27 Nisan 2021 Salı

BREZİLYA GELECEĞİN ÜLKESİ (STEFAN ZWEIG)

(Zweig, Stefan, Brezilya Geleceğin Ülkesi, Almanca aslından çeviren: Zehra Aksu Yılmazer, İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Mart 2021, İstanbul, s. 262.)

Zweig’ın kurmaca dışındaki bu eserini de keyifle okudum, çok şey öğrendim. 

Zweig önce Brezilya’nın tarihini ele alıyor, oldukça uzun bu bölümden sonra ülkenin ekonomisine ve kültürüne değiniyor. Daha sonra ülkede gezip gördüğü şehir ve yerleri anlatıyor. Yer yer şiirleşen üslubuna rağmen oldukça derli toplu bilgiler vererek ilerliyor, bize geleceğin ülkesi olarak gördüğü Brezilya’yı tanıtıyor.

Elbette Zweig’ın tanıttığı Brezilya ile günümüz Brezilya’sı aynı değil, fakat değişmeyen birtakım şeyler olduğu da kesin. Üstelik şu anki Brezilya ile ilgili bilgileri kolayca elde edebiliriz ama 1940’ların Brezilya’sıyla ilgili olarak aynı şeyi söylemek zor. Bir ülkeyi Zweig gibi bir yazarın gözünden ve kaleminden tanımak ayrı bir güzellik zaten. Okunur bu kitap!

21 Nisan 2021 Çarşamba

ŞENLİKLİ TOPLUM (IVAN ILLICH)

(Illich, Ivan, Şenlikli Toplum, İngilizceden çeviren: Ahmet Kot, 5. basım, Ayrıntı Yayınları, 2018, s. 144.)

"Son yılların en radikal yazarlarından Ivan Illich, daha çok kurumlara ve kurumlaşmaya yönelttiği eleştirileriyle tanınıyor. Eğitim, sağlık, politika gibi kurumların insan yaratıcılığını öldürerek insanları kendine bağımlı kıldığını savunuyor. İlerleme ve verimlilik adına korkunç bir üretim-tüketim çılgınlığının yaşandığını, oysa sanayileşme ve büyüme kavramlarının vazgeçilmeyecek kavramlar olmadığını ifade ediyor.

Şenlikli Toplum'da seri üretim teknolojilerinin, insanları bürokrasinin ve makinelerin aksesuarları haline nasıl getirdiğini göstererek modern sanayi toplumlarını sorguluyor. Kişiler arasında özerk, yaratıcı ilişkiler kurulabilmesinde araçların rolüne değiniyor. İnsanların çalışırken zevk almaları, sevinç duymaları için araçlara hükmetmeleri gerektiğini belirterek, araçların insanlara hükmetmeye başladığı noktada büyümeye karşı çıkıyor." (Kapaktaki tanıtımdan.)

---

"Bilim ve teknoloji nerede bir sorun yaratsa, bunların ancak daha fazla bilimsel kavrayış ve daha iyi teknolojiyle aşılabileceğini söylemek moda oldu. Kötü yönetimin çaresi daha fazla yönetimdir. Uzmanlaşmış araştırmanın çaresi, disiplinler arası daha pahalı araştırmalardır; tıpkı ırmaklardaki kirlenmenin çaresinin, çevreyi kirletmeyen, daha pahalı deterjanlar olması gibi. [s. 22]"

"Yüz yıldır makinelerin insanlara hizmet etmesini sağlamaya, insanları da hayat boyu makineler için eğitmeye çalıştık. Artık, makinelerin "hizmet" etmeyeceği ve insanların da hayat boyu makineler için eğitilemeyeceği ortaya çıktı. Bu deneyin dayandığı hipotez, artık bir yana atılmalı. Bu hipotez, makinelerin, kölelerin yerini alabileceğini öngörüyordu. [s. 23] Kanıtlar gösteriyor ki bu amaçla kullanıldığında makineler insanları köleleştiriyor. Gitgide genişleyen endüstriyel araçların egemenliğinden, ne diktatörlüğünü kurmuş bir proletarya ne de işsiz güçsüz bir kitle kaçabilir. [s. 24]"

"[...] [E]ndüstri toplumunda yaşam, standart ürünlere, tek biçimliliğe ve belgelenmiş kaliteye abartılı bir değer vermeye yöneltiyor bizi. [s. 53]"

"Öldürücü hastalıklara yakalanmış hastaların gördüğü tedavinin yüzde doksanı, hastaların sağlık durumuyla ilgisizdir ve hayatı gözle görülür derecede uzatmaksızın, çekilen acıları ve sakatlığı artırma eğilimindedir. [s. 110]"

"Daha fazla büyüme çok yönlü bir felakete yol açacaktır. Felaket olmaksızın insanların büyümeye çok yönlü sınırlar konmasını kabul etmesi son derece ihtimal dışı görünüyor. [s. 139]"

17 Nisan 2021 Cumartesi

YAŞAMAK (YU HUA)

(Hua, Yu, Yaşamak, Çince aslından çeviren: Bahar Kılıç, Jaguar Kitap, 16. baskı, Kasım 2020, s. 205.)

"Aile servetini yiyip tükettiği gençlik günlerinde, uzun bir hayatın ona neler sunacağından habersizdir elbette Fugui. 

Yıllar sonra, yaşlı öküzüyle tarlasını sürerken tanıştığı bir yabancıya hayatından söz etmeye başladığında, şımarık bir gencin başına gelenlerden fazlasını sayıp dökecektir bu yüzden: Fugui, kendisiyle birlikte altı insanın hayatını, kaderin sürprizlerini, yaşamın acılarını ve sevinçlerini anlatır. Onun dilinden -daha doğru bir ifadeyle Yu Hua’nın kaleminden- dökülenler, insanlık durumlarına dair epik bir romana dönüşür böylece. Basit bir anlatım, güçlü bir anlatı doğurur: Sabanın toprakta bıraktığı izlere benzer kâğıt üzerinde satırlar. Yaşamın her şeyi kapsaması gibi, Yaşamak da hayatı olduğu gibi kucaklar. Doğumları ve ölümleri, mutsuzlukları ve umutlarıyla...

Yayımlandığında ülkesinde yasaklanmasına rağmen, bir hayat öyküsü okumamış da sanki bir hayat yaşamış olduklarını söyleyen okurlarının her geçen gün artmasıyla bir "modern klasik"e dönüşen Yaşamak’ı Bahar Kılıç, Çince aslından çevirdi." (Arka kapaktan.)

Birkaç alıntı:

"O günlerde annem bana sık sık, "Mutlu olduğun sürece fakir olmak utanılacak bir şey değildir," derdi. [s. 38]"

"Geceleri yatağa uzanır ama uyuyamazdım. Nefret edecek bir sürü şey gelirdi aklıma, ama sonunda yine kendimden nefret ederdim. [s. 42]"

"Eskiler der ki: "Fakirlik adamın hırsını köreltir." [s. 44]"

"[...] derler ki: 'Birini zor durumdan kurtarabilirsin, fakat yoksulluktan asla!' [s. 44]"

"Aslında hiç kimse başkanın söylediğine inanmıyordu, [s. 117] ama inanmamaya da cesaret edemiyorlardı. Umudumuzu yitirirsek nasıl yaşardık? [s. 118]"

"İnsan ne kadar şanslı olursa olsun, ölmek istiyorsa hiçbir şey onu yaşatamaz. [s. 175]"

"Üç neslin bir çatı altında olması, iki neslin bir çatı altında olmasından daha iyidir derdi hep. [s. 190]"

"Sıradan bir hayat en iyisi. Onunla savaş, bununla mücadele et derken, sonunda hayatından oluyorsun. [s. 201]" 

Not: Aşırı acıklı, okumanızı tavsiye etmem.

16 Nisan 2021 Cuma

MADAM BOVARY (GUSTAVE FLAUBERT)

(Flaubert, Gustave, Madam Bovary, Çeviren: Sâmih Tiryakioğlu, İletişim Yayınları, 6. baskı, 2019, İstanbul, s. 430.)

Bu roman hakkında ne söylesem eksik kalacak gibi bir duygu var içimde. Bir taraftan Charles'ı, diğer taraftan Emma'yı anlamaya çalışıyorum; gönlümün birini tutmasını, diğerini yermesini bekliyorum. Nafile bir bekleyiş oluyor bu, anlamak denilen edimin zaten bir şeyi olduğu gibi kabul etmekle ilgisi varmış gibi geliveriyor. Flaubert'in muradının da okuru ortada bırakmak olduğunu düşünüyor ve roman kişileriyle ilgili kesin yargılara varmaktan kaçınıyorum. Pek çok bağlamda, farklı şekillerde okunabilecek bu esere umarım daha genişçe değinebilirim. Şimdilik şu tanıtım paragrafı ve birkaç alıntıyla notuma son vereyim:

"Vasat bir doktorla evlendikten sonra boğucu taşra yaşamı içinde sıkışıp kalan genç ve güzel Madam Bovary, mutsuzluğu bir kader olarak kabul etmeye razı olmaz. Büyük hayalleri, hayattan büyük beklentileri vardır; okuduğu romanlardaki tutkunun ve romantik fantezilerin özlemiyle yaşar ve aradığı ideal aşkı bulmak için çıktığı yolda hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz. Madam Bovary'nin bu mücadelesini ve sürüklendiği çıkmazı anlatan roman, tutkulu bir hikâyenin gerisinde evlilik, cinsellik ve zenginlik kavramlarını sorguluyor. 1857'de ilk kez yayımlandığında büyük yankı uyandıran, toplumun din ve ahlak anlayışını sarstığı gerekçesiyle yasaklanmaya çalışılan Madam Bovary, 19. yüzyıl Fransası'nın ahlak anlayışına ve burjuva değerlerine karşı güçlü bir eleştiridir." (Arka kapaktaki tanıtım.)

MADAM BOVARY'DEN:

"Evlenmeden önce Emma gönlünde sevgi olduğunu sanmıştı, ama bu sevginin sonucu olan mutluluk gelmediğinden, "Al- [s. 84] danmışım herhalde," diye düşünüyordu. Sonra mutluluk, sevgi, sarhoşluk gibi sözlerin hayatta tam olarak ne anlama geldiğini bulmaya çalışıyordu: Kitaplarda bu sözler ona o kadar hoş görünmüştü ki! [s. 85]"

"Sakin görünüşlü şeylere alışmış olduğundan, tersine, sarp, çetin şey­lere yöneliyordu. Denizi ancak fırtınaları yüzünden, yeşilliği ise yıkıntıların arasına serpiştirilmiş olduğu zaman seviyordu. Her şeyden kendine bir yarar çıkarabilmesi gerekiyordu; sanat­çı değil de duygulu bir yaradılışı olduğu için manzaralar yerine heyecanlar aradığından, gönlünün hemen beslenemeyeceği her şeyi yararsız diye kaldırıp atıveriyordu. [s. 86]"

"[…] öğrenecek hiçbir şeyi kalmadığından, hiçbir şey hissedemeyeceğini düşünüyordu. [s. 90]"

"Bir erkek her şeyi bilmeli, çeşit çeşit işleri büyük bir başarıyla yapmalı değil miydi? Size tutkunun gücünü, hayatın zevkli yanlarını, yeryüzündeki bütün sırları öğretmeli değil miydi? [s. 91]"

"Bir erkek özgürdür hiç olmazsa; her tutkuyu tadabilir, her ülkeyi dolaşabilir, engelleri aşabilir, en uzak görünen mutluluklara erişebilir. Bir kadının önünde boyuna bir sürü engel vardır. Hem hareketsiz hem gevşek olduğundan, bedeninin gevşekliği, boyun eğmek zorunda olduğu yasal bağlar onun aleyhine işler. Tıpkı bir şapkanın şeritle tutturulmuş peçesi gibi, iradesi de rüzgârın her esişinde çırpınır; böylece, bir kadını daima sürükleyen bir arzu, daima alıkoyan bir bağ, bir düzen vardır. [s. 141]"

"Bir daha geri gelmeyecek şeyler için kurulan düştür bu, her oldu bittiden [oldubittiden] sonra içinizi kaplayan yorgunluktur, alışılmış bir gidişin birden durması, uzayan bir titreşimin ani kesilişi yüzünden duyulan kederdir. [s. 177]"

"Bunun üzerine, okuduğu romanların kadın kahramanlarını hatırladı, kocalarını aldatan bu kadınların şiirsel topluluğu zihninde tıpkı kendisini büyüleyen birer kız kardeş sesiyle şarkı söylemeye başladı. O da bu düşlerin gerçek bir parçası haline geliyor, bu kadar imrendiği o seven kadın haline girdiğini görerek, gençliğinde uzun uzun kurduğu düşlerin gerçek olduğunu anlıyordu. Zaten Emma, öç almış olmaktan ileri gelen bir zevk de duymaktaydı. Çektiği acı yetmez miydi yani? Yalnız, şimdi muzaffer tavırlar takınıyor, uzun zaman dizginlenmiş olan sevgi, neşeli fıkırtılarla olduğu gibi fışkırıyordu. O da hiçbir pişmanlık, hiçbir kaygı, hiçbir heyecan duymaksızın bunun tadını çıkarmaktaydı. [s. 218]"

"Hani yolu üzerindeki bütün hanlarda zenginliğinden bir şeyler bırakan yolcular [s. 228] vardır[…] [s. 229]"

"Emma da bütün öteki metreslere benziyordu; yeniliğin büyüsü de yavaş yavaş bir giysi gibi sıyrılmaya başladığından, aşkın ebedi tekdüzeliğini ortaya çıkarıyordu: Nitekim aşkın biçimi de dili de hep aynıdır. [s. 248]"

"Em- [s. 304] ma daha şimdiden yüreğinde, birçok kadın için kocalarını aldatmış olmanın hem cezası hem fidyesi gibi olan o korkakça uysallığı duymaktaydı. [s. 305]"

"Sözün kısası, herkese açık olan eczane, Homais’nin gururunu çevreye yaydığı yerdi, ama depo, eczacının kendisini bencilce işine vererek sevdiği şeyleri yapmanın hazzını tattığı sığınaktı. [s. 306]"

"O andan sonra da hayatı bir yalan yığını haline geldi; aşkını, gizlemek için, tıpkı bir örtüye sarar gibi, bu yalanların içine sarıyordu. [s. 330]"

11 Nisan 2021 Pazar

OKULSUZ TOPLUM (IVAN ILLICH)

(Illich, Ivan, Okulsuz Toplum, Türkçesi: Mehmet Özay, Şule Yayınları, 54. Baskı, Kasım 2018, s. 141.)

Illich (1926-2002) modern Batı kültürünü ve kurumlarını ciddi biçimde eleştiren çağdaş filozoflardan biri. Pek çok eseri dilimize çevrilmiş: Şenlikli Toplum, Sağlığın Gaspı, Gender, İşsizlik Hakkı vd.

Gelelim Okulsuz Toplum’la ilgili notlarımıza:

* Sayfa 19’da fırsat eşitsizliği konusunda söylediklerine pek katılmıyorum. Büyük değişiklikler oldu, 70’lerde değiliz Illich’çim! En önemlisi de internet. Fakir bir çocuk internet erişimine sahipse zengin çocuğuyla neredeyse eşit şartlara kavuşmuş demektir, diyemez miyiz?

* “Pek çok öğrenme, kendiliğinden olmaktadır ve pek çok planlı öğrenme bile programlanmış eğitimin sonucu değildir. Ebeveynler, öğrenmeleri yolunda daha çok özen göstermelerine rağmen, normal çocuklar ana dillerini kendiliklerinden öğrenmektedirler. İkinci bir dili öğrenen çoğu insan alışılmadık şartlar altında ve belli bir diziye dayanmayan öğretim sonunda bunu başarmaktadır; ya büyükanne ve büyükbabalarıyla yaşarlar ya seyahat ederler ya da bir yabancının refakatinde büyürler. Okumadaki akıcılık da aşırı müfredat çalışmalarının bir sonucu değildir. Okuma ediminden zevk alan pek çok insan bu huyu okulda edindiklerine inanmaktadır. Doğruluğu araştırıldığındaysa bunun bir yanılsama olduğu ortaya çıkmaktadır. [s. 26]”

Bu cümlelere katılıyorum, uzun yıllardır yaptığım gözlemler de bu yönde.

* “Güzel sanatlar ve el becerisi gerektiren işlerle uğraşan pek çok öğretmen, herhangi bir zanaat erbabına göre daha az yetenekli, daha az yaratıcı ve daha az iletişim kurabilmektedir. Yüksekokullarda görev yapan pek çok İspanyolca ve Fransızca öğretmeni öğrettikleri dili, yarım dönemlik sıkı bir tekrara dayalı öğretimden geçmiş öğrencilerin konuşabildiği doğrulukta konuşamamaktadır. [s. 29]”

Herhâlde burada söylenenlere de karşı çıkan pek olmayacaktır.

* “Yaratıcı ve araştırıcı öğrenmeyi gerçekleştirmek için aynı terimler ya da problemlerle kafası karışmış partnerlere ihtiyaç vardır. […] Okula radikal bir alternatif olarak, aynı sorunla motive edilmiş diğerleriyle kendi sorununu paylaşmak için her bireye eşit şans verecek bir ağ ya da servis oluşturmalıdır. [s. 33]”

Burada ve devamında söylenenler ile 109, 110 ve 115. sayfada söylenenler günümüzde internet sayesinde gerçekleşti. Hatta bunların daha fazlası ve gelişkini de meydana geldi, ama okulsuzlaşma söz konusu olmadı. Bununla birlikte okula ihtiyaç azalıyor mu, araştırmak lazım. Bu arada, yazarın -varsa- konuyla ilgili daha güncel fikir ve değerlendirmelerini merak ediyorum.

* Sayfa 46-50 arasındaki tam gün devam zorunluluğuyla ilgili eleştirisine katılıyorum ama ne yapacak çocuklar okula gitmeyince? Köyde değiller ki davar gütsünler… Burada bir kez daha çıkmaza giriyoruz: Okulu modern yaşama biçimi zorunlu kılıyorsa sorun okulda mı, modernliğin kendisinde mi?

* “Geleneksel anlamda yabancılaşma, insanı yaratmak ve tekrar yaratılma fırsatından alıkoyan, işin ücretli iş haline gelişinin doğrudan bir sonucuydu. Şimdi genç insanlar okulda, piyasada yer alacak bir meta olarak tasarlanan kendi bilgilerinin hem üreticisi hem de tüketicisi olmaya yeltenirken, okul tarafından yabancılaşma öncesi bir hazırlığa maruz kalmaktadırlar. Okul, yaşama hazırlığı yabancılaştırmakta, böylece öğrenciler gerçek eğitimden ve yaratıcı- [s. 64] lıktan yoksun bırakılmaktadır. Okul, öğretilmeye ihtiyaç duymayı öğreterek, yaşamın yabancılaştırıcı kuramlarına hazırlık yapmaktadır. Bu ders bir kez öğrenildiğinde, insanlar bağımsızlaşmaya doğru olan gelişim dürtüsünü yitirmektedir. Bu insanlar artık benzer konulara karşı ilgi duymazlar ve kurumsal tanımlamayla önceden saptanmadığında, yaşamın sunduğu sürprizlere kendilerini kapatırlar. Okul, dolaylı ya da dolaysız olarak nüfusun büyük bir bölümünü çalıştırmaktadır. Okul, insanları ya yaşama bağlamakta ya da bazı kurumlarda çalışmalarının uygun olacağına onları inandırmaktadır.

Yeni Dünya kilisesi olan okul, hem uyuşturucunun teminine hem de insanın, yaşam süresince işine hizmet eden bir bilgi endüstrisidir. Bununla beraber okulsuzlaştırma, insanoğlunun özgürleşmesine yol açacak bir hareketin temellerini teşkil etmektedir. [s. 65]”

Bozukluk, sıkıntı var; kabul. Fakat bozukluğu öğretme ve onunla yaşama işini okul hallediyorsa yine de okulun bir işlevi var diyemez miyiz? İş yanlış ama yapılmak zorundaysa ve bunu okul sağlayacaksa fena mı? Ne yapılabilir?

Illich okumalarım sürecek, başka birkaç kitabını sipariş verdim. Onları da okuduktan sonra bu düşünürü daha iyi anlamayı umuyorum. Görüşmek üzere sevgili okurlar, kendinize iyi bakın. Sizleri zihin açıcı ve kışkırtıcı şu uzun alıntılarla baş başa bırakıyorum J

OKULSUZ TOPLUM’DAN:

“Öğrencinin imgelem gücü, değer yerine hizmetin muteber kabul edilmesi sebebiyle “okullulaştırılmaktadır”. [s. 13]”

“Sağlıklı bir yaşam için tıbbi tedavi, toplum yaşamında gelişme sağlamak için sosyal çalışma, emniyetin tesisi için polis teşkilatı, ulusal güvenlik için askeriye, üretkenlik için iş rekabeti gerektiği yönündeki çıkarımların neden-sonuç ilişkileri [bağlamları] yanlış anlaşılmaktadır. Sağlık, eğitim, mevki-makam, bağımsızlık ve yaratıcı çaba bu hizmetleri verdiğini iddia eden kurumların performansına göre tanımlanmaktadır. [s. 13]”

“Bu kitapta yer alan makalelerde, değerlerin kurumsallaşmasının toplumsal kutuplaşmaya ve psikolojik çöküntüye yol açtığını [s. 13] ortaya koyacağım. Bunlar, küresel yozlaşma ve modernleşmiş mutsuzluk sürecindeki üç boyutlu yapıyı teşkil etmektedir. Maddi olmayan ihtiyaçlar meta haline dönüştürüldüğünde sağlık, eğitim, bireysel hareket kabiliyeti, refah ya psikolojik iyileşmenin söz konusu olduğu hizmetlerin ya da yapılan “uygulamaların” neticeleri olarak tanımlandığında küresel yozlaşma sürecinin nasıl bir ivme kazandığını açıklayacağım. [s. 14]”

“İnsan doğasını, dünya görüşümüzü ve dilimizi şekillendiren modern kuramların sahip oldukları genel sorunu ortaya koymak istiyorum. Bu nedenle okulu örnek olarak seçtim. [s. 14]”

“Sadece eğitim değil, aynı zamanda sosyal gerçekliğin bizatihi kendisi de okullaştırılmış durumdadır. [s. 14]”

“Refah bürokrasileri, toplumun imgelem gücü üzerinde neyin değerli ve uygulanabilir olduğuna karar veren profesyonel, siyasi ve mali tekel olma iddiası taşırlar. Söz konusu tekeller sefaletin modernizasyonunun köklerinde yer almaktadır. Kurumsal bir karşılığı olan her basit ihtiyaç, yeni bir fakir sınıfını meydana getirmekte ve yeni bir sefalet tanımı yapmaktadır. On yıl önce Meksika’da, kişinin kendi evinde doğması, kendi evinde ölmesi ve bir arkadaşının mezarı yanına gömülmesi son derece normal bir yaşam düzeneğiydi. Kişinin sadece ruhsal ihtiyaçları kilise kurumu tarafından giderilirdi. Şimdi ise yaşamın evde başlayıp evde sona ermesi sefaletin ya da çok özel bir imtiyazın işareti haline gelmiştir. Hayatın sona ermesi ve ölüm, doktorların ve cenaze teşrifatçılarının kurumsal idaresi altında gerçekleşmektedir. [s. 15]”

“Temel ihtiyaçlar toplum tarafından bilimsel olarak üretilmiş meta için talebe dönüştürüldüğünden, artık sefalet teknokratların istedikleri gibi değiştirebilecekleri standartlara göre tanımlanmaktadır. [s. 15]”

“Bu ülkelerin halkları, zengin olmayı düşleyerek fakir yaşamayı öğrendiler. [Latin Amerika ülkeleri kastediliyor. s. 20]”

“Zorunlu eğitim, kaçınılmaz bir şekilde toplumu kutuplaştırdığı gibi uluslararası kast sistemine göre dünya milletleri arasında bir sınıflamanın oluşmasına da yol açmaktadır. Kastlar halinde düşünülen ülkelerin eğitim alanındaki itibarları, vatandaşlarının okulda geçirdikleri yılların ortalamasına göre belirlenmektedir. [s. 22]”

“Üretiminin gidişatında değişiklik gerçekleştirilmedikçe, biyokimyasal kirlenme neticesinde doğal çevrenin bir süre sonra ortadan kalkacağına dair inanç, günümüzde genel olarak kabul görmektedir. Toplumsal ve bireysel yaşamın, HEW kirlenmesi ve refahın yol açtığı zorunlu ve rekabete dayalı tüketimin kaçınılmaz yan ürünlerince aynı oranda tehdit edildiği de itiraf edilmelidir. [s. 22]”

“Okul, modern proleteryanın dünya dini haline gelmiş ve teknolojik çağın fakir insanları için faydasız kurtuluş vaatlerinde bulunmaktadır. Ulus-devlet bütün halkı, geçmişin toplum üyeliğine [s. 23] kabul edilme ritüellerine ve hiyerarşik terfilere benzemeyen ve bir dizi diplomayla belgelenen gruplara ayırarak, bu sistemi benimsemiştir. [s. 24]”

“Pek çok öğrenme, kendiliğinden olmaktadır ve pek çok planlı öğrenme bile programlanmış eğitimin sonucu değildir. Ebeveynler, öğrenmeleri yolunda daha çok özen göstermelerine rağmen, normal çocuklar ana dillerini kendiliklerinden öğrenmektedirler. İkinci bir dili öğrenen çoğu insan alışılmadık şartlar altında ve belli bir diziye dayanmayan öğretim sonunda bunu başarmaktadır; ya büyükanne ve büyükbabalarıyla yaşarlar ya seyahat ederler ya da bir yabancının refakatinde büyürler. Okumadaki akıcılık da aşırı müfredat çalışmalarının bir sonucu değildir. Okuma ediminden zevk alan pek çok insan bu huyu okulda edindiklerine inanmaktadır. Doğruluğu araştırıldığındaysa bunun bir yanılsama olduğu ortaya çıkmaktadır. [s. 26]”

“Güzel sanatlar ve el becerisi gerektiren işlerle uğraşan pek çok öğretmen, herhangi bir zanaat erbabına göre daha az yetenekli, daha az yaratıcı ve daha az iletişim kurabilmektedir. Yüksekokullarda görev yapan pek çok İspanyolca ve Fransızca öğretmeni öğrettikleri dili, yarım dönemlik sıkı bir tekrara dayalı öğretimden geçmiş öğrencilerin konuşabildiği doğrulukta konuşamamaktadır. [s. 29]”

“Nasıl ki yetenek öğretiminin, müfredat sınırlamalarından bağımsız olması gerekiyorsa, özgür eğitim de devam mecburiyetinden bağımsız olmalıdır. [s. 31]”

“Yaratıcı ve araştırıcı öğrenmeyi gerçekleştirmek için aynı terimler ya da problemlerle kafası karışmış partnerlere ihtiyaç vardır. […] Okula radikal bir alternatif olarak, aynı sorunla motive edilmiş diğerleriyle kendi sorununu paylaşmak için her bireye eşit şans verecek bir ağ ya da servis oluşturmalıdır. [s. 33]”

“Entelektüel bir eşleştirmenin, bu uygulamanın New York’da nasıl başarılabileceği yolundaki görüşünü vererek ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım. Verimli bir zaman ve ücretle her birey, tartışabileceği bir partner bulmak amacıyla kendi adresini, telefon numarasını, tartışmak istediği kitabı, makaleyi ya da filmi bilgisayar ortamına aktarır. Aynı girişimde bulunmuş diğer bireylerin listesini mektupla birkaç gün içerisinde elde edebilir. Önce aynı konu hakkında diyalog kurmak isteyenlerce bilinebilecek kişilerle bir toplantı tertip etmek amacıyla bu liste kendisine bilgisayar ortamında iletilir. [s. 33]”

“Çağdaş toplum, bilinçli tasarımların bir sonucudur ve eğitim fırsatları onlara uygun olarak tasarlanmak zorundadır. Okul vasıtasıyla belli bir amaca uygun olarak geliştirilmiş, tüm günü kapsayan eğitime olan güvenimiz günümüzde azalmaktadır. Öğrenmek ve öğretmek için daha farklı yollar bulmak zorundayız. Bütün kurumların eğitim niteliği tekrar artmak zorundadır. [s. 37]”

“Hıristiyan imanının laikleşmesi, kilisedeki kökleşmiş Hıristiyanların bir bölümünün kendilerini buna adamasına bağlıdır. Tuhaf fakat benzer bir şekilde eğitimin okulsuzlaştırılması, okullarda yetişen kişilerin liderliğine bağlıdır. Bu kişiler için müfredatlar bir savunma kanıtı olarak hizmet edemez. Her birimiz bu sorumluluğu kabul edip diğerlerine uyarıda bulunabiliriz. Hepimiz kendimize, yani her okullu insana yapılanlardan sorumluyuz. [s. 39]”

“[O]kulu zorunlu bir müfredatı takip eden, tam gün devamı gerektiren sınırlı yaş ve öğretmenle ilişkili olarak tanımlayacağım. [s. 42]”

“Çocuklar Rönesans’ta Hristiyan tefecilerle ortaya çıktı. Yaşadığımız yüzyıldan önce ne fakirler ne de zenginler çocuk giysisinden, çocuk oyunlarından ya da çocukların yasalardan muaf olduğundan haberdardı. Çocukluk burjuvaya aitti. İşçilerin, köylülerin ve soyluların çocukları babalarının giyindiği [s. 42] şekilde giyinir, babalarının oynadığı şekilde oynar, babalarının asıldığı gibi boyunlarından asılırlardı. Burjuvazi tarafından çocukluğun keşfiyle beraber her şey değişti. Sadece bazı kiliseler gençlerin onur ve olgunluğuna saygı duymaya bir süre devam etti. İkinci Vatikan Konsülü’ne kadar her çocuğa, bir Hristiyanın yedi yaşında ahlak özgürlüğüne eriştiği ve yedi yaşından sonra cezalandırılacağı ya da öldükten sonra sonsuza dek cehennemde cezalandırılabileceği açıklanarak, günah işlemeye muktedir olduğu öğretilirdi. [s. 43]”

“Kurumsal bilgi bize çocukların okula ihtiyaç duyduğunu, çocukların öğrenme işini okulda başarabileceklerini söylüyor. Fakat bu kurumsal bilginin kendisi, okul denen kurumun bir ürünüdür. [s. 44] Çünkü sağduyu çocuklara sadece okullarda öğretim verebileceğini söylüyor. İnsanoğlunu çocukluk kategorisine ayırmakla onları bir okul öğretmeninin otoritesine ebediyen boyun eğmeye mecbur etmiş oluyoruz. [s. 45]”

“Hepimiz sahip olduğumuz bilginin çoğunu okul dışından elde etmişizdir. Öğrenciler öğrendiklerinin çoğunu öğretmenin yardımı olmadan, hatta öğretmenlere rağmen öğrenirler. En trajik olansa, pek çok insanın, asla okula devam etmemesine rağmen derslerin okullarda öğretilmesidir. [s. 45]”

“Öğretmenler okulda tatbik edilen konuların kolayca öğrenilmesini genellikle engellemektedirler. [s. 46]”

“Öğrenciler öğrendiklerinin çoğu için asla öğretmenlerine inanmamaktadırlar. Parlak zekâlılar da ahmaklar da sopa zoruyla ya da kariyer elde etme hırsıyla dersleri ezberleyerek sınavları geçmek için uğraşıp dururlar. [s. 46]”

“Okul, öğrencilerin öğrendikleri şeyler için hiç önem arz etmemekle beraber öğretmenler için bir iş oluşturmaktadır. Çocukların ne öğrendiği kimin umurunda? [s. 46]”

“Okul, doğası gereği katılımcıların zaman ve enerjileri üzerinde bir hak iddia etmektedir. Bu durum, öğretmeni sırasıyla vaiz, rehber, bekçi ve terapist rollerine sokar. [s. 47]”

“Yaptığımız şey, okullaşmanın seremoni ve ritüelinin böylesi bir gizli müfredat oluşturduğuna dikkat çekmektir. En iyi öğretmenler bile öğrencilerini bundan tamamıyla koruyamazlar. Okullaşmanın bu gizli müfredatı, kaçınılmaz olarak toplumun bizzat kendi üyelerinden bazılarına uyguladığı ayrımcılığa ve çoğunluğu hakir görecek yeni bir hakla diğerlerinin imtiyazını pekiştirmesine, ön yargıyı ve suçu ilave etmektedir. Bu gizli müfredat, kaçınılmaz olarak zengin ve fakir için aynı derecede büyüme eğilimi gösteren tüketim toplumu üyeliğine kabul edilme töreni olarak hizmet etmektedir. [s. 50]”

“Sertifikalandırılmış üniversite mezunları ancak ve ancak fiyat etiketlerini üstlerinde taşıyan insanların yer aldığı bir dünyaya uygun düşmektedir. [s. 52]”

“Tarihte hiçbir toplum, ritüel ya da mit olmaksızın hayatını devam ettirememiştir. [s. 55]”

“Okullarda ne öğretildiği söz konusu olmaksızın, zorunlu kamu okullarının kaçınılmaz bir şekilde böylesine yoz bir toplum oluşturacağını anlamadıkça tüketim toplumu olmaktan öteye geçemeyiz. [s. 55]”

“Zorunlu eğitime muhatap olmadan büyüyen bir nesil, üniversiteleri tekrar yapılandırmaya muktedir olacaktır. [s. 56]”

“Okul sonsuz tüketim miti’nin de başlatıcısıdır. [s. 56]”

“Gerçekte öğrenme edimi, başkalarının yönetimine en az ihtiyaç duyulan bir insan etkinliğidir. Çoğu öğrenme edimi bir öğretimin sonucu değildir. Daha ziyade anlamlı bir oturumda engellenmeden gerçekleştirilen katılımın bir sonucudur. Pek çok insan en iyi “onunla -öğreneceği şeyle birlikte- olmak” suretiyle öğrenme işini gerçekleştirmektedir. Bununla beraber okul, insanların kendi bireysel kavrama gelişimlerini ayrıntılı planlama ve amacına göre kullanmayla ilişkilendirmektedir. [s. 56]”

“[B]ireysel gelişme ölçülebilir bir meta değildir. [s. 57]”

“Okullaştırılmış bir dünyada, mutluluğa giden yol “bilinçli” tüketiciler için hazırlanmış indekslerden geçer. [s. 58]”

“[B]üyüme açık uçlu bir tüketim olarak tasarlandığı için bu sonsuz süreç asla bir olgunluğa ulaşamaz. Sınırsız nicelik artışına duyulan sadakat, organik gelişme imkânını yok eder. [s. 60]”

“Sonsuz Tüketim Miti, insanın ebedi yaşam inancının yerini almaktadır. [s. 61]”

“Okul, sadece Yeni Dünya’nın dini değil, aynı zamanda dünyanın en hızlı gelişen iş sektörüdür. [s. 64]”

“Geleneksel anlamda yabancılaşma, insanı yaratmak ve tekrar yaratılma fırsatından alıkoyan, işin ücretli iş haline gelişinin doğrudan bir sonucuydu. Şimdi genç insanlar okulda, piyasada yer alacak bir meta olarak tasarlanan kendi bilgilerinin hem üreticisi hem de tüketicisi olmaya yeltenirken, okul tarafından yabancılaşma öncesi bir hazırlığa maruz kalmaktadırlar. Okul, yaşama hazırlığı yabancılaştırmakta, böylece öğrenciler gerçek eğitimden ve yaratıcı- [s. 64] lıktan yoksun bırakılmaktadır. Okul, öğretilmeye ihtiyaç duymayı öğreterek, yaşamın yabancılaştırıcı kuramlarına hazırlık yapmaktadır. Bu ders bir kez öğrenildiğinde, insanlar bağımsızlaşmaya doğru olan gelişim dürtüsünü yitirmektedir. Bu insanlar artık benzer konulara karşı ilgi duymazlar ve kurumsal tanımlamayla önceden saptanmadığında, yaşamın sunduğu sürprizlere kendilerini kapatırlar. Okul, dolaylı ya da dolaysız olarak nüfusun büyük bir bölümünü çalıştırmaktadır. Okul, insanları ya yaşama bağlamakta ya da bazı kurumlarda çalışmalarının uygun olacağına onları inandırmaktadır.

Yeni Dünya kilisesi olan okul, hem uyuşturucunun teminine hem de insanın, yaşam süresince işine hizmet eden bir bilgi endüstrisidir. Bununla beraber okulsuzlaştırma, insanoğlunun özgürleşmesine yol açacak bir hareketin temellerini teşkil etmektedir. [s. 65]”

“Elbette ki okul, amacı insanoğlunun dünya görüşünü şekillendirmek olan tek modern kurum değildir. Aile yaşamının, askerliğin, hastalıkla mücadelenin ve medyanın gizli müfredatı insanın dünyasını -düşüncesini, dilini ve taleplerini- kurumsal olarak yönetmede etkin bir role sahiptir. Okul, eleştirel yargı oluşturmanın birincil işlevine sahip olduğuna inanıldığından dolayı, insanları daha derinden ve daha sistematik bir şekilde köleleştirmektedir. [s. 65]”

“Hiç kimse okullaştırmadan kendisini özgürleştiremediği için mazur görülemez. İnsanlar -en azından bazıları- kurulu kiliseden kendilerini özgürleştirmedikleri sürece bu krallıktan kendilerini kurtaramayacaklardır. İnsanlar, zorunlu eğitimden özgürleşinceye kadar gelişimci tüketimden de kendilerini kurtaramayacaktır. [s. 66]”

“Ekonomiye hâkim olan çok uluslu şirketler, günümüzde tamamlanma sürecini yaşamaktadırlar ve belki de bir gün uluslar üstü olarak planlanmış hizmet birimleriyle yer değiştireceklerdir. [s. 66]”

“Okula karşı isyanın taşıyacağı riskler önceden tahmin edilemez. Fakat bu riskler herhangi bir kurumda başlayacak devrimin riskleri kadar korkunç değildir. Okul bir ulus-devlet ya da büyük bir şirket kadar kendi güvenliğini koruyacak bir organizasyona sahip değildir. Okulların buyruğundan kurtuluş kansız olabilir. [s. 67]”

“Önümüzdeki seçenekler son derece açıktır. Ya sınırsız yatırımı haklı çıkaran bir üretim olan kurumsallaştırılmış öğrenime inanmaya devam edeceğiz ya da sadece kişisel çabayla görülebilecek öğrenme fırsatlarını engelleyen bariyerleri yıkmak amacıyla kullanılması gereken bir yasayı planlamayı ve yatırımı yeniden keşfedeceğiz. [s. 68]”

“Kendimizi şu anda yürürlükte olan pedagojik kibirden kurtarmayı başaramadıkça bu zorunlu öğretimin yıkıcı ve gelişimci doğası hepimizi mahvedecektir. [s. 68]”

“Okullar, öğrenmenin müfredata dayalı öğretme ediminin sonucu olduğu yolundaki sahte hipoteze dayanmaktadır. [s. 79]”

“Yoğun şehirleşmenin baskısı altında çocuklar, okul tarafından biçim verilecek ve endüstri makinesince işlenecek doğal kaynaklar haline gelmiştir. [s. 86]”

“Şu anki eğitim kuramlarımız öğretmenlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. İhtiyaç duyduğumuz yapılar, her insanın öğrenmek ve diğerlerinin öğrenmesine yardımcı olmak suretiyle kendisini tanımlamasını mümkün kılacak olanlardır. [s. 91]”

“Öğrenme edimini gerçekleştirmek için, öğrencileri istek ve zaman bulmaya teşvik edebilir ya da rüşvet vermek üzere öğretmenler çalıştırmak yerine, kişinin kendi kendine motive olduğu öğrenmeyi tercih edebiliriz. [s. 94]”

“İhtiyaç duyulan şey halka açık, eğitim ve öğrenim için eşit fırsat sağlamak üzere tasarlanmış yeni “network”lardır. [s. 98]”

“Çocuklar “plâstik” bir çağda dünyaya gelmektedirler ve uzmanlar onların anlayışını kısıtlayan iki engelin iç yüzünü görmelidirler. Bunlardan biri nesneler, diğeri de kurumlar etrafına inşa edilmiştir. Endüstriyel tasarım nesnelerin doğalarına aykırı bir dünya yaratmaktadır ve okullar da öğrencilerin nesnelerin anlamlı yapılarının yer aldığı dünyaya ulaşmalarını engellemektedir. [s. 101]”

“Özel bir zorluğa maruz kalmamış, çok iyi motive olmuş bir öğrenci, öğrenmek istediği şeyleri nasıl yapması gerektiğini gösterebilecek kişiden elde edeceğinden fazla bir yardıma ihtiyaç duymaz. Yeteneklerini sergilemeden önce pedagog olarak sertifika edinmeleri gereken yetenekli insanlarca yapılan talep, yaşamlarının belli dönemlerinde, muhtemelen özel koşullar altında ya insanların öğrenmek istemedikleri şeyleri öğrenen ya da bütün insanların -özel bir engele sahip olanların bile- belirli şeyleri öğreneceği ısrarının bir sonucudur. [s. 110]”

“Yaban için dünya kader, gerçek ve gereklilik tarafından idare edilirdi. Prometheus tanrılardan ateşi çalarak gerçekleri problemlere dönüştürdü ve kadere meydan okudu. Klasik dönem insanı, insanoğlunun perspektifi için medenileştirilmiş bir bağlam oluşturdu. Kadere, doğaya ve çevreye meydan okuyabileceğinin farkındaydı. Fakat sadece kendini riske atmış olurdu. Çağdaş insan daha da ileri gitmektedir. Kendi hayaline göre dünyayı yaratmaya ve tamamıyla insan yapımı bir çevre oluşturmaya teşebbüs etmektedir. Bu yeni duruma uyum sağlamak için kendisini sürekli yenileme koşuluyla bunu gerçekleştirebileceğini keşfetti. Şu anda insanoğlu kendisinin tehlikede olduğu gerçeğiyle yüz yüzedir. [s. 131]”

“Planlanmamış olan hiçbir şey arzu edilebilir olmadığından şehir çocuğu her isteğimiz için bir kurum tasarımlayabileceğimiz sonucuna varmaktadır. Kendisine yapılan bağışın (öğrenim bağışı) değer yaratacak sürecin gücü olduğunu zannetmektedir. […] Talep edilmeyen hiçbir şeyin üretilemeyeceğini bilen kişi, bir süre sonra üretilmemiş bir şeyin talep edilmeyeceğini düşünmeye başlar. [s. 132]”

“İnsanoğlu herhangi bir şeyi talep etmek için düş kırıklığı yaratan bir güç geliştirmiştir. Çünkü insanoğlu kendisi için kurumların yapamayacağı hiçbir şey tasavvur edemiyor. Etrafı güç içeren araç-gereçlerle donatılmış olan insanoğlu, kendi araç-gereçlerinden biri durumuna düşürülmüştür. Eski çağ kötülüklerinden bir tanesini ortadan kaldırmak anlamına gelen her bir kurum, insanoğlu için kendini mühürleyen bir tabut haline gelmiştir. İnsanoğlu, Pandora’nın kutudan çıkmasına izin verdiği kötülükleri kapatmak amacıyla yaptığı kutularda hapsolmuş durumdadır. Bizim araç-gereçlerimizce üretilmiş olan sistem, gerçeğin önüne set çekmiş, bizi de içine almış durumdadır. Kendimizi birdenbire kurduğumuz tuzağın içinde bulduk. [s. 133]”

“Modern kurumların absürtlüğü, askerî olaylarda açık-seçik görülmektedir. Modern silahlar özgürlüğü, medeniyeti ve yaşamı ortadan kaldırmak suretiyle savunabilir. Askeri dilde güvenlik, yeryüzünde yaşama son verebilme anlamına gelmektedir. [s. 134]”

“İnsanoğlu bilim adamlarının, mühendislerin ve planlamacıların oyuncağı haline gelmiştir. [s. 135]”

“Doğa her yerde zehirlenmekte, toplum insansızlaştırılmakta, özel yaşam istilaya uğramakta ve bireysel uğraşların artmasının önüne geçilmektedir. [s. 137]”

“Ürüne ihtiyaç duymanıza yol açan eğitim, ürünün fiyatına dâhil edilmektedir. Okul, yaşadığınız topluma ihtiyacınız olduğuna sizi inandırmaya çalışan bir reklam ajansıdır. [s. 138]”

10 Nisan 2021 Cumartesi

KARMAŞIK DUYGULAR (STEFAN ZWEIG)

(Zweig, Stefan, Karmaşık Duygular, Almanca aslından çeviren: İlknur İgan, İş Bankası Kültür Yayınları, 13. basım, Kasım 2019, İstanbul, s. 256.)

Karmaşık Duygular'da uzunlu kısalı yedi hikâye var: Ormanın Üzerindeki Yıldız (1-11), Erika Ewald'in Aşkı (13-60), Unutulmuş Düşler (61-67), Alacakaranlık Hikâyesi (69-102), Zıt İkizler (103-129), Bir Yüreğin Çöküşü (131-165) ve Karmaşık Duygular (167-256).

Ormanın Üzerindeki Yıldız, imkânsız bir aşkın intiharla sonuçlanan kısa bir öyküsüdür.

Erika Ewald'in Aşkı da aşkın cinsellikle ilişkisine dair önemli şeyler söyleyen başka bir aşk öyküsü. Şu cümleler altını çizdiğim satırlardan:

"Bir süre aralarında bir sessizlik hüküm sürdü; bunun nedeni beceriksizlik değil, aksine incelikli bir [s. 17] eğitim almış olan insanların bayağı bir sohbetin başlamasından duydukları o belirsiz korkuydu. [s. 18]"

"Büyük bir insan değilim ben... ben, kendi kendine yetmenin güveniyle hayata üstün gelenlerden değilim. Öyle olmayı isterdim, ama değilim. Ben yaşama yapışan biriyim, sevdiği şeylere istek duyan biriyim alt tarafı. Bütün erkekler nasılsa ben de öyleyim, bir kadını sevdiğimde onu sadece onurlandırmıyorum... arzuluyorum da... Ve... seni başkalarıyla aldatmak istemiyorum. Beni küçük görmeni istemiyorum. Bunu göze alamayacak kadar sevgi duyuyorum sana... [s. 32]"

"Erika sonraki günleri bekleyiş ve korku içinde geçirdi. Gizliden gizliye bir mektup, onun elinden bir haber bekliyordu; kendisi de sert, acımasız suçlamalar, öfkeli sözcüklerle dolu bir mektup yazma özlemi duyuyordu. Çünkü bir son istiyordu, geçmişin üzerine örtülecek ve onun gelecekteki günlerine gizlice karışmasını engelleyecek bir bitiş istiyordu. [s. 39]"

"[...] pes etmek istemeyen ve sıradan mutluluğa yüz çeviren mutsuz Madam Bovary'yi tekrar eline aldı. [s. 41]"

"Her şey olması gerektiği gibi olmuştu; çünkü bazı insanlar dünyaya aşk için gelmezler, kavuşmanın acı verici mutluluklarını taşıyamayacak kadar zayıf oldukları için onlarda sadece beklentinin kutsal ürpertisi vardır. [s. 58]"

"Hayatın [s. 58] ağır şiddeti onu etkileyemezdi artık; uğrunda mücadele ettiği büyük ve kutsal huzura, yoğun ve ıslah edici bir acıdan geçmeden varılamayacağını, acının yoluna girmeyen için mutluluk olmayacağını söyleyen derin hakikatin bilincine varmıştı. [s. 59]" 

Unutulmuş Düşler'e diğer bir aşk öyküsü, diyebiliriz; bir gençlik aşkının yıllar sonra karşılaşan özneleri tarafından hatırlanışı... Şu cümleler de bu öyküden:

"Tam olarak itiraf edilmeden yaşanmış bir gençlik aşkının tatlı, hafif havası, insanın aslında bir daha görmeyi, bir daha yaşamayı arzulamasına rağmen uyanırken küçümseyerek dudak büktüğü bir düş gibi, bütün o sarhoş edici tatlılığıyla içerinde uyanmıştı. Sa- [s. 63] dece arzulayan ama talep etmeye cesaret edemeyen, sadece vaat eden ama vermeyen bir yarım kalmışlığın güzel düşü. [s. 64]"

Alacakaranlık Hikâyesi'nde de konumuz aşk. Öyküde yaşananların inandırıcılığı görece zayıf, fakat anlatıcının okurla sohbet eder tarzdaki anlatımı çok hoş. Şu alıntı da bu öyküden:

"Bir kadını sevmekten uzak yaşayan o erkeklerden biri haline geliyor, çünkü hayatının tek bir anında, her iki duyguyu da, sevmeyi de sevilmeyi de öylesine eksiksiz birleştirmiş olan genç adamı, daha toy bir oğlanken titreyen, ürkek ellerine kendiliğinden gelmiş olanı tekrar aramaya zorlayan bir özlem yok artık. [s. 101]"

"Üstünkörü tanıdığım insanlara tuhaf hikâyeler yakıştırdığım, bütün kaderlerini kurduğum ve sonra rahatlıkla onları tekrar kendi dünyalarına, kendi hayatlarına terk ettiğim için mi gülümsüyorsun acaba? Yoksa aşka teğet geçen ve bir anda bu tatlı rüya bahçesini sonsuza kadar yitiren bu delikanlı için kederleniyor musun? Bak, ben bu hikâye hüzün ve kasvet dolu olsun istememiştim, ben sadece aşka hazırlıksız yakalanan bir delikanlıdan söz etmek, onun bir kıza, bir başka kızın da ona âşık oluşunun hikâyesini anlatmak istemiştim. Fakat akşam karanlığında anlatılan hikâyelerin hepsi yollarını şaşırıp hüznün sessiz patikasına girerler. Alacakaranlık bütün tülleriyle üstlerine iner, akşamın içinde barınan tüm keder, yıldızsız bir gök gibi üstlerine kapanır, karanlık damla damla kanlarına karışır; işte o zaman içlerindeki bütün o aydınlık ve rengârenk sözcükler, sanki insanın kendi hayatından çıkıyormuşçasına yoğun ve ağır bir tını kazanır. [s. 102]"

Zıt İkizler, uçlarda yaşayan ikiz kızların öyküsü. Yazar başlığın altına “Mizahi bir masal” diye belirtmiş. Şu satırlar da Zıt İkizler’den:  

"Zira yaratıcı, erkeklerin duyularını bir şekilde ters programlamıştır, öyle ki kadınlardan her zaman onların verebileceklerinin tersini beklerler, biri kolayca bedenini sunuyorsa bunu teşekkürle karşılamak yerine, sadece masumiyeti bağlılıkla sevebilecekmiş gibi davranırlar. Fakat bir kadın masumiyetini savunduğu zaman da koruduğu şeyi elinden almak için çıldırırlar. Böylece erkeğin hiçbir talebi, içindeki ikililiği doyuramaz, dolduramaz; bu sonsuz karşıtlık oyunu, tenle ruh arasında gidip gelir[.] [s. 114]"

"Güçsüz bir kadın […], erkeklerin hileleri ve baştan çıkarışları karşısında asla direnemezdi ve yaşamı boyunca bir kadının, kendisi istemese bile karşıdan ısrar geldiğinde erkeğin aşkına karşı direnebildiği tek bir örnek bile görmemişti. [s. 117]"

"[…] zaten güzellik kadınlardan uçar uçmaz bilgelik güle oynaya gelir yerleşir. [s. 127]"

Bir Yüreğin Çöküşü, en sevdiğim öykülerden biri oldu. Sabahattin Ali’nin Raif Efendi’sini, Dostoyevski’nin ezik karakterlerini hatırlattı bana. Ayrıca, yazarın pasifist* düşüncelerinin aile kurumundaki bir yansıması gibi geldi. Öyküden ayrı ve gereksiz bir açıklama gibi görünen ve öykünün ilk paragrafı da olan şu paragrafı çok beğendim:

"Bir yüreği derinden sarsmak için, kader her zaman sıkı bir hazırlığa ve şiddetli bir darbe indirmeye gereksinim duymaz; onun dizginsiz biçim verme arzusunu asıl kışkırtan, sudan bir sebeple yıkım yaratmaktır. Biz insanlar, bu ilk hafif dokunuşa kendi kısıtlı lisanımızla sebep deriz ve önemsiz bir sebebi çoğu kez şaşkınlık içinde, yol açtığı muazzam sonuçlarla karşılaştırırız; fakat bir hastalığın teşhisin konmasından çok önce başlaması gibi, bir insanın kaderi de aynı şekilde, olaylar belirginleşip görülür hale gelmeden önce işlemeye başlar. Kader her zaman, bir insanın bedenine dıştan dokunmadan çok önce zihninde de, bedeninde de, içten içe yönetimi ele almış olur. Kendinde olup biteni fark etmek demek, artık kendini savunmaya geçmek demektir ve çoğunlukla boşa giden bir çabadır bu. [s. 131]"

Karmaşık Duygular, yazardan okuduğum onlarca öykü veya novelladan bir yönüyle ayrılıyor. Yazar bu novellasında da aşkı konu ediniyor gerçi, fakat bu aşk bildiğimiz türden bir aşk değil; burada tarafların ikisi de erkek. Şu uzun alıntılar da bu öyküden olsun:

"Yaşadığımız anların haddi, hesabı yoktur, ama yine de bütün iç dünyamızı altüst eden, her zaman tek bir saniye, tek bir an olur ya, işte o an (Stendhal bunu betimlemiştir), daha önce bütün özsuları içine çekmiş olan çiçeğin şimşek çakar gibi kristalleştiği andır – bu an, yaratılış anına benzeyen ve aynı onun gibi, insanın kendi hayatının sıcak rahminde sakladığı, görünmez, dokunulmaz, sezilmez, sadece yaşanabilen bir sırdır. Bu sır, insan zihninin hiçbir bilgisiyle hesaplanamaz, sezginin hiçbir büyüsü onu çözemez, ancak çok ender olarak duyguyla yakalanabilir. [s. 168]"

"Bazı ani sarsıntılar ve iç kabarmalar vardır ki, tekrar anlatıldıklarında kulağa duygusal gelirler, bunlar ancak iki kişi arasında beklenmedik bir duygu patlamasıyla yaşandığında ve sadece bir kereliğine sahici olabilirler. [s. 176]"

"Her olgu, her insan daima en yanıp tutuştuğu anda tanınır. [s. 181]"

"[…] bugüne kadar bağlı kaldığım yeni bir tutku keşfetmiştim: Tüm dünyevi hazları sözcüklerin ruhunda hissetme isteği. [s. 186]"

"İlk kez bir evliliğin dışa karşı ne sırlar saklayabileceğini sezinledim. [s. 200]"

"[…] genç bir insan için belirsiz varsayımların sinir bozucu oyunundan daha rahatsız edici, daha uyarıcı bir şey olamaz, başka zamanlarda orada [s. 201] burada avare dolaşan hayal gücü, peşine düşülecek bir av gördüğünde yeni keşfettiği bir iz sürme hazzıyla yanıp tutuşmaya başlar. [s. 202]"

"Kendisi zaten bir güzellik olan gençliğin güzelleştirmeye ihtiyacı yoktur: İçindeki gücün aşırı canlılığı onu trajik olana sürükler ve [s. 202] hüznün henüz deneyimsiz olan kanına ağır ağır karışmasına isteyerek izin verir. İşte, gençliğin her türlü tehlikeye hazır olmasının ve ruhun tüm acılarına kardeşçe elini uzatmasının nedeni de budur. [s. 203]"

"[…] ateşli bir tut- [s. 205] kunun karşısında aklın hükmü yoktur[.] [s. 206]"

"[…] her şeyi duyguların müzikalitesiyle şekillendiriyor, düşüncelerini harekete geçirebilmek için her zaman bir başlangıç sesine gereksinim duyuyordu. Bu çoğunlukla, söyleminin akışı içinde duyduğu heyecanla elinde olmadan geliştirip dramatik bir sahneye dönüştürdüğü bir imge veya cesurca bir benzetme oluyordu. O zaman bu doğaçlamalarının şimşekli ışığından her yaratıcılığın içinde bulunan o muhteşem doğallık fışkırıyordu[.] [s. 208]

"Eğer böyle yüceltici bir tutku, en saf haliyle bile, bir kadına yönelikse, bilincine varılmasa da bedensel bir bütünleşmeyi arzular, doğa bedeni yaratırken en yüce birleşmenin esasını hazırlamıştır. [s. 214]"

"Sevinçten titriyordum, çünkü hiçbir şey ruhumuzu, yakıcı bir isteğin birdenbire yerine gelmesi kadar altüst edemez. [s. 221]"

"Zahmetle doğrulup bana bütün yaptıklarını –beni nasıl uzaklaştırdığını, sonra peşime düştüğünü ve tekrar kendine çektiğini, bana karşı nedensiz, sebepsiz sert davrandığını– şikâyetle, bağıra çağıra, zaman zaman tıkanan bir sel gibi yeniden boşaltmam da istemim dışı gerçekleşti. Bana eziyet etmesine rağmen ona sevgiyle bağlı olduğumu, ondan sevgiyle nefret ettiğimi ve nefretle sevdiğimi söyledim. [s. 230]"

---

* "Pasifizm, uyuşmazlıkların çözümü ya da çıkar sağlama aracı olarak savaşa ve şiddete karşı olmak demektir. Pasifizm, uluslararası uyuşmazlıklara barışçıl yollarla çözüm bulunabileceği ve bulunması gerektiği inancından; askeri ve savaş kurumlarının ortadan kaldırılmasına yönelik çağrılara; toplumun herhangi bir şekilde devlet gücü aracılığıyla örgütlenmesine karşı olmaya (anarşist ya da liberteryen pasifizm); politik, ekonomik ya da toplumsal amaçlara ulaşmak için fiziksel şiddet kullanılmasının reddedilmesine; barış davasını savunmak için mutlaka gerekli durumlar dışında güç kullanılmasının mahkûm edilmesine (pasifisizm); kendini ve başkalarını savunmak dahil, her türlü koşul altında şiddete karşı olmaya dek uzanan, geniş bir düşünce yelpazesini kapsar." (https://tr.wikipedia.org/wiki/Pasifizm Erişim: 10.04.2021)

6 Nisan 2021 Salı

CLARISSA (STEFAN ZWEIG)

(Zweig, Stefan, Clarissa, Almanca aslından çeviren: Gülperi Sert, İş Bankası Kültür Yayınları, 14. basım, Ocak 2020, İstanbul, s. 177.)

Clarissa, "Knut Beck'in Stefan Zweig'ın Terekesinden Hazırladığı Bir Roman Taslağı"ymış. Zweig bu esere hayatının son dönemlerinde başlamış. Taslak 1981'de gün ışığına çıkarılmış ve yayıncısı tarafından tamamlanmış. Eserde genç bir kadının (Clarissa) gözünden özellikle I. Dünya Savaşı yılları anlatılır. Avusturyalı bir subayın kızı olan Clarissa manastır okuluna gitmiş, sonrasında ünlü bir sinir hastalıkları uzmanının yanında çalışmaya başlamıştır. Bu sırada, Luzern'deki bir kongrede barışsever Fransız öğretmen Léonard'la tanışır. İkili birbirlerine âşık olur, fakat savaş patlak verince ayrılmak zorunda kalır. Üstelik Clarissa hamiledir ve bebeği doğurup doğurmamak gibi önemli bir seçimle karşı karşıyadır. Seçimini yanında çalıştığı uzmanın da telkiniyle doğurmaktan yana kullanır ve bir oğlu olur. Fakat öncesinde, utancını özellikle babasından saklamak için askerî hemşirelik yaparken tanıdığı zayıf karakterli bir askerle evlenir. Léonard'la iletişim kurmayı dener, ona mektup yazar fakat ulaşamaz. (Aslında Léonard da ona mektup yazmıştır; bu mektuplar babasının evine gidecek, Clarissa'nın eline daha sonra geçecektir.) Sonrasında, baştaki karar(lılığın)a rağmen Clarissa kocasıyla birlikte olur ve Léonard'a ihanet ettiğini düşünür. "Artık çok geçti, bu yalanı yaşamaya devam etmesi gerekiyordu, çocuğu bir başkasının oğlu olduğuna inanmalıydı. [s. 176]" "Sahip olduğu tek şey yalnızca çocuğuydu. [s. 177]"

Taslak ne yazık ki okura açık bir son vermiyor, fakat yarım kalmışlığı da pek belli değil bence. Yayıncı kendisinden neler ekledi, çıkardığı kısımlar oldu mu, bilmiyoruz; ama şu hâliyle epey düzene sokulmuş gibi görünüyor. 

Eserde Zweig'ın zorunlu askerlik ve savaş karşıtı görüşleri de göze çarpıyor. Yazar bu görüşlerini bilhassa Léonard ve Silberstein'in ağzından dile getirir; ayrıca Tolstoy, Goethe, Montaigne, Pascal, Balzac ve Stendhal gibi sevdiği yazar ve düşünürlerden de övgüyle söz eder, bazılarından alıntılar yapar. (Ben bu kısımları çok sevdim.)

Altını çizdiğim, çoğu eserdeki kahramanların ağzından dile getirilmiş bazı satırları sizin de okumanızı isterim:

"[...] içten gelen ses meslek seçimi konusunda her zaman en doğru kararı verdirirdi. [s. 37]"

"[...] hatta bilakis zayıf noktalarını bilmeyenlerin kendilerini bilenlerden daha iyi hissettiklerine inanıyorum! Zayıf noktalarını asla öğrenmemeleri daha iyidir. [s. 48]"

"Aslında alışkanlıklar insanı kendi içine çeker. Yeniyi keşfetmesinin bu kadar uzun sürmesine neredeyse üzülecekti. [s. 55]"

"İnsan özünde ne varsa onu veriyor ve nedenini sorgulamıyor; karşılık bekleyen de yeterince vermiyor. Ancak insan bir tek şeyini vermez; esas olanı: özgürlüğünü. [s. 66]" 

"Hırs erkeğe yakışır, kadında gülünç oluyor. Bir şey kurmaya çalışıyorsun, insanları, bir davayı bir araya getirmeye çalışıyorsun, onlar ise birbirlerini suçluyor - bu hep o devlet fikri takıntısından kaynaklanıyor; bu fikir her şeyi yıkıyor. Devlet, halk, ulus, görünmez olan, soyut olan, canlı olanın karşısında duruyor. [s. 68]"

"Artık insanları daha çok bana iyi gelip gelmediklerine bakarak değerlendiriyorum. Onlarla birlikte olduğumda kendimi daha iyi hissedip hissetmediğimi soruyorum kendime. [s. 78]"

"[...] insan bazen anlamını kavrayamayacağı özverilerde bulunur. [s. 81]"

"Her insanın bir sevgilisi vardır, Montaigne benim eğitmenim, benim yardımcımdır. O kendisinde kendimi bulduğum adamdır. Pascal daha derindi, Balzac daha dâhiyane - ancak kimse daha insancıl değildi, hiç kimse insan hakkında, sıradan insan hakkında daha fazla bilgiye sahip değildi. [s. 84]"

"İnsan kendisini aşmak zorundadır. Seni tanımadan önce neyim vardı: Yapayalnızdım. İki kişi olunca dünyanın üstesinden gelinebilir. [s. 88]"

"Trenin içindeyken bir ev görürsün, şehrin adını bilmezsin, kimseyi tanımazsın ve orada mutlu olabileceğini hissedersin... [s. 113]"

"Çiftçilerin topraklarına ne denli düşkün olduklarını bilemezsiniz, her ağaca bağlıdırlar; her çiçek onların gönüllerinde açar. [s. 114]"

"İnsan yaşlandığında ne kadar yalnızlaşıyor bilemezsiniz. [s. 116]"

3 Nisan 2021 Cumartesi

GÖMÜLÜ ŞAMDAN (STEFAN ZWEIG)

(Zweig, Stefan, Gömülü Şamdan, Almanca aslından çeviren: Regaip Minareci, İş Bankası Kültür Yayınları, 11. basım, Temmuz 2019, İstanbul, s. 110.)

Gömülü Şamdan, Zweig'ın kurguladığı menkıbelerden biri. (Bir diğeri için bkz.) Yazar, Süleyman'ın tapınağından çıkarılıp Roma'ya, oradan Kartaca'ya ve sonra İstanbul'a götürülen Yedi Kollu Şamdan'ı (Menora) anlatıyor bize. Tıpkı Yahudiler gibi onlar için son derece kutsal olan bu emanet de oradan oraya savrulmuş, son olarak Kudüs taraflarında bir yere gömülmüştür. Zweig, Menora üzerinden Yahudilerin sürgünlüğünü, istenmeyen ve horlanan bir topluluk oluşlarını sürekli vurguluyor; vatansızlıklarına, üzerinde özgürce yaşayabilecekleri bir toprağa sahip olmayışlarına içerliyor. 

Menora'nın, huzuru bir yere gömülmekte bulması insana huzur ve barışın ölümde olduğunu düşündürse de anlatıcı umudunu yitirmez, Yedi Kollu Şamdan'ın bir gün bulunup ait olduğu yere konulabileceğine dikkat çeker.

Eser Zweig'ın kendi cemaatine bir şükranı gibi geldi bana. Avrupalı son hümanist aydınlardan biri kabul edilen yazarın, Yahudilerin başına gelenleri anlatırken biraz ajitasyon yaptığını söylemek de mümkün.

Eseri birkaç kelimeyle özetleyecek olsaydım yüzüncü sayfadaki şu cümle yeterli olurdu sanırım: "Çünkü ancak inanmaktan vazgeçmeyerek dünyanın üstesinden gelebiliriz." Yaşama, insanlığa inancımızı yitirmemek dileğiyle dostlar...