı peki?

Ah, bir bilsem dostlarım, ah, bir bilsem!

---

* Eleştirmelere doyamadığım o “yüce” TDK Sözlüğü’müz yaratılış ile yaradılış sözcüklerini farklı açıklıyor.

(Temmuz 2023)