24 Şubat 2021 Çarşamba

ZACHARIUS USTA (JULES VERNE)

(Verne, Jules, Zacharius Usta, Fransızca aslından çeviren: Alev Özgüner, İş Bankası Kültür Yayınları, 10. basım, Ağustos 2020, İstanbul, s. 49.)

Jules Verne'i (1828-1905) çocukluk yıllarımdan tanıyorum. Adları şimdi daha bir sadeleştirilmiş fantastik öyküleri vardı onun: Seksen Günde Devriâlem, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah gibi.

Yıllar sonra onun bu güzel novellasını okurken çocukluğuma gitmedim diyemem. Cin Ali serisini, Edmondo de Amicis'in Çocuk Kalbi'ni hatırlıyorum, Ömer Seyfettin'in severek okuduğum öykülerini... Birkaç tane de aklıma gelmeyen kitap olduğunu varsaysam bile fakirlikten kurtulamıyor çocukluğumun kitap dünyası. Kitaplarla asıl ve yoğun ilgim yeni yetmeliğimle başladı. Lise yıllarımda ise birkaç rafı rahat dolduruyordu kitaplarım. Adımın ve lisemin adının bulunduğu bir kaşe yaptırmış, kitaplarıma basmıştım. Lisede -hazırlık veya birinci sınıf olabilir- ilgi duyduğum kaşe olayları, etiket metiket ve titr işleri sonradan hoşlandığım şeyler olmaktan çıktı; bir daha da hiç kaşe yaptırmadım. Bu arada, sipariş verirken kaşecinin "kaşe senin neyine" der gibi baktığı o kaşeyi hâlâ saklıyorum :)

Kitap kitaba götürür, derler. Kitaplar neye götürmez ki insanı? Ama konuyu dağıtmayayım, bu hoş novelladan bahsedeyim biraz: Zacharius kusursuz saatler üreten ünlü bir ustadır. "Saat maşası"nı icat etmiş, bu icadıyla kibre kapılmış ve ölümsüz olma sevdasına düşmüştür. Ölümsüzlüğün peşinde Zacharius Usta'yı nasıl bir son beklemektedir acaba? Okumalısınız...
---

"Yaşadığımız bu kahrolası çağda, mutluluk dolu bir güne uyanacağımız ne malum? [s. 5]"

""Ölüm bu!'' diyordu Zacharius Usta, boğuk bir sesle. ''Ölüm bu!.. Varlığımı dünyaya dağıttığıma göre yaşayacak ne kadar ömrüm kaldı artık! Çünkü ben, Zacharius Usta, imal ettiğim bütün bu saatlerin yaratıcısıyım! Bu demir, gümüş ya da altın kutuların her birine ruhumun [s. 8] bir parçasını hapsettim! O lanet olası saatlerden biri ne zaman dursa, kalbimin durduğunu hissediyorum, zira saatleri kalp atışlarıma göre ayarladım!" [s. 9]"

"Hayat nedir biliyor musun evladım? Varoluşu meydana getiren şu zembereklerin hareketini kavradın mı? Kendi içine baktın mı? Hayır; halbuki bilimin gözünden baksaydın, Tanrı'nın eseriyle benim eserim arasında var olan sıkı ilişkiyi görürdün, çünkü saatlerimin mekanizmasını, onun yarattığı canlıdan kopyaladım. [s. 15]"

---

Not: Haldun Taner, On İkiye Bir Var öyküsünde Zacharius Usta'dan etkilenmiş gibi geldi :) İki eseri de okuyanlardan konuyla ilgili dönüş almak isterdim doğrusu.

ALTINCI KOĞUŞ (ANTON ÇEHOV)

(Çehov, Anton, Altıncı Koğuş, İş Bankası Kültür Yayınları, 18. basım, Aralık 2020, İstanbul, s. 68.) 

Çehov'dan (1860-1904) daha önce birkaç öykü okumuştum. Harika öykülerdi. Bugün de yazarın bir novellasıyla tanıştım. Kapaktaki tanıtım cümlelerine göz attıktan sonra size altını çizdiğim bazı yerleri alıntılayacağım.

"Çehov bir taşra kasabasındaki akıl hastanesinde geçen bu novellasında, eğitimli bir hasta olan İvan Dmitriç ile Doktor Andrey Yefimıç arasındaki felsefi çatışmaya odaklanır. İvan Dmitriç maruz kaldıkları adaletsizliğe, içinde yaşamaya zorlandıkları berbat koşullara karşı çıkarken, Andrey Yefimıç bunları görmezden gelmekte ısrar eder ve durumu değiştirmek için kılını bile kıpırdatmaz. Doktor sonunda içine düştüğü "felsefi" yanılgının farkına vardığında ise artık iş işten geçmiştir. Altıncı Koğuş, Rusya'nın ve ülkenin sorunlarıyla ilgilenmek yerine onları uzaktan izlemeyi tercih eden elit Rus aydınının "deliliği"nin simgesidir adeta. 

Altıncı Koğuş, Russkaya Mısl dergisinin 1892 kasım sayısında yayımlandığında büyük ilgi görmüştü. Hatta Lenin'in de yapıtı okuduktan sonra dehşete kapıldığı, "Kendimi Altıncı Koğuş'a kapatılmış gibi hissettim" dediği rivayet edilir."

Altı çizili satırlardan:

"Kökeninde pislik barındırmayan iyi bir şey dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiştir. [s. 16]"

Kendisi de bir doktor olan Çehov, şu cümlelerinde ta o yıllarda modern tıbbın işlevini ciddi biçimde sorguluyor gibi. Pandemi kaynaklı telaşın hız kesmediği şu günlerde, meseleyi derinlemesine düşünmek faydalı olacaktır diye düşünüyorum: "Eğer ölüm herkes için olağan ve meşru bir sondan ibaretse insanların ölmelerine engel olmak niye? Bir tüccarın ya da bir memurun fazladan beş, on yıl yaşamasının kime ne faydası var? [s. 17]"

"- Siz de çok iyi bilirsiniz ki, bu dünyada insan aklının [s. 21] yüksek manevi dışavurumu dışındaki her şey önemsiz ve sıkıcıdır. Akıl, hayvanlar ve insanlar arasında keskin bir sınır çizer, insandaki ilahi yöne ışık tutar, hatta bir dereceye kadar gerçekte var olmayan ölümsüzlüğün yerini tutar. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki akıl, elimizde olan yegâne zevk kaynağıdır. Etrafımızda akla dair hiçbir şey görmüyor, duymuyoruz, bu da zevkten mahrum olduğumuz anlamına geliyor. Gerçi elimizin altında kitaplar var, ama bu canlı bir sohbetin, karşılıklı ilişkinin yerini tutmuyor. Çok da doğru olmayan bir kıyaslama yapmama müsaade edecek olursanız, bence kitaplar notaya, sohbet ise şarkı söylemeye benziyor. [s. 22]"

"Ancak öyle anlar olur ki, yaşama tutkusu beni sarıp sarmalar, işte o zaman aklımı yitirmekten korkarım. Doya doya, delicesine yaşamak istiyorum ben! [s. 33]"

Doktor'un Stoacı söylemine örnek olabilecek sözlerinden biri olan şu cümleler, Dmitriç gibi bazılarımızın da burun kıvırmasına yol açacak cinsten: "Eğer daha sık kafa yorarsanız sizi endişelendiren bütün dış etkenlerin ne kadar önemsiz olduklarını anlarsınız. Hayatı derinlemesine kavramaya yönelik gayret etmek gerek. Gerçek lütuf, bu hayatın içerisinde mevcut. [s. 37]" İyi güzel de; söyler misin Doktor, ne demek hayatı derinlemesine kavramak? :)

Çehov'un; Dmitri'nin ağzından Stoacılık'a getirdiği şu eleştiriyi de alalım: "- Parodisini yaptığınız stoacılar muazzam insanlardı, ama öğretileri daha iki bin yıl önce donmuş, bir damla ileriye gidememişti. Pratik ve geçerli olmadığı için ilerleyemezdi de. Bu öğreti sadece, her türlü öğretinin tadına vararak ve üzerlerinde kafa patlatarak ömür tüketen küçük bir kesimde başarı yakalamıştı. İnsanların büyük çoğunluğu bu öğretiyi anlamamıştı bile. Zenginliğe, hayatın sağladığı rahatlıklara kayıtsızlığı, acıyı ve ölümü küçümsemeyi vaaz eden bu öğreti, büyük çoğunluk için tamamen anlaşılmazdı, çünkü bu çoğunluk ne zenginliği ne de hayatın sağladığı rahatlıkları tatmıştı. Acıyı küçümsemek onlar için hayatı küçümsemek anlamına geliyordu. Onlara göre [s. 38] insan bütün varlığı açlığı, soğuğu, hakareti, yokluğu hissetmek ve ölüm karşısında Hamlet gibi korku duymaktan ibaretti. Bütün bir hayat bu duygulardadır. Hayatın yükü altında ezilebilir, ondan nefret edebilirsiniz, ama onu küçümseyemezsiniz. Evet, tekrar ediyorum, stoacıların öğretisinin hiçbir zaman bir geleceği olamaz. Gördüğünüz gibi yüzyılın başlangıcından günümüze mücadele, acıya karşı duyarlık, uyarılara karşı tepki verebilme kabiliyeti gelişimi sürdürüyor. [s. 39]"

"Yalnız kalmadan hakiki mutluluğu bulmak mümkün değildi. [s. 51]"

Şu benzetme de çok hoşuma gitti: "Her zaman yalnızca akıllıca ve güzel sözler söyleyen, ancak aptal olduğunu hissettiğimiz insanlar gibi tıpkı. [s. 51]"

Bana hiç yapancı gelmeyen şu satırları almasam olmazdı :) "Vaktini boş geçirmemek adına kitapları hakkında detaylı bir katalog yaptı, üzerlerine etiketler yapıştırdı. Bu mekanik ve zahmetli iş ona okumaktan daha ilginç geliyordu. Bu tekdüze ve itina isteyen iş nedense anlaşılmaz bir sebeple düşüncelerini yatıştırıyor; hiçbir şey düşünmüyor, zaman hızla akıp gidiyordu. [s. 54]"

Katılıyorum :) "Bu hayattan memnun kalmayan önemsiz insanlar felsefe de mi yapmasınlar? [s. 65]"

Bombayı şu cümlelerle patlatayım: "- Hayır, bizden bir şey olmaz. Güçsüz insanlarız biz, sevgili dostum. Vurdumduymazdım, neşeli ve sağlıklı bir şekilde mantık yürütebiliyordum. Manen güçsüz kalır kalmaz hayatın kaba bir sillesini yemem yetti. Sonrası bezginlik... Güçsüzüz biz, zavallı yaratıklarız. Siz de öylesiniz, sevgili dostum. Zekisiniz, cömertsiniz, annenizin sütünden iyi dürtüler emmişsiniz, ancak hayata adımınızı atar atmaz yorgun ve hasta düşmüşsünüz. Güçsüzüz biz, güçsüz! [s. 65]"

Bu satırların olduğu bir eser hiç okunmaz mı? Vakit kaybetmeyin bence. Yeni bir yapıtta görüşmek üzere, hoşça bakın zatınıza sevgili dostlar... 

---

Not: Altıncı Koğuş'un Yefimıç'ı bana Kâtip Bartleby'yi :( hatırlattı. Çehov'un, Melville'i okuduğunu falan söylemek istemiyorum, aklıma geldi sadece.

13 Şubat 2021 Cumartesi

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ (VICTOR HUGO)

(Hugo, Victor, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, Fransızca aslından çeviren: Volkan Yalçıntoklu, İş Bankası Kültür Yayınları, 12. basım, Ocak 2020, İstanbul, s. XLI + 77.)

Hugo'nun (1802-1885) sadece dünyaca ünlü romantik bir yazar değil, politikayla ve toplumsal sorunlarla da ilgilenmiş bir aktivist olduğunu söyleyebiliriz. Bu eseri de onun idam karşıtlığının bir ürünü.

Bu küçük roman idama mahkûm edilen genç bir adamın giyotine gönderilinceye kadar tuttuğu notlarından oluşuyor. Öyle derinlemesine sorgulamalar içerdiğini söylemek zor, yazarın gençlik döneminin sıradan bir çalışması diyebilirim. Hugo yine de, yer yer oldukça dokunaklı bir dille adamın ölüme gidişini resmetmeye çalışmış.  

Kitabın başında yirmi sayfayı aşan ve okunmasa da olur bir ÖNSÖZ bulunuyor. ÖNSÖZ'de eserin iki şekilde anlaşılabileceği belirtilmiş: (1) Eser, bir idam mahkûmunun tuttuğu notların bulunup yayımlanmasıyla oluşmuştur. (2) Eseri, idam mahkûmuna rastlayan ve konuyla ilgili düşüncelerini kitaplaştırmak isteyen bir yazar kaleme almıştır. (İkinci şık daha ağır basıyor elbette, ama bu pek de önemli değil.)

Eser, Fransa'da idam cezasının infazı, giyotin, hapishaneler vb. konularda verdiği gerçekçi bilgiler için de okunabilir; zaten edebî değerinin abartılacak bir yanı yok.

Yazıyı şu güzel alıntıyla sonlandıralım: "İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar. [s. 7]"

7 Şubat 2021 Pazar

KORKU (STEFAN ZWEIG)

(Zweig, Stefan, Korku, Almanca aslından çeviren: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yayınları, 14. Basım, Eylül 2019, İstanbul, s. 70.)

Zweig’la devam ediyoruz, nihayet Korku’yu da okuduk. Bu eser de yazarın çok sayıdaki novellalarından biri. Bu türü daha çok sevmeye başladım. Olay örgüsünü, kahramanları akılda tutmak için zorlanmıyor insan novella okurken, gün içinde de okuyup bitiriyor. Bu keyif ayrı, tuğla romanlarda yaşanan cinsten bir şey değil. 

Korku’nun konusu şöyle: “Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer.” (Kapaktan)

Keyifle, heyecanla okudum Korku’yu. Şu ana kadar okuduklarım arasında en beğendiğim eseri olabilir, çok güzeldi gerçekten.

Hoşuma giden birkaç cümleyi alayım:

"Irene'ye bu kez de, surat asmayı sürdürerek ve kendini nedensizce geri çekip değerini yükselterek oynayacağı bu yeni oyun çekici gelmişti. [s. 12]"

"[Irene, âşığının] [e]vine gitmeyişinin asıl nedenine hiç değinmeden, belirsizlikleriyle genç adamı daha da kışkırtan imalarla oynayıp durdu. Bu kez âşığının istekleri karşısında ulaşılmaz kaldı ve vaatlerde bulunmaktan da kaçındı, çünkü bu gizemli ve ani çekilmesinin onu ne kadar kışkırttığını hissetmişti... Yarım saatlik hararetli bir sohbetten sonra hiçbir sevecenlik göstermeden, hatta vaadinde bile bulunmadan oradan ayrıldığında, sadece genç kızlığından tanıdığı çok tuhaf bir hisle için için tutuşuyordu. [s. 13]"

"[Irene] utanç dolu bir şaşkınlıkla fark etti ki, kocası kişisel görüşlerini ona hiçbir zaman aktarmamış, ama öte yandan kendisi de bir sorununu ona içtenlikle açmamıştı. [s. 18]"

"[Irene] [b]ir anda yaşamın tüm zenginliğini hissetmeye başlamıştı ve artık yaşamında tek bir saati bile anlamsız geçirmeyeceğini biliyordu. [s. 38. Sayfa 37'deki satırlar da Zweig'la ilgili genel bir değerlendirme için kullanılabilir.]"

"Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa, hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir. [s. 45]"

5 Şubat 2021 Cuma

BEN YÜRÜRKEN

Dün saatlerce gezdim. Yürüyüş tutkum Yalnız Gezerin Hayalleri'nden sonra cûş u hurûşa geldi :) Ah bir de dağ bayır olsa!.. Şehirde gezmek riskli. Şöyle istediğiniz gibi dalıp gidemiyorsunuz; arabaya çarpılmamak, kaldırımdan düşmemek için dikkat etmeniz gerekiyor. Pis hava ve gürültü de çekilir gibi değil. Buna rağmen kilometrelerce yürüdüm, yürüyorum. Yürüyerek düşünmek, hayal kurmak hoşuma gidiyor. 

Yürümek bir fetih benim için. Adımladığım her karış toprak benim oluyor yürürken. Kimileyin bir hedef belirliyorum yakın ufukta ve var gücümle oraya ulaşmaya çalışıyorum; kimileyin de ben yürümüyorum da zemin ayaklarımın altından kayıp gidiyor ve nereye gittiğimi bilmeden yol alıyorum. Dünyada yapayalnız olduğum duygusunun tadına varıyorum. Çok değil birkaç on yıl sonra geçtiğim yerlerin neredeyse tanınmaz hâle geleceğini düşünüyorum; kaldırımların yenilendiğini, belki bir alt geçit yapıldığını, apartmanların arasında kalmış genişçe bir boşluğun yerinde yeller estiğini, yeni dikilmiş çınarların devleştiğini, kalınca akasyaların içten içe çürümeye başladığını, gördüğüm kedi ve köpeklerin hepsinin ölmüş olduğunu... 

Seviyorum yürümeyi. Arzın enginliğine kıyasla cirmimin minikliğini daha iyi fark ediyorum. Saatlerce yürüdüğüm hâlde yürümediğim yollara oranla ne kadar az mesafe kat ettiğimi görmek bilgece bir bakışa yaklaştırıyor beni sanki. İnsanoğlunun tutamak bellediği hemen her şeyin eğretiliğini içten içe seziyorum yürürken.

Ben yürürken içimde çelimsiz bir korku da yürüyor, biliyor musun sevgili okurum? Böyle boş boş yürürken tanıdık birine rastlamak korkusu bu. Birkaç kez başıma geldiği için tecrübe de ettiğim bir korku. Düşünsenize; kim bilir neler düşünerek, ne hayallere gark olmuş yürürken bir münasebetsiz çıkıyor karşınıza ve "Ne yapıyorsun? Nereye gidiyorsun?" diye soruyor. (Bir yere gitmem mi gerekiyor, bir şeyler yapmam mı lazım?) Hık mık, artık ne uydurabilirsen... Uydurmak şart mı, diye sorabilirsin. Cevap vereyim: Çoğu durumda şart. Ben, "Hiiç, boş boş geziyorum." da dedim; dedim ama gülmeseler bile şaşırdılar bu cevabıma. Ne gerek var!

Yürümeyi çocukken de severdim. Daha ortaokul yıllarımda şimdiki Otogar civarından Eski Garaj'a yürümüştüm mesela. (O zaman Otogar yoktu, o zamanki Eski Garaj da şimdi yok.) O yılları hatırladım da şöyle bir soru yankılandı kafamda: Acaba beni yürüyüşe iten gizli bir saik mi vardı? Evet, vardı. Hâlâ da var: Sanırım ben hep kaybolmak için yürüyorum sevgili okurum. Bir süreliğine de olsa uzaklaşmak istiyorum dünyadan. Bunu salt düş gücümle yapamayınca da yürüyüşlerimle destek çıkıyorum ona. Ve yürüyorum...

Ben yürürken analizci kafamın değil; titreyen yüreğimin sesine kulak veriyorum. Ve onun sesini seviyorum, seviyorum, seviyorum...

4 Şubat 2021 Perşembe

YALNIZ GEZERİN HAYALLERİ (JEAN-JACQUES ROUSSEAU)

(Rousseau, Jean-Jacques, Yalnız Gezerin Hayalleri, Çev. Hasan Fehmi Nemli, Alfa Yayınları, 2. Baskı, Mart 2020, s. 176)

Ruso’yu (1712-1778) böyle bilmezdim. O bize Aydınlanma’nın en önemli filozoflarından biri olarak tanıtıldı hep. Bu eserinde ise hiç de öyle bir filozof değil Ruso. Aydınlanma’nın en önemli kabullerine; bilime, akla, sanayileşmeye mesafeli; hatta enikonu romantik. Doğrusu hoşuma gitti böyle bir Ruso görmek.

Ruso bu eserini ömrünün sonlarında yazmış. On gezintiden (son gezinti yarım kalmış) oluşan kitapta yazar, yaşamını ve benliğini sorguluyor. İnsanlara oldukça kırgın ve sitemli; huzuru inzivada bulmuş gibi bir hâli var.

Yazarın dile getirdiği düşünceleri yıllardır ben de sorgulayıp duruyordum. Ciddi bir kısmını özel sohbetlerimde ve yazımlarımda -bu blogda da bulunabilir- dile getirdiğim de oldu. Bir bakıma Yalnız Gezerin Hayalleri’nde kendime bir destek buldum. Fakat bunun için pek sevinmedim, aksine biraz gerildiğim bile söylenebilir; çünkü bu türden eserler yüzleşmekten kaçındığım bazı meseleleri tekrar düşünmek zorunda bırakıyor beni. (İçimden bir ses “Belki de iyi yapıyor.” deyip duruyor bu arada.)

Sözü fazla uzatmayacağım. O kadar çok yeri çizdim ki alıntıdan da vazgeçtim. İyisi mi siz hemen edinin bu güzel eseri (Nemli çevirisini tabiî) ve ciddi bir şekilde okuyup irdeleyin. Kesinlikle çektiğiniz zahmete değecek, belki de yaşamınızda ummadığınız bir kapı aralanacaktır. 18. yüzyılda yaşayan Ruso’nun sıkıntıları modernliğin şu an içinde bulunduğumuz tartışmalı evresindeki (postmodern, geç modern vb.) insanın çektiklerine o kadar benziyor ki…

---

"Bu güncede benden çok söz edilecek; çünkü düşüncelere dalmış yalnız biri ister istemez kendisiyle çok meşgul olur. [s. 15]"

"Yitirilen tatlı boş zamanlarım için duyduğum üzüntü beni her yerde izleyerek, bana mutluluk ve onur verebilecek her şeye karşı bir ilgisizlik ve tiksinti duymama yol açtı. [s. 38]"

"Her şeyin sıkıntı, zorunluluk, görev olduğu toplumsal yaşama hiçbir şekilde uygun değildim, aralarında yaşamayı isteyecek birinin kabul etmesi gereken sınırlamalara boyun eğmek, benim bağımsız doğama göre değildi. [s. 109]"

"Çayırlar, sular, ormanlar, yalnızlık ve özellikle, bu yerlerde bulunabilecek rahat ve huzur; tüm bunlar belleğime üşüşüp durmaktadır. Bunlar bana insanların zulmünü, nefretini, hor görmelerini, hakaretlerini, şefkat ve içtenlikle kendilerine bağlanmama karşılık yaptıkları kötülükleri unutturuyor. [s. 133]"

2 Şubat 2021 Salı

YÜREK BURGUSU (HENRY JAMES)

(James, Henry, Yürek Burgusu, Çev. Necla Aytür, İş Bankası Kültür Yayınları, VII. Basım, Eylül 2020, İstanbul, s. 165)

Hortlak öyküsü sevenler! Yürek Burgusu tam size göre. Romanın heyecanına kaptırın kendinizi ve daha fazlasını pek de beklemeyin. James’in (1843-1916) amacı da bundan daha fazlası değildi muhtemelen. Önsöz’de -siz lütfen roman bittikten sonra okuyun- Ünal Aytür’ün de belirttiği gibi yazar sadece bir korku havası yaratayım, tüyler ürpertici bir hortlak masalı yazayım diye düşünmüş olabilir. Tabiî, haklı olarak bu bakış açısıyla yetinmeyen eleştirmenler olduğunu ve romanın farklı şekillerde değerlendirildiğini de ekleyelim. Yine, bu eleştirileri güzelce özetleyen Önsöz’den öğrendiğimize göre romanı iyilikle kötülüğün çatışması üzerine kurulmuş dinsel bir alegori olarak gören eleştirmenlerin dışında, romanda önemli olanın anlatılan hikâye değil anlatıcının ruh hâli olduğunu söyleyenler de var. Anlatıcı konumundaki genç öğretmenle ilgili görüşler de oldukça ilginç ve farklı. Bazıları anlatıcıyı, çocukları korumaya çalışan fedakâr bir öğretmen olarak görürken bazıları da Freud’un görüşlerinin de etkisiyle onun cinsel baskılar altında bunalım geçiren genç bir kız olduğunu düşünüyor.

Kitapla ilgili bu türden yorumları önemseyen biriyseniz de “ben hiç o işlerden anlamam, okurken keyif alıp almadığıma bakarım” diyen biriyseniz de Yürek Burgusu’na göz atmalısınız. Çünkü sinemaya da uyarlanan bu romanın hem güzel bir üslupla yazılmış heyecanlı bir hortlak öyküsü hem de çeşitli yorum ve görüşlere olanak tanıyan örtük bir metin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Keyifli okumalar dilerim. Başka bir eserde görüşmek üzere…