22 Şubat 2025 Cumartesi

OLMUYOR YOKSA

Geçen gün bir öğretmen arkadaşla toplum olarak neden böyle olduğumuzu konuştuk, tartıştık. “Dün,” dedim, “bir dispanserin yanından geçerken bahçede sigara içen bir doktor izmariti dışarı fırlattı. İzmarit az daha üstüme düşüyordu.” “Doktorların geneli öyle. Kendilerini yüksekte görüyorlar, böyle şeyleri umursamıyorlar,” dedi. “Bizim apartmanda da var. Çocukları da doktor. Adama, artık herkesin iki arabası oldu, en azından birini dışarı park edelim de bahçede çocukların oynayabileceği bir alan olsun, dedim. ‘Ya hocam, ne olacak! Şurada oynarlar’, dedi. Bir sıkıntı var gerçekten,” diye devam etti arkadaş. “Ama bu zamanla olur. Ben eskiden yaya geçitlerinde durmazdım, son zamanlarda durmaya başladım. Şimdi benim durduğumu görüp çocuklarım da duracak. Bu medeni ülkelerde de böyle olmamış mıdır abi? Belki elli yüz yıl sürmüştür; biz daha yeni şehirleşiyoruz...”

Açıkçası, katılmadım arkadaşıma. Medenileşme veya dürüst vatandaş olma konusu insanların keyfine bırakılırsa daha çok bekleriz. Otorite gücünü gösterecek. Elbette, bu bir süreç işi ve sadece zor kullanarak kotarılamaz ama eğitimin, görgünün yanında zor da olacak ki çabalar bir işe yarasın. Sorunumuz yere çöp atmamak veya tükürmemek değil sadece, düpedüz dolandırıcılık. Hadi yere tükürme mevzusu yeterince medenileşmediğimiz için söz konusu olsun; az tartmak, kıyma diye tavuk taşlığı satmak da mı medeni olmadığımızdan?.. Laf bunlar! Türkiye Batılılaşmaya yüzyıllar önce başladı, daha kaç yüzyıl geçmesi gerekiyor. Geniş halk kesimleri zordan anlar, güdülmekten anlar. Bu işte gevşeklik göstermek aslında o geniş yığınlara da kötülük etmektir.

Popülist söylemlere, boş hamasete kananların aptallığı kendilerine olmasa bile çocuklarına zarar verir. Otoritenin ve elitlerin bir görevi de yığınları yığınlara rağmen korumaktır. Yani mümkün olduğunca, yumuşak yumuşak, tatlı dille, onlara geri zekâlı olduklarını ima etmeden, eğiterek, gerektiğinde ödül ve cezalarla… Olmuyor yoksa!

22.02.2025, Ct.

15 Şubat 2025 Cumartesi

EŞEK KADAR OLUP YÜK TAŞIMAMAK

İnsan bazı şeyleri, belki de pek çok şeyi, okullar yüzünden öğrenemiyor sanırım. Acaba okulların amacı bu mu, yani bir şeylerin öğrenilmesine engel olmak mı? Lisede bir yılda 36x40x40 dakika ders görülüyor. İlk ve ortada da benzer bir durum varsa 12 yılda 12x36x40x40 dakika ders veriliyor. Toplam 691.200 (altı yüz doksan bir bin iki yüz) dakika. Ne öğreniyoruz?

Biraz parlak bir öğrenci 12 yılda öğretilen hemen her şeyi üç dört senede öğrenir. Hadi dört sene diyelim, peki, kalan sekiz yılda ne oluyor? Belki, artık okulların miadının dolduğu, amacın bir şeyler öğretmek değil, bir nevi gözetim olduğu söylenebilir. Doğru, ama bu gözetim sürecinde milyonlarca insanı atıl bırakmak yanlış değil mi?

Eskiden “çocukluğun” söz konusu olmadığı söylenir. Gerçekten de üç beş yaşında çalışmaya başlıyormuş insanlar. Biz yine birtakım şeylerin değiştiğini düşünelim ve o kadar küçük değil de yedi sekiz yaşında çalıştırmaya başlayalım çocukları. Onlara fidan diktirelim, kuzu otlattıralım, bağ budatalım, tavuk yemletelim, balık tutturalım, oyuncak yaptıralım, elma toplatalım, marul sulatalım, yemekler yaptıralım… İyi olmaz mı?

Düşündüm de günümüzde zaten pek çok iş makineler tarafından yapılıyor. Üstelik şehirlerde yaşıyor insanların çok büyük bir kısmı. Nereden bulacağız, tavuğu, kuzuyu?.. Bu iş yaş gibi; başka bir şey düşünmek gerekiyor sanırım. Doğrusu, kafam karıştı. Şehirlerin kenar mahallelerine çiftlikler kursak, çiftliklerin ortasına birer okul diksek falan olmaz mı? Teknoloji övgüsü inek yetiştiriciliğini ilkel insanların yaptığı basit bir iş gibi görmemize mi yol açıyor nedir, insanlar tarım ve hayvancılık işlerini beğenmiyorlar sanki. Garibime gidiyor valla!

Yok, yok, bir an geri adım atar gibi olduysam da pes etmiyorum; bazıları eşek kadar olmuş “çocukları” ekran kaydırıp durmaktan, dört duvar arasında uyuklatmaktan kurtarmamız gerek. Her sene onar fidan dikseler birkaç yılda yüz milyonlarca ağacımız olur mesela. Yani, emin değilim ama tam tekmil bir kurtuluş söz konusu olmasa da bir iyileşme mümkün gibi. Hayırlısı…

---

Başlıkta "KADAR"ı parantez içine alacaktım; konumuz yetişkinleri kapsamasın diye vazgeçtim. 

15.02.2025, Ct.

13 Şubat 2025 Perşembe

BİRAZ KONUŞMAK

Mülayim Uslucan çekingen bir öğretmendi. İnsanlarla kolay kolay sohbet edemez, kaynaşma boyutuna ise nadiren ulaşırdı. Bir gün okul müdürü Yaşar Bey kimseyle konuşmadığını, selam dahi vermediğini, hatta verilen selamları bile almadığını söyledi ona. Mülayim Bey kendisi selam vermese de hiçbir selamı almamazlık etmediğini gayet iyi biliyordu; ama itiraz edemedi, boynunu büktü. Müdür odasından çıkarken meslektaşlarıyla daha yakın olmayı, onlarla sohbet etmeyi düşünüyordu.

Ertesi gün nispeten neşeli ve hareketliydi. Sabah karşılaştığı arkadaşlarına selam verdi, günaydın, dedi. Boş olan üçüncü ve dördüncü derslerinde öğretmenler odasında takıldı. O sırada dersi olmayan veya teneffüse çıkan öğretmenlerle sohbet etmeye çalıştı. Matematikçi Süleyman Bey’le kapitalizm üzerine konuşmaya başladı. Adam her cümlesini şeyhine bağladı, kendi görüşlerini değil, Mülayim Bey’in pek de ciddiye almadığı şeyhinin görüşlerini dile getirdi. Konu kapitalizmden dine kaydı. Konuşma umduğu gibi gitmiyordu, ama matematikçi bir ara tuvaletlerdeki eğri borudan bahsetti. Hemen boş bir kâğıda eğri boruyu çizdi. Bu borunun ne kadar büyük ve önemli bir buluş olduğunu söyledi. Mülayim Bey hak verdi arkadaşına; aynı şeyi yakınlarda kendisi de düşünmüş ve gerçekten de buluşun önemini fark ve takdir etmişti. Fakat boru dışında sohbet iyi başlamadığı gibi iyi de gitmemişti.

Bir süre sonra da tarihçiyle karşı karşıya oturduklarını fark etti. Masada kim kimin karşısına oturmuştu hatırlayamadı. Sessizliği bir soruyla bozmaya karar verdi. Ahmet hocam, dedi, insanlık tarihi bağlamında, seni şaşırtan, en ilginç bulduğun gelişme ne oldu? Ahmet Bey bazı padişahların hiç de kaliteli adamlar olmadığını, bunu öğrenince şaşırdığını söyledi. Konu bu minval üzere giderken odaya yeni giren coğrafyacı yüzyıllarca Batı’yı tokatladık diyerek sohbete dâhil oldu. Fakat ne konuşulduğunu bilmediği hâlde ezbere bir şeyler söylüyor, sürekli Batı’yı tokatladıklarına vurgu yapıyordu. Mülayim Bey, onun coğrafi keşiflerin tarihini bilmediğini anlayıncaya kadar dinledi onu, sonra sohbetten soğudu. Tarihi demografiyle ilgili bir şeyler söyleyecekti; vazgeçti. Çok geçmeden beşinci ders zili çaldı. Mülayim Bey sınıfına doğru adımlarken eh, fena değil, biraz konuştuk işte diye düşünüyordu.

13.02.2025, Perş.

9 Şubat 2025 Pazar

ISKARTA EKMEK, GOCUK VE SOBAYA DAİR

Bugün* bir fırında “ISKARTA EKMEK 5 TL” yazısını görünce pek sevindim. Biraz uzaklaştıktan sonra acaba doğru mu okudum diye dönüp tekrar baktım, yazıyı bir daha okudum. Doğruymuş: “ISKARTA EKMEK 5 TL”.

Ekmek için uygun mu bu kelime, diye sordum kendi kendime. Sözlükten “ıskarta”ya baktım (İtalyanca scarto’dan geliyormuş): “1. isim Bazı iskambil oyunlarında kullanılması gerekmediğinden bir yana bırakılan kâğıt. 2. isim Herhangi bir nedenle değerini yitirmiş mal” Iskartaya çıkarmak (veya ayırmak) ise şöyle tanımlanmış: “değersiz bularak bir yana atmak, işe yaramadığı için ayırıp bir yana koymak”. Tam da anlamına uygun bir niteleme, değil mi? Bu anlamda başka bir sözcük de gelmiyor aklıma; buna rağmen neden pek karşılaşmıyorum bu sözcükle. Hadi bazı Arapça, Farsça sözcükler kullanımdan düştü gitti; peki, ıskartaya ne oldu? Acaba Rumcadan, İtalyancadan, Ermeniceden, Macarca veya Bulgarcadan uzun zaman önce dilimize geçmiş birtakım kelimeler de unutulup gidiyor mu?

Sanırım TDK Sözlük’ün 1988 baskısıydı, girişinde gocuk sözcüğünün Bulgarcadan dilimize geçtiğini okumuştum yıllar önce. Gocuk o yıllarda köyde kentte oldukça yaygın biçimde kullanılan bir sözcüktü. Şimdi pek duymuyorum. Ne oldu gocuğa; gocuk denilen kıyafeti mi giymez olduk, yoksa o kıyafete gocuk dememeye mi başladık? Yine, berber kelimesi de gittikçe daha az kullanılmaya başladı sanki. Demek ki oluyor böyle şeyler.

Zaten çok dile getirilir dilin sürekli beslenen, yenilenen bir organizma olduğu; doğasının bunu gerektirdiği, yaşarlığını böyle sürdürdüğü… Doğru. Doğru olmasına doğru da anılarımız bağlamını yitirmez mi bu durumda; öyle mefluç, muallak ve mütereddit kalmaz mı?

Düşündüm de farklı bir şeyler söz konusu oluyor belki de; yani bir yaşama biçimi, tabir caizse anı dizgesi ortadan kalktığı için kullanılmaz oluyor kelimeler de. Örneğin, dilimize Macarcadan geçmiş soba sözcüğü bir şekilde yaşasa ne olacak; dokununca yakan (Cıss!), güğümleri fokurdatan, kestaneleri kebap eden, arada sırada oflayıp poflayan, akan, kokan, tüten, yanan, sönen, ellerin uzandığı, ayak tabanlarının dayandığı, kurulması, kaldırılması törenselleşmiş o nesne tarih olduktan sonra?

---

*26.01.2025, Pazar

09.02.2025, Pazar

8 Şubat 2025 Cumartesi

YAZARAK AŞMAK

Puslu ve soğuk bir Cumartesi sabahından selamlar sevgili okur. Nasılsın, iyi misin? Umarım iyisindir. Bendeniz apartman yaşamında konu komşuyu rahatsız etmemeye azami dikkat gösteren bir fani olarak komşumun Barış Manço konserini dinlemekteyim. Sanırım özlemişim Manço’yu, komşuma bu hizmeti için teşekkür etsem yeridir.

Başka? Başka ne olsun? Bol bol düşünüyor ve yazıyorum. Aklıma farklı farklı pek çok konu geliyor. Bazılarıyla ilgili notlar alıyor, bir iki paragraf yazıyorum, bazen de sadece bir başlık atıp bırakıyorum. Hep yazmak, yazmak istiyorum. Sorunlarımı yazarak aşabileceğimi fısıldayan temiz bir ses var içimde. Ona kulak vermek, düşündüklerimi yazmak ve somut sonuçlara ulaşmak istiyorum. Bu şekilde ruminasyondan kurtulabileceğimi, karar alma süreçlerimi kısa sürede ve kolayca atlatabileceğimi düşünüyorum. Bu, neresinden dönersem döneyim kâra geçebileceğim bazı zararlardan da kurtulmamı sağlayabilir. Sanırım, zaten, asıl büyük zararlara isabetsiz tercihlerimizden ziyade o tercihleri sürdürdüğümüz için uğruyoruz. Galiba buna Batık Maliyet Yanılgısı diyorlar. Bir yazımızda da buna değinelim inşallah.

Evet, bende durumlar böyle. Biten bir iki yazı var, onları da yayımlayacağım. Zaten ne olduysa Manço’dan İbrahim Erkal’a geçtik. Erkal'ı hiç de acıklı bulmamama rağmen Manço'nun az da olsa yarattığı ferahlık dağıldı gitti, bet bir ses kapladı ortalığı: “Biiir sana yandım been, biiir sana kitapsıız, biiir sana aldandıım, biiir sana insafsıız…” Görüşürüz…

08.02.2025, Ct.

2 Şubat 2025 Pazar

AH TERMİYE

Geçen gün bir AVM’nin manav reyonunda sana rastladım, ama anlık bir kesişmeydi; pas geçtim. Bugün de çıktın karşıma, yine pek dikkat etmedim doğrusu; özür dilerim. Ama inan, eve gelince seni düşünüp durdum. Fiyatına bile bakmamışım. Zihnimde belli belirsiz, belki sadece sarışın ve ıslak, duruyordun öylece. Seni en son ne zaman yediğimi de hatırlayamadım. Ey çocukluğumun olmazsa olmaz eğlenceliği! Ne değişti yavrum, neden unuttuk birbirimizi?

Çocukken kışları her hafta alırdık. Kol gücüyle çalışan, üç tekerlekli, tezgâh gibi kullanılan üst kısmına branda (muşamba?) yayılmış ahşap arabalarda, şeffaf poşetler içerisinde satılırdı. Çırayla bir ilgisi yoktu ama nedense termiyenin yanında deste deste çıra da müşteri beklerdi.

Ailecek severdik. Ben ve kardeşlerim âdeta hızlı yeme yarışması yapar, termiyeleri arka arkaya sincap gibi dişleyip öğütürdük. Genellikle üzerine tuz serpilir, “güne âşık” gibi dişlerle kabuğu ayrılırken tuz taneleri dudaklardan ağzımıza yayılıp erirdi. Misafir gelince de -eskiden misafir diye bir şey vardı- portakalın, patlamış mısırın yanında ikram edilirdi.

Ben pek de nostaljik bir herif sayılmam, ama zaman zaman geçmişin türlü ayrıntılarının burnumun direğine haşin davranmasına engel olamıyorum. Neden oluyor bu sevgili okur, yaşlanıyor muyum yoksa? Ayrıca, sende de oluyor mu böylesi hafif yakıcı, buruk gülümsetmeli flashbackler? Ne diyorsun bu işe?

02.02.2025, Pazar