25 Kasım 2025 Salı

KAPANMAZ FARK

Yığınlarla arandaki farkın kapanmasının imkânsız olduğunu ne kadar erken anlarsan o kadar iyi. Ben uzun zaman bir fark olduğunu bile kabule yanaşmadım. Farkı kabul ettikten sonra da epey bir süre bu farkın kapanabileceğini zannettim. Derken yaş ilerledi, bugünlere geldim. Artık kabul ediyorum. Bazı farklar kapanmaz. Yazgı mıdır nedir, tartışılır belki, ama kapanmaz. En ufak bir umudumuz olmamalı kapanacağına dair. Zaten böyle bir farkla doğmuş olmanın acısı yetmezmiş gibi bir de umuda kapılarak hüsrana uğrayıp durmanın acısına ne gerek var!

Lâmı cimi yok bu işin! Eskiden de şimdi de büyük ihtimalle gelecekte de böyle. Elbette, daha yirmi yaşında olmamalı bu kabul. Zaten o yaşlarda kolay kolay söz konusu olmaz; kişi farkın farkına bile varamaz belki, geçtim farkın kapanır mı kapanmaz mı olduğunu anlamayı. Ama çok da geç kalınmamalı, insan, otuzlu yaşlarda, hadi bilemedin en geç kırkta bu olguyu kabul etmeli.

Belki şöyle bir itiraz gelebilir: Farkın kapanmayacağını erken kabul edebilmek, farkın derecesiyle ilgili değil mi? Olabilir, yani kişi yığınlardan çok farklıysa daha erken anlar belki bunun kapanmayacağını. Ama bu konu çok su götürür, hiç girmeyelim. Çok mu farklıyız, az mı farklıyız tartışmayalım. Sonuçta farklıyız, değil mi? Tamam. Kapanmaz bir fark olduğunu erken anlayalım, diyorum. Uğraşmayalım, keyfimize bakmaya çalışalım. Çünkü kapanmayacak bir farkı kapatmaya çalışmak acı verici ve boş bir çaba olacaktır.

Peki, ne yapacağız? Yani kabul ettikten sonra. Keyfimize nasıl bakacağız? Öncelikle şunu yapacağız: Farkın doğurabileceği tehlikelerden, bize bu farkı hatırlatıp duracak ortamlardan, ilişkilerden mümkün olduğunca kaçacağız. Mümkünse kapanmaz farkla doğanlar arasında olmaya çalışacağız, onlardan birkaç kişi bulup yalnızlıktan kurtulmaya çalışacağız. Hepsi bu!

22 Kasım 2025 Cumartesi

ARANAN BİR SU OLARAK STOACILIK?

(Aydemir, Şevket Süreyya, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 2019.)

“Suyu Arayan Adam”, Şevket Süreyya Aydemir’in otobiyografik eseri. Roman tadında bir kitap. 1900’lerin başından 1950’lere kadar gelen bir tarih kesitinde, heyecan verici pek çok olaya yer veren bir eser. Aydemir, savaşı bizzat yaşamış, cephelerde bulunmuş, hapishane de yatmış, dindar bir çocuktan sosyalist bir gence dönüşmüş, orada da kalmayıp arayışını sürdürmüş, “Kadro” ile bize has bir inkılâp ideolojisi yaratmaya çalışmış bir figür.

Aydemir’i yeterince titiz bulsaydım yazdıklarının doğruluğundan bu kadar şüphe etmezdim. Ama eserde o kadar çok hata var ki!.. Verilen tarihler kesinlikle kontrol edilmeli. Aynı dipnotta bile birbiriyle çelişen tarihler var. Bunun sebebi ne olabilir? Diyelim ki Aydemir Osmanlıca yazdı, başka biri günümüz alfabesine ve rakamlarına çevirirken hata yaptı. Aydemir neden kontrol etmedi, ettiyse fark etmedi mi? Eserde yazım birliği de bulunmuyor. Eksik harfler, kelimeler... Eser 1959’da yapmış ilk baskısını. İkinci basım Remzi’den, 1965 yılında. Okuduğum 39. basım (Ocak 2019) yine Remzi’den. Yani bunca basımdan sonra hâlâ bu hataları görmemiz tuhaf. Açıkçası birilerine atfedilen sözler veya alıntılara da güvenemedim. Yazar sanki hafızasına fazla güvenmiş gibi. Üstelik kendinden emin de bir dili var.

Hatıra ve otobiyografide anlatılanlara inanmaya daha yatkınım bir okur sayılırım, ama “Suyu Arayan Adam” beni ciddi kuşkulara düşürdü. O kadar önemli olaya tanıklık edeceksiniz ama bunları üzerinde titizlenmeden, roman yazar gibi yazıp geçeceksiniz… Dipnotlar vereceksiniz, göndermeler yapacaksınız; eserinize bilimsel bir hava vereceksiniz; fakat eseriniz onlarca basit hatadan geçilmeyecek…

Peki, okunmaya değmez mi bu otobiyografi? Bence, dikkat çektiğim hususları göz ardı etmeden okunmasında yarar var. Özellikle son sayfalar oldukça dokunaklı. Genç yaşında büyük hayaller peşinde koşacak kadar hırslı olan Aydemir, altmışından sonra kaderine razı, mülayim bir emekli amcaya dönüşmüş görünüyor. Epiktetos’tan yaptığı güzel alıntılar da -umarım doğrudur- “su”yu olmasa da teselliyi Stoacılık’ta bulmuş gibi bir izlenim veriyor bana. Hoş, çok hoş!

İLE VE İDİ

Zaman zaman teknolojinin dile etkileri konuşulur. Lise edebiyat derslerinde de böyle bir konu var. Öğrencilerden teknolojinin dilimizi nasıl etkilediğini düşünmeleri isteniyor. Etkiler genelde dilimize yeni kelimelerin girdiği, anlık yazışma uygulamalarında bazı kısaltmaların yaygınlaştığı şeklinde sıralanıyor. Ben son zamanlarda özellikle yapay zekânın yaygınlaşmasıyla birlikte yapısal bir etkinin de söz konusu olduğunu fark ediyorum. Bir şeyler yazarken otomatik yazım modunda isek ile’yi ve idi’yi ayrı yazmamız avantajlı oluyor. Özellikle özel isimlerde ilenin ayrı yazılması kolay oluyor; kesme işaretiyle uğraşmak zorunda kalmıyoruz. İdi de aynı şekilde: “Ahmet’ti” yerine “Ahmet idi” gibi…

Teknolojinin dile dolaylı etkisi çok daha fazla olsa gerek. Ben dikkatimi çeken küçük somut bir etkiden bahsettim. Bu alanda çalışanlar neler yazdılar, neler tespit ettiler bilmiyorum. Ama güzel bir konu. Dilin zaman içindeki değişimi, evrimi… Özellikle de yapısal birtakım değişimler. Bağlaç seçimi, edatların anlamındaki değişiklikler, zaman (anlam) kaymaları… Dil yavaş yavaş değiştiği için, çoğu zaman, bir insan ömrü bu değişimi tespit etmek için yetmiyor, ama literatür tarandığında, eski gazetelere bakıldığında bazıları insanı gülümseten farklılıklar göze çarpıyor. Gerçekten, dilde nereden nereye geldiğimiz, nereye gitmekte olduğumuz ilgiyle çalışılabilecek bir konu.

16 Kasım 2025 Pazar

ÖYLESİNE YAZDIM

Geçen aylarda yazdığım gibi küçük öyküler yazmak istiyorum, ama yazamıyorum. İlginç! Sadece öykü değil, başka bir şey de yazamıyorum. Deniyorum, uğraşıyorum; olmuyor. Takıldım kaldım sanki. Bir yandan da biliyorum; böyle gitmeyecek, tekrar içime sinen bir şeyler yazabileceğim. Belki de bu yazıyla açılacağım, kim bilir. Zaten bu satırları da yazma uğraşından uzak kalmamak ve açılmak için yazıyorum.

Cuma günü eski bir arkadaşımla buluştuk. Yedik, içtik, gezdik. Şehir turu yaptık. Trafik öyle yoğundu ki çok şaşırdım. İlk defa bu yıl şehrin trafiğinin korkunç bir hâl almaya başladığını fark etmiştim. Bu, o fark edişin teyidi oldu bir bakıma. Gerçekten ne olmuş böyle? İstanbul’da görmeye alıştığımız bir şeydi bu. Konya gibi bir şehirde hâlâ tuhafıma gidiyor, şaşırıyorum. Buralardan gitme vaktim çoktan gelmiş benim. İnsan kalabalığı yetmezmiş gibi bir de araç trafiği ve gürültüsü bela oldu. Hayırlısı bakalım…

Yıllarca İstanbul’da da yaşamış biri olmama rağmen şehrin hayhuyu dediğim o “boş” hareketliliğe hiç alışamadım. Araç ve insan trafiği, gürültü, koşuşturmaca… Hiç bana göre değil bu yaşama biçimi. Doğrusu, buna benzer duygu ve düşüncelerimi uzun zamandır dile getiriyorum; ama çözüm nâmına da bir şey yaptığım yok. Gerçi geçmiş yazılarımdan birinde bir şeyler yapmaya başladığımı, bunun devamının da geleceğini yazmıştım. Evet, yapacağım. İstediklerim, gerçekleşmeyecek, uçuk kaçık şeyler değil ki!

Türkiye her yerinde aynı iklimin hâkim olduğu küçük bir ülke değil. Deniz istiyorsan deniz, dağ istiyorsan dağ, ovaysa ova, sıcaksa sıcak, soğuksa soğuk… Yeryüzü şekilleri ve iklim bakımından istediğimiz yerde yaşamamız kolay sayılır. Kalabalık sevmiyor musun, al başını git ücra bir ilçeye! Öyle değil mi? Dolayısıyla bu konuda bahanem yok. Olmadığı için de önümüzdeki yaz bir değişiklik yapacağım inş. Hayırlısı bakalım...

1 Kasım 2025 Cumartesi

OKUMAK ÜZERİNE

Bir internet sitesinde yarım bıraktığım bir kitabı neden yarım bıraktığım, önerip önermeyeceğim sorulmuş. Cevap vermeye çalıştım. Cevaplarken “okuma” eylemini tekrar düşündüm. Nedir okuma, neden okuruz, nasıl okuruz?..

Okuma denince genellikle edebi türlerin, özellikle roman türünün okunduğu bir boş zaman etkinliği akla geliyor. Evet, en yaygın ve bilinen okuma etkinliği bu. Belki en eğlencelisi de budur. Bir tür veya temaya bağlı olmayan, bir sistemi olmayan, kimi zaman vakit geçirmek için başvurduğumuz bir uğraş. Doğrusu bir alıp veremediğim yok bu türden okumalarla; ama okumalarımızı içerik bakımından planlayabiliriz, sistemli okumalar da yapabiliriz. Daha somut sonuçlar alabilmek için, herhangi bir konuda az da olsa derinleşebilmek için okumalarımızı planlayabiliriz. Okuma etkinliğini birbirine paralel birkaç biçimde de sürdürebiliriz. Epey yapan da vardır sanırım. Aklıma gelenleri gelişigüzel yazayım.

Tarih okumaları yapabiliriz. (Başlamadan tarih bilimini ve metodolojisini anlatan bir şeyler okumamız yararlı olacaktır.) Örneğin, insanlığın nasıl ortaya çıktığına falan takılmadan ana hatlarıyla dünya siyasi tarihine bakabiliriz. Eski çağlardan günümüze doğru, kronolojik olarak, medeniyet havzalarını, belli başlı siyasi oluşumları, bunların birbirleriyle etkileşimlerini okuyabiliriz.

Felsefe tarihi okuyabiliriz. (Başlamadan bir iki tane felsefeye giriş okusak iyi olur. Felsefenin ne olduğunu, neleri kapsadığını hatırlarız.) Yukarıda siyasi tarih için yaptığımız şeyi felsefe tarihi için yapıyoruz burada. Antik Çağ’dan günümüze doğru geliyoruz. Bu işi hızlıca yapıp siyasi düşüncelerde, belli başlı ideolojilerde biraz yayılıp dağıtabiliriz.

Ekonomi okuyabiliriz. Bu, düşünce tarihini daha iyi anlayabilmemiz için de gerekiyor. Ekonomik faaliyetin kendisi de başlı başına önemli, özellikle de bu işin değişimi ve evrimi. Emek nedir, artı değer nedir, para nedir; enflasyon, faiz, borçlanma araçları, borsa nedir?.. Sorsak faizi herkes bilir; acaba faiz herkesin bildiği şeyden mi ibaret? Şahsen, Amerikan 10 yıllık hazine tahvillerinin önemine dair bir şeyler öğrenince öyle şaşırmıştım ki! Oysa bu türden bilgileri çok erken yaşlarımda bilmem gerekiyordu. Bu konuda biraz bilgilenince, öğrendiğim diğer her şeyin ne kadar önemsiz kalabileceğini anlamış ve ekonomiyi ihmal ettiğim için çok hayıflanmıştım. (Matematiğimiz çok zayıfsa önce matematik çalışmalıyız. Oran orantı, yüzde kavramı, ondalık sayılar, faiz hesaplamaları falan. Sanırım ortaokul düzeyinde bir matematik bilgisi. Basit gibi görünebilir ama bu konuda hiç beklemediğim kişilerin beni şaşırttığı oldu.)  

Sanat tarihi okuyabiliriz. İnsanlığın sanatsal faaliyetlerini derli toplu ve özlü biçimde veren bir iki kitap okuyabiliriz. Bu konu da çok geniş olduğu için bu ana okumadan sonra özellikle istediğimiz, merak ettiğimiz bir alt dal varsa ona yoğunlaşabiliriz. Daha spesifik bir şeyler bulup merakla, heyecanla peşine düşebiliriz.

Edebiyat tarihi okuyabiliriz. Herhangi bir ulusun edebiyatına merak salıp belli başlı dönemlerini, sanatçılarını tanıyabiliriz. Kendi çapımızda karşılaştırmalı edebiyat yapabilecek seviyeye gelsek ne güzel olur.

Bilim tarihi okuyabiliriz. Bilimlerden herhangi birinde yoğunlaşabiliriz. Bir ara tıp tarihini merak etmiştim. Modern tıpla ilgili kuşkuya düşmüş (tıp etiği ve ilaç endüstrisi bağlamında); tıp ne olmuş, nasıl olmuş da bugünlere gelmiş acaba minvalinde suallere gark olmuştum. Umarım güzel bir kitap bulur da okurum.

Tarım ve hayvancılıkla ilgili okumalar yapabiliriz. Bir bitki veya hayvan grubunu çalışabiliriz. Bitki, hayvan deyince taksonomi aklıma geliyor benim. Hem çetrefilli hem eğlenceli bir alan olmalı. Konuyla ilgili bir iki kitap okusak fena mı olur?

Birer ikişer psikolojiye veya sosyolojiye giriş kitabı okuyabiliriz. Belki sarar ya da alt konulardan biri ilgimizi çeker gömülür gideriz.

Şimdilik bu kadar olsun, biraz yoruldum zaten. Belki yine bir şeyler karalarım.