17 Şubat 2022 Perşembe

SİNEKLİ BAKKAL (HALİDE EDİB ADIVAR)

(Adıvar, Halide Edib, Sinekli Bakkal, Can Yayınları, 35. Baskı, Aralık 2020, İstanbul, s. 477.)

* Nâzırından tulumbacısına çok farklı çevrelerden zengin bir kadrosu var.

* Doğu-Batı çatışması dile getirilir ve bir senteze (!) gidilir. (Rabia ile Peregrini -Müslüman olup Osman adını alır- evlenir. Sadece bu evlilik değil, bu kadar olmasa da, Tevfik-Emine evliliği de pek gerçekçi görünmüyor maalesef.)

* İslam’ın iki farklı görünümü iki kahraman üzerinden anlatılır, tasavvufî yorum daha cici gösterilir.

* Dili oldukça problemli, Türkçe cümle bilgisine aykırılıklar var.

* Yazım ve noktalamada birlik sağlanamamış gibi görünüyor.

* Eski kelimelerin karşılıkları kitabın sonundaki bir sözlükçede verilse daha iyi olurdu. Böyle yapılmaması tekrarlara yol açmış ve kitabın hacmini artırmış.

* Kitabın sonlarında Gözpatlatan Muzaffer’in yeni rejimin ateşli bir savunucusu olarak karşımıza çıkarılması yazarın bir ironisi olduğu kadar “acı gerçekçi” bakışını da ele veriyor bence.

Bu birkaç notla yetinelim şimdilik.

DEMOKRASİNİN TÜRKİYE SERÜVENİ (BERNARD LEWIS)

(Lewis, Bernard, Demokrasinin Türkiye Serüveni, Çevirenler: Hamdi Aydoğan, Esra Ermert, YKY, 7. Baskı, İstanbul, Eylül 2020, s. 67.)

Kitap, Lewis’in “Türk demokrasisinin büyümesi, sınanması ve başarısı” ile ilgili dört makalesinden oluşuyor. Kısa bir özet arayan özellikle üniversite öğrencisi arkadaşlara faydası olur düşüncesiyle gelin biraz söz edelim bu makalelerden:

TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ (s. 9-32)

Yazar bu makalede önce, onlarca yıl iktidarda kalmış, devletle özdeşlemiş bir partinin (CHP), 1950 seçimlerinde yenilgiyi neden kabul edip koltuğu muhalefete bıraktığı sorusunu sorar. Cevabında özellikle Sovyet tehdidine karşı Batı desteğine duyulan gereksinime değinir. Fakat bu açıklamanın, yüzeysel olduğuna ve meseleyi basite indirgemek anlamına gelebileceğine de işaret eder. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde Türklerin Batı’yla gittikçe artan ilişkilerinin, özellikle Kırım Savaşı’nın (Bu savaş telgraf ve günlük gazete gibi bazı yeniliklere sahip olması yönüyle sıradan bir savaş olmanın çok ötesine geçer.), yenileşme hareketlerinin ve 1905 Rus-Japon Savaşı’nın da etkili olduğunu belirtir.

Sonra ülkenin demokrasi serüvenindeki kesintilerden, 1960, 1971, 1980 ve 1997 müdahalelerinden bahseder. (Bu kısımlar konuyla ilgili güzel bir özet sayılabilir.) Lewis bu müdahaleleri şaşırtıcı bulmaz: “Önemli olan bu müdahalelerin gerçekleşmiş olması değildi -çünkü, ne de olsa, bu bölgedeki norm ve siyasi kültür buydu- bütün bu dört müdahaleden sonra, ordu çekildi ve demokratik sürecin yeniden başlamasına izin verdi ve hatta bu süreci kolaylaştırdı. [s. 28]” Yazar ordunun beklenenin aksine siyasetten neden çekildiğini ise şöyle cevaplar: “Ordunun politikaya girmesi demek, politikanın orduya girmesi demek, genelde bu da askeri hazırlık ve verimliliğe zarar verir. [s. 29]” Ayrıca Türkiye bir NATO üyesidir ve “Türk generaller daha ileri ve daha özgür toplumların güçleri karşısında kendi performanslarını hem politik yasal geçerlilik hem de askeri verimlilik açısından ölçebiliyor. Yapılan karşılaştırma olumlu katkıda bulunuyor ve generallere birincil görevlerinin askeri verimliliği ve ortaya çıkabilecek herhangi bir dış tehlikeyi bertaraf etmeyi sürdürmek olduğunu hatırlatıyordu. [s. 29]”

Lewis devam eden satırlarda Türk demokrasisinin göreceli başarısının başka sebeplerini de sıralar: “Çoğu ülkede, demokrasi yenidir ve ithal edilmiştir. Bazılarındaysa demokratik kuruluşlar ülkeyi terk eden emperyalistler tarafından miras bırakılmıştır; bazılarında galip gelen düşmanlar tarafından empoze edilmiştir. Türk [s. 29] demokrasisi ne miras alınmış ne de empoze edilmiştir; Türk demokrasisi Türklerin özgür seçimini temsil etmiştir. Büyük ölçüde yabancı modeller üzerine kurulduğu doğrudur, ancak modellerin seçimi -ya da yanlış seçimi- kendilerine aittir ve demokratik gelişmenin biçimi ve hızı dış güçlerden çok kendileri tarafından belirlenmiştir. Bu da bu kuruluşlara daha çok sağ kalma şansı tanımıştır. [s. 30]” Ayrıca, Türkiye’nin belirli bir düzeyde ekonomik, sosyal ve siyasi gelişim düzeyine ulaşmış bulunması; bazı köklü geleneklerinin halkın demokrasiye hazırlanmasında yardımcı olması; hiçbir zaman sömürge olmaması; Batı ile en uzun ve en yakın temasa sahip ülke olması gibi sebepler de etkili olmuştur.

Lewis, makalesine Türk demokrasisinin önemli sorunlar yaşamasına ve ağır engellerle karşılaşmasına rağmen bütün bunlardan sağ çıkmayı başardığını, bu nedenle benzer bazı ülkeler için bir model oluşturabileceğini dile getirerek son veriyor.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN OSMANLI KÖKENLERİ (s. 33-44)

Yazar, yeni rejimlerin eskiyi kötülemelerinin ve kendilerini öne çıkarmalarının yaygın bir durum olduğunu söyledikten Türk Devrimi’nin de bu evreden geçtiğini belirtir. Bu evrenin atlatılmasının Türk Devrimi’ni daha iyi kavramamıza yardımcı olacağını ifade eder. Devam eden sayfalarda yazarın kendisi de bu sürecin anlaşılmasına yardımcı olacak değerli bilgiler verir. Önce “devrim” sözcüğünden ne anlaşılması gerektiğine dair görüşlerini dile getirir ve şöyle bir tanım yapar:  “Metindeki bağlamda, devrim, bir süredir var olan derin ve yaygın değişimin sonucu olarak yeni siyasi düzenin ortaya çıktığı; değişimin kendisini daha öteye taşıyacak yeni bir sistemi çağırdığı noktadır. [s. 34]”

Yazar daha sonra 18. yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmış bazı yeni Türkçe siyasi kavramları ele alır. Bu kelimelerin (cumhuriyet, istiklal, hürriyet, millet, vatan, biat, meşveret vb.) Arapça olsalar da Türkler tarafından türetilmiş veya yeni anlamlar yüklenmiş olduğuna tarihsel metinlerden de alıntılar yaparak dikkat çekiyor. Bu sebeple kullanımlarının veya nasıl anlaşıldıklarının önem arz ettiğine vurgu yapıyor.

TARİHSEL PERSPEKTİF İÇİNDE TÜRKLERİN DEMOKRASİ DENEYİ (s. 45-52)

Yazar, bu makalede amacının “[demokrasinin] mütevazı - basit, uygulamada çalışır bir tanım[ını] sunmak, bir ön çalışma, bir taslak olarak modern Türkiye'nin anayasa tarihinin evrelerinin ele alınıp incelenmesine katkıda bulunmak. [s. 45]” olduğunu söylüyor. Yaptığı demokrasi tanımı şöyle: “Öncelikle, yönetimin yetkesini halktan alması ve dolayısıyla halka karşı sorumlu ve halk tarafından değiştirilebilir olmasıdır. İkinci olarak, halkın seçimini bilinen ve yerleşmiş kurallarla, yasal [s. 45] olarak belirlenmiş aralıklarla düzenlenen seçimler biçiminde yapması. [s. 46]”

Lewis daha sonra çeşitli ülkelerdeki örnekler üzerinden demokratik yönetimin niteliklerini tartışıyor. Türk demokrasisinin kendine özgü nitelikleri bulunduğuna dikkat çekiyor. İlk makalesinde de bahsettiği bu özellikleri şöyle sıralıyor: “Demokrasi ancak birkaç ülkede köklü ve bünyevi bir şey, uzun ve kesintisiz bir evrimin sonucudur. Çoğunda ye- [s. 48] yeni ve dışarıdan ithal edilmiştir. Kimilerinde demokratik kurumlar ülkeyi terk eden sömürgeciler tarafından miras bırakılmıştır, kimilerinde ise galip düşmanlarca zorla benimsetilmiştir. Türk demokrasisi ne miras bırakılmış ne de zorla benimsetilmiştir, Türklerin özgür seçimini temsil eder. Doğru, büyük ölçüde yabancı modellere dayanır, fakat modellerin seçimi -veya kötü seçimi- kendilerine aittir, demokratik gelişmenin adımları ve tarzı yabancı güçlerden çok iç dinamikler tarafından şekillendirilmiştir. [s. 49]”

Lewis, “Türkiye’de demokratik kurumların tarihinin kilometre taşları” (s. 51) olarak nitelediği Sened-i İttifak ve meşrutiyet gibi gelişmelere de kısaca değindikten sonra sözlerini yine ilk makalesinde olduğu gibi kesinti ve sapmalara rağmen Türk demokrasi deneyiminin sürdüğünü belirterek sonlandırıyor. (s. 52)

NEDEN TÜRKİYE İSLAM DÜNYASINDAKİ TEK DEMOKRASİ?

Lewis önce Batılı demokratik sistemlerin neden örnek alınan başat yönetim sistemleri olduğunu tartışmaya açıyor. Özellikle demokrasilerde görülen ekonomik başarı ve askeri üstünlüğün demokratik olmayan dünyayı etkilediğini belirtiyor. Kırım Savaşı’nda ve 1905 Rus-Japon Savaşı’nda demokrasilerin üstün geldiğini, Sovyetler Birliği’ni istisna tutarsak I. ve II. Dünya Savaşı’nda da benzer bir durum yaşandığını dile getiriyor. Sovyetler Birliği’nin de Soğuk Savaş’la yenilgiye uğratıldığı belirten yazar, böylece demokrasilerin askeri üstünlüğünün açık biçimde ortaya çıktığını ifade ediyor.

Lewis daha sonra, birinci ve üçüncü makalede olduğu gibi, Türk demokrasi deneyiminin benzerleri arasındaki özgün ve başarılı yerine değiniyor. Bu özgünlük ve görece başarının sebeplerini sıralıyor: Türkiye’nin hiç sömürge olmaması, Batı’yla uzun süreli ve yakın ilişki içinde olması, yaşam standardını belli bir düzeye çıkarmış olması… Yazar bu sebepleri sıralarken “sivil toplum” terimine de genişçe bir yer ayırarak Türk tarihinde bu terimin izlerini bulmaya çalışıyor. Önceki üç makalesini olduğu gibi bu makalesini de Türk demokrasine duyduğu güveni ifade eden iyimser sözlerle sonlandırıyor. 

***

Türk demokrasi deneyinin kilometre taşlarını, benzer ülkeler arasındaki özgünlüğünün ve görece başarısının sebeplerini merak edenlerin göz atmasında yarar gördüğüm bu küçük derleme hakkında bir şeyler yazmaya çalıştım. Keyifli, öğretici okumalar dilerim herkese.

AYLAKLAR (M. C. ANDAY)

(Anday, Melih Cevdet, Aylaklar, Everest Yayınları, 1. Basım Temmuz 2011, s. 251.)

Anday (1915-2002) şairliğiyle öne çıksa da epey roman yazmış bir sanatçımız. Çok sayıda tiyatro oyunu ve denemesi de var.

Aylaklar onun en yetkin romanı. İlk olarak 2014’ün sonlarında okumuştum, yaklaşık altı yıl sonra bir kez daha okudum. Neden? Biraz neşeleneyim, güleyim istedim; çok gülmüştüm bu romanı okurken. İlginçtir bu kez o kadar güldürmedi beni. Doğrusu şaşırdım bu duruma, yaşlanıyor muyum, yaşama sevincim enikonu azalmış da haberim mi yok diye kaygılanmadım değil. Görüyorsunuz ya bir eseri ikinci kez okumanın hayat yolundaki seyrimizi gözden geçirten yanları oluyor. Okur, ilk okuyuşunda başka sonrakinde başka biri olduğu için eser de aynı eser olmaktan çıkıyor.

1k’de en çok alıntı paylaştığım kitaplardan biri oldu Aylaklar. Yine severek, bazen gülümseyerek, bazen içim burkularak okudum. En sevdiğim romanlar arasındaki yerini yine korudu. Neden seviyorum Aylaklar’ı, ne var bu romanda?

Aylaklar bir konağın hikâyesi (de) olduğu için isterseniz size önce o konağı tanıtmaya çalışayım:

3. Kat:

* Muammer (Torun. Galip ve Pakize’nin oğlu.)

* Ayla (Muammer’in eşi.)

2. Kat:

* Galip (Damat. Kızları Pakize’nin kocası.)

* Pakize (Küçük kız. Muammer’in doğumunda ölmüştür.)

* Mürşide (Ruh sağlığı bozuk, büyük kız.)

* Nesime (Galip’in kuzeni.)

1. Kat:

* Leman Hanım [Şükrü Paşa’nın üçüncü ve son eşinden olan kızı. Konağı çekip çeviren baskın anne(anne).]

* Davut Bey (Leman Hanım’ın kocası. Uçuk hayaller peşinde koşan, yaşlandıkça bunayan başka bir mirasyedi paşazade.)

* Dündar Bey (Davut Bey’in arkadaşı. Gençliğinde ihtilalci fikirler peşinde koşmuş bir idealistken yaşlandıkça Meşrutiyet anılarında yaşayan pasif birine dönüşmüştür.)

* Şükrü (Muammer’in arkadaşı. Konağın ukala ve arsız asalağı.)

Zemin:

Hizmetçi Melahat.

Eklentide de aşçı oturuyor.

***

Roman iki bölümden oluşuyor. Birinci Bölüm (s. 1-150), Abdülhamit’in eczacıbaşısı Şükrü Paşa’dan kalma bir konağı, konağın her biri diğerinden tuhaf ahalisini konu edinir. Konağın borçlar sebebiyle elden çıkışı ve yıkılışıyla sona erer. Leman Hanım üzüntüsünden felç geçirir. Ahali, Galip’in Muammer’e bıraktığı yeni apartmana taşınırlar. İkinci Bölüm Muammer’in Günlüğü’dür (s. 151-251). Muammer’in varoluş sancılarını, beraber yaşadığı insanlar hakkındaki yorumlarını ve baştaki “kadrodan” geriye kalanların da birer ikişer ortadan kayboluşunu içerir. Konak yıkılmış, apartman dağılmıştır. Muammer cebindeki bir lirasıyla bir otel odasında kalakalmıştır.

***

Roman kişileri, konuşma sahneleri öyle teatral bir nitelik taşır ki kahramanları sanki karşımızda capcanlı görürüz. Bence romanın başta gelen başarılı yanlarından biri bu. Bir diğeri ironik dili. Anday’ın ironisi özellikle Leman Hanım’ın cümlelerinde daha belirgin ve kaliteli, fakat neredeyse bütün kahramanlarda benzer bir üslup var. Anday kendini tutamamış ve hepsinin ağzından bol bol espriler patlatmış. Bu durum romanın gerçekliğine zarar veriyor bence. Aynı şekilde Hizmetçi Melahat veya Muammer’in basit bir kadın olarak gördüğü Nesime de dâhil yine bütün kahramanlar zaman zaman birer filozof oluveriyorlar. Belki sıradan insanlar da kimileyin filozofça sözler ederler, ne var bunda, diye bir itiraz dile getirilebilir. Fakat Aylaklar’ın kahramanlarındaki durum pek böyle değil, çünkü bu iş doğallıkla kotarılamamış, laflar kahramanların ağzından çıkmış gösterilseler de biz asıl konuşanın yine kendisini tutamayan bilgiç yazar olduğunu fark ediveriyoruz. Söz gelimi şu cümleler: “Nesime, ‘Seni sevdim Muammer,’ diye devam etti. ‘Ama benim sevgim büyük bir sevgi değildir. Yaşamaya yetecek kadar severim ben. Daha çoğuna kabiliyetim yoktur. Seni sürüklerdim, götürürdüm belki, ama sonra başa çıkamazdım seninle. İnsanüstü dertlerin, kaygıların var senin. Basit değilsin benim gibi.’ [s. 245]” Başka örnekler de bulunabilir.

***

Romanda “konak”ın Osmanlı İmparatorluğu’nu, “apartman”ın da Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil ettiği söylenebilir. İlginçtir ki kahramanlar bu iki dönem için net bir görüşe sahip değiller, ne eskiyi yüceltirler ne de yeni karşısında coşku duyarlar. (Leman Hanım’ın eskiye duyduğu özlemin siyasi bir yanı yoktur.) Ayrıca, kahramanların hiçbiri konağın nasıl “döndüğünü” bilmez. Anday, bir laytmotif olarak konağın idaresini -bir bakıma Osmanlı Devleti’nin idaresini- dikkatimize sunar:

“Batıyormuşuz da birimizin haberi olmamış. [...] Ekmeğin nerden geldiğini birimiz bile düşünmemişiz. Dün gece sofrada bunu söyleyecek oldum, Dündar Bey 'Osmanlı İmparatorluğu da böyle battı,' dedi. 'Biz aylıklarımızın köylüden alman vergi ile ödendiğini bilmezdik, devletin bir köşede bir parası var, ondan veriyor sanırdık. Birinci Dünya Savaşı'na neden girdiğimizi Talat Paşa bilmiyor, Cemal Paşa bilmiyor, Enver Paşa bilmiyor. Peki kim biliyor? Bilen yok.' Doğrusu, Dündar Bey'in Meşrutiyet anılarından bıkkınlık geldi, hangi konuyu açsanız lâfı oraya getirir. Ama dün geceki sözleri çok yerindeydi. Elden giden köşkün ne ile döndüğünü hiçbirimiz düşünmüyorduk, anneanneme güvenmişiz, o bilir, deyip keyfimize bakmışız... Oysa o da bilmiyormuş! Bir gün hepimizi kapı dışarı ediverdiler. Buna en çok üzülen anneannem oldu... Bir de Ayla. Anneanneme üzüntüden inme indi. Demek sonumuzun böyle olacağını aklından bile geçirmiyormuş, Şükrü Paşa Konağı'nı kimse elimden alamaz diye düşünüyormuş. [s. 154]”

Burada ilginç olan “cin gibi” Leman Hanım’ın da gidişattan habersiz olmasıdır. O ki konağın sakinlerini şu satırların da göstereceği üzere gayet iyi tanımaktadır:

“Leman Hanım, "Gençleşmeli konak," diye onların sözünü kesti. "Gelinler, damatlar gelmeli, çocuklar doğmalı, Şükrü Paşa'nın soyu yürümeli. Eski günleri, tatlı günleri, neşeli günleri ihya etmeli efendim. Yeni zamanlar eski insanlarla gitmez." Muammer, "İstek başka, karar vermek başkadır," dedi. "Beni ilgilendiren işlerde..." [s. 90] Fakat yaşlı kadın susturdu onu: "Sen kim oluyorsun?" dedi ona. "Sen kim, karar vermek kim? Bu işi üzerime almasam, sen de teyzen gibi evde kalırsın, anladın mı? Biz öyle değildik, bizim kuşak atılgandı, cesurdu, yaşamayı severdi. Bak bana bir defa da ibret al! Bu yaşımda senden canlıyım. Davut Bey'e bak, yüz bulsa benden, dünyaya delik açmaya kalkar. Dündar Bey'i görmüyor musunuz? Eski tabancasını bulsa, ihtilal çıkaracak. Bir de bizden sonrakilere bakın canım! Şu Galip'in mıymıntılığına bakın! Şu Mürşide'nin sersemliğine bakın! Biri para biriktirmeyi düşünür, öteki rakı içip kapı dinlemeyi... Sizin kuşağa gelince, siz şimdi kuşak diyorsunuz ya, bir filozofluktur gidiyor sizde, hindi gibi düşünüp duruyorsunuz. Sen Muammer, yılgınlığı yakıştırmışsın kendine... Şükrü'yü severim, ama doğrusu o da çokça kurnazdır ha... Çıkarını çok iyi bilir, ona göre kullanır herkesi... Elinizi bir işe sürmeden dünyaya fetva vermek istiyorsunuz siz." [s. 91]”

Buna rağmen o da bir önlem alamamış, konağın elden çıkıp yıkılışına seyirci kalmıştır. Dündar Bey’in şu cümleleri ise konunun farklı bir yönüne değinmesi açısından önemli:    

“Dündar Bey güldü: 'Benim de evim oldu oğlum,' dedi. 'Evim değil, evlerim oldu. Ama hiçbirinin nasıl döndüğünü bilememişimdir. Bu yüzden nasıl battığını da anlayamadım tabii. Geçen gün ne dedim sana? Koskoca devletin nasıl battığını anlayamadık be! Balık baştan kokar derler. Bizim millet, kokmakta olan başın kokusu bur- [s. 172] nuna geldikçe, kendini kurtarmaya bakar. En kötüsü de budur işte. Batan gemi ile birlikte batacağını hiç aklına getirmez. Mal toplamaya başlar, çalar, çırpar, yığar bir yana... Sonunda bakar ki, hiçbiri kalmamış elinde. Onun için ne zaman mal hırsının [ortalığı] sardığını görsem bir korkudur alır içimi.' [s. 173]”

Konağın nasıl döndüğü veya çekip çevrildiği ile ilgili bu satırlar Muammer’in Günlüğü’nde karşımıza çıkar. Bu doğaldır, çünkü Muammer günlüklerini öylesine değil bir amaç doğrultusunda tuttuğunu söyler: “Şimdiye kadar farkında olmadan yaşamışım, bundan sonra farkında olarak yaşamanın kendimce en inandırıcı kanıtı ise yeni tutmaya başladığım bu günlük olacak. Sık sık bu defterin üzerine eğileceğim ve kendimi sıygaya çekeceğim. Daha doğrusu, kendime sorular soracağım ve sorulara karşılıklar bulmaya çalışacağım. [s. 153]” Bu arada, Muammer’in bu satırlarının bana Bulantı’nın başkahramanı Antoine Roquentin’in şu sözlerini hatırlattığını da ekleyeyim: “Olayları günü gününe yazmak daha iyi olacak. Açıkça kavramak için bir günce tutmalı. Önemsiz gibi görünseler de, küçük ayrıntıları, olayları kaçırmamalı, özellikle hepsini sınıflamalı. Şu masayı, sokağı, insanları, tütün paketimi nasıl gördüğümü anlatmalıyım, çünkü değişen bu. Bu değişimin alanını ve özünü iyice belirlemeliyim. [s. 13]”*

***

Aylaklar, araştırmacılar tarafından farklı biçimlerde okunup değerlendirilmiş, çok yönlü okumalara imkân veren, ironik dili, teatral kahramanları ve diyaloglarıyla da ön plana çıkan sıkı bir roman. Bu ikinci okumamdan sonra eser hakkında birkaç kelam da ben ettim, umarım iyi etmişimdir J. Herkese keyifli okumalar dilerim.

* Sartre, Jean-Paul, Bulantı, Çeviri: Selâhattin Hilâv, Can Yayınları, 48. Baskı, Temmuz 2021, İstanbul, s. 256.

SOSYAL BİLİMLERİ AÇIN (GULBENKIAN KOMİSYONU)

(Gulbenkian Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor, İngilizce’den çeviren: Şirin Tekeli, Metis Yayınları, Beşinci Basım, Kasım 2005, s. 100.)

Rapor, merkezi Lizbon’da bulunan Calouste Gulbenkian Vakfı bünyesinde oluşturulan ve çeşitli ülkelerden on bilim insanının katıldığı bir komisyon tarafından hazırlanmış. Son biçimini Haziran 1995’te alan rapor dört* bölümden oluşuyor: Birinci bölümde, “bir bilgi biçimi olarak sosyal bilimin nasıl tarihsel olarak oluştuğu ve neden, onsekizinci yüzyıl sonundan 1945'e uzanan süreçte, görece standart bir dizi disipline ayrıştığı” ele alınmış. İkinci bölümde, “1945'ten bu yana dünya genelinde meydana gelen gelişmelerin bu entelektüel işbölümüyle ilgili ne gibi sorular sorulmasına yol açtığı ve böylece bir önceki dönemde yerli yerine oturtulan örgütlenme yapısını yeniden tartışma gündemine getirdiği”nden bahsedilmiş. Üçüncü bölümde, “son yıllarda çok tartışılan bir dizi temel entelektüel soruyu açımlayarak, daha ileri gidebilmek için bize optimal görünen bir tavır belirle”nmeye çalışılmış. Dördüncü ve son bölümde ise “sosyal bilimlerin bu tarihin ve yakın dönem tartışmalarının ışığında yeniden yapılandırılmasının akla yakın yolları” tartışılmış.

Çalışma sosyal bilimler(den herhangi birin)e ilgi duyan ve/veya konuyla ilgili kafa karışıklığı yaşayan okurlara kılavuz olabilecek niteliklere sahip. Rapor bir yandan bilimin pek de sanıldığı gibi masum bir faaliyet olmadığı ve olguların doğa bilimleri için bile değişkenlik gösterebileceği gibi önemli epistemolojik problematiklere değinirken diğer yandan bilimsel çalışmanın pratik yönleriyle ilgili önerilerde bulunuyor. Komisyon her ne kadar bir “reçete” sunmadığını söylese de bu öneriler kayda değer. (Bunlardan bazılarının özellikle son beş on yıl zarfında ülkemizde gerçekleştiğini bizzat görüp yaşadım. Örneğin bir alanda yüksek lisans yapmak için o alandan lisans mezunu olma şartını istemeyen üniversitelerin sayısı arttı…) İçinde komisyonun konuyla ilgili bazı önerilerinin de bulunduğu pek çok alıntı yaptığımı da ekleyeyim. Keyifli okumalar dilerim...

* Sonuç bölümü yanlışlıkla beş (V) ile gösterilmiş.

---

“Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllardaki biçimiyle doğa bilimleri öncelikle gökyüzü mekaniğinin incelemesinden yola çıkılarak kuruldu. Başlangıçta, doğa yasalarını saptamanın meşruluğunu ve önceliğini kabul ettirmek isteyenler, bilimle felsefe arasında fazla bir ayrım yapmıyorlardı. İki alanı ayırdıkları durumda da, bu iki dalın dünyevi gerçeği aramakta elele verdiklerini düşünüyorlardı. Ancak deneysel, ampirik çalışmalar bilimin vizyonunda merkezi bir yer edindikçe, felsefe, doğa bilimcilerine giderek, gerçek hakkında a priori, deneye tabi tutulamayan önermeler geliştirmekle suçlanan teolojinin yerini alan bir dal olarak görünmeye başladı. Ondokuzuncu yüzyıla doğru, bilgideki bu ayrışma iki dalın "ayrı ama eşit" oldukları yolundaki eski anlamını yitirdi ve yerini, en azından doğa bilimcilerinin gözünde, kesin olan bilgiyi (bilim), hayal edilen, giderek hayali (bilim olmayan) olandan üstün gören bir hiyerarşiye bıraktı. Nihayet, ondokuzuncu yüzyıl başında bilimin üstünlüğü dilde de tescil edildi. Tanımlayıcı bir sıfat taşımadan kullanıldığında bilim, öncelikle (hatta sadece) doğa bilimi anlamına kullanılır ol- [s. 14] muştu. Bu olgu, doğa biliminin felsefe denilen başka bir bilgi biçiminden tamamen farklı hatta ona karşıt olarak sosyal-entelektüel meşruiyete tek başına sahip çıkma çabasının doruk noktasını oluşturur. [s. 15]”

“[…] meşru bilgi konusundaki epistemolojik mücadelenin, doğayla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği değil (onsekizinci yüzyıla gelindiğinde doğa bilimcileri bu alanda tek söz sahibi olduklarını kabul ettirmişlerdi), fakat insanların dünyasıyla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusunda verileceği açıkça görülmeye başlamıştı.”

“Ondokuzuncu yüzyılın entelektüel tarihine her şeyden önce, bilginin disiplinlere ayrılması ve meslekleşmesi, yani yeni bilgi üretmek ve bilgi üretenleri yeniden üretmek üzere devamlılık gösteren kurumsal yapıların oluşturulması süreci damgasını vurmuştur. Farklı disiplinlerin kurulma sürecinin ardında yatan varsayım, sistemli araştırmanın gerçekliğin farklı alanlarında uzmanlaşılmasını gerektirdiği yolundaki inançtı ve gerçeklik rasyonel olarak farklı bilgi kümelerine ayrıştırıldı. [s. 16]”

“Tarih, kralları haklı kılan bir vakkanüvislik (hagiography) olmaktan kurtulup, bugünü açıklayan ve gelecek için akıllıca seçimler yapmayı mümkün kılan, geçmişin gerçek öyküsü olacaktı. Ampirik arşiv araştırmasına dayalı bu tarihçilik, "felsefeden başka bir şey değil," diyerek, "spekülasyon" ve "tümden gelim" uygulamalarını reddeden sosyal bilime ve doğal bilimlerine katılmaktaydı. [s. 18]”

“Görüldüğü gibi, 1850 ile 1945 arasında, ayrı bir bilgi alanı oluşturdukları kabul edilen bir dizi disiplin ortaya çıktı ve bu yeni alana "sosyal bilim" adı verildi. Bu gelişme, belli başlı üniversitelerde önce kürsüler, daha sonra her disiplinde diplomaya yönelik ders programları öneren bölümler kurularak sağlandı. Öğrenci yetiştirmedeki kurumsallaşmaya araştırmanın kurumsallaşması eşlik ediyordu; bu bağlamda her disiplinde uzmanlaşmış dergiler [s. 34] oluştu, akademisyenler disiplinlere göre örgütlenen (önce ulusal daha sonra uluslararası) dernekler kurdular, kütüphane koleksiyonları disiplinlere göre kataloglandı. [s. 35]”

“Ne var ki, tam sosyal bilimlerin kurumsal yapısının ilk kez yerli yerine oturduğu ve başka dallardan kesin olarak ayrıldığı düşünülecekken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal bilimcilerin uygulamaları değişmeye başladı. Bu gelişme, sosyal bilimcilerin entelektüel konumları ve uygulamaları ile sosyal bilimlerin resmi örgütlenme biçimi arasında giderek büyüyen bir uçurum yaratacaktı. [s. 36]”

“Disiplinler, kuralların sürekli olarak canlı tutulması biçiminde ortaya çıkan kimlikler yoluyla söylemin üretimini sınırlandıran bir kontrol sistemi oluşturur.” Michel Foucault

“1945'TEN SONRA, daha önceki yüzyıl boyunca yerli yerine oturtulmaya çalışılan sosyal bilimlerin yapısını derinden etkileyen üç gelişme oldu. Birincisi, dünyanın siyasal yapısında meydana gelen değişmeydi. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı'ndan, siyasal yönden biri ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaş denilen durum, diğeri de, dünyanın Avrupa dışı halklarının yeniden tarih sahnesine çıkmaları olan, iki yeni jeopolitik gerçeklikle tanımlanan bir dünyada, bu dünyanın en güçlü ekonomisi olarak çıktı. İkinci gelişme, 1945'i izleyen yirmi beş yılda dünyanın, o güne kadar görülmemiş boyutta bir nüfus ve üretim kapasitesi artışı yaşamasıydı ki, bu olgu, insan faaliyetlerinin hepsinin ölçek değiştirmesi anlamına geliyordu. Üçüncü gelişme ise, ikinci gelişmenin uzantısında üniversite sisteminin dünyanın her yanında nicel ve coğrafi anlamda olağanüstü bir gelişme göstermesiydi ki, bu da, meslekten sosyal bilimcilerin sayısının birkaç kat artmasına yol açtı. [s. 37]”

“1945'ten sonra gerçekleşen en önemli akademik yenilik herhalde, entelektüel çalışmayı gruplamakta kullanılan yeni bir kurumsal kategori olarak bölge araştırmalarının başlatılmasıdır. Bu kavram önce, ABD'de, İkinci Dünya Savaşı sırasında kullanılmaya başladı. Savaşı izleyen on yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri'nde yaygın bir uygulama alanı buldu ve daha sonra yavaş yavaş dünyanın başka yerlerindeki üniversitelere yayıldı. [s. 40]”

“Sosyal bilimcilerin de, siyasal ya da dini liderler gibi misyonları vardır; örneğin, gerçeği bilmek gibi bazı hedeflere ulaşma şansını artıracağı inancıyla, bazı uygulamaların evrensel bir kabul görmesini isterler. Bilimin evrenselliği bayrağı altında, bilimsel anlamda meşru bilginin nasıl olması gerektiğini tanımlar ve böylece bu biçime uymayan bilgiyi kabul edilebilirlik alanının dışına atarlar. Egemen ideolojiler kendilerini hem eyleme yön veren hem de evrensel denilen paradigmaları belirleyen aklın yansıması ve ürünü olarak tanımladıkları için, bu görüşleri reddetmek, "bilim"e karşı "macera"yı seçmek olarak nitelenmekte ve entelektüel ve manevi güvenlik yerine belirsizliği yeğlemek anlamına gelmekteydi. Bu dönemde Batı sosyal bilimi güçlü bir sosyal konumda olmayı sürdürüyor ve ekonomik avantajıyla zihinsel üstünlüğünü, kendi görüşlerini, örnek sosyal bilim olarak yaymakta kullanabiliyordu. Öte yandan Batı sosyal biliminin bu misyonu, dünyanın geri kalanındaki sosyal bilimciler için de çok çekiciydi, zira bu görüşleri ve uygulamaları benimsemekle onlar da evrensel bilim topluluğuna katılmış oluyorlardı. [s. 54]”

“1878'de Afrikalı bir bilim adamı, Engelbert Mveng "Boyun Eğmeden Mirası Devralmaya" başlıklı bir makale yazdı. Burada şunu söylüyordu: "Bugün Batı, doğruya ulaşmanın Aristoteles mantığı, Thomasçı mantık ya da Hegel diyalektiğinden farklı yolları da olabileceği konusunda bizimle hemfikir. Ama bunun için, sosyal bilimler ve insan bilimleri üzerindeki sömürgeciliğe son verilmesi gerekiyor." Dahil olma isteği, teorik temellerin açıklığa kavuşturulması isteği, aslında bir sömürgeciliğe son verme ya da başka bir deyişle, bugün bildiğimiz haliyle sosyal bilimlerin özel kurumsallaşma biçimini yaratan iktidar ilişkilerinin değişmesi isteğidir. [s. 56]”

“Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir. Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır. Sosyal bilimler, sosyal bilimcinin de içinde yer aldığı eşitsiz dünyayı betimleme ve o dünya hakkında doğru önermeler yapma olgusuyla nasıl başedeceklerdir? Evrenselcilik iddiaları hep belirli kişiler tarafından yapılır ve bu kişiler karşılarında daima kendilerininkine rakip iddiaları olan başkalarını bulurlar. Neyin evrensel olduğu konusunda birbirine rakip tekilci görüşlerin varlığı, bizi araştırmacının tarafsızlığıyla ilgili sorgulamaları ciddiye almaya zorlamaktadır. Doğa bilimleri uzun zamandan beri, ölçümü yapanın ölçülene müdahale ettiği gerçeğini kabul ediyorlar. Bu gerçeğin çok daha kolaylıkla kabul edilebilir olması gereken sosyal bilimlerde ise, söz konusu önerme hâlâ tartışmalıdır. [s. 58]”

“Önümüzde duran soru, yerelcilik konusundaki haklı eleştirilere gereken yanıtı verebilmek ve böylece evrensel düzeyde anlamlı, uygulanabilir, geçerli bir sosyal bilim iddiasında bulunabilmek için, sosyal bilimleri nasıl açabileceğimiz sorusudur. [s. 59]”

“Descartes'ın klasik bilim anlayışı, dünyayı determinist ve "doğa yasaları" denilen, bütünüyle nedensel yasalarla açıklanabilen bir otomata benzetmekteydi. Bugün ise birçok doğa bilimci dünyanın bundan çok farklı biçimde betimlenmesi gerektiğini savunuyor. [s. 61]”

Herhangi bir sosyal ortamda değerler çatışmasını çözmek için başvurulabilecek sadece birkaç yol vardır. Bunlardan birisi coğrafi ayrışmadır... Daha kararlı bir başka çözüm yolu çekip gitmektir... Bireysel ve kültürel farkla başetmenin üçüncü bir yolu diyalogtur. Burada değerler çatışması ilkece olumlu bir yoldan çözülür - bu yoldan taraflar arasında daha ileri düzeyde bir iletişim kurulabilir ve herkes kendini daha iyi anlayabilir... Nihayet, değerler çatışması güç ya da şiddet kullanma yoluyla çözülebilir... Artık içinde yaşadığımız küreselleşen toplumda bu dört seçenekten ilk ikisinin gerçekleşme şansı giderek azalmaktadır. Anthony Giddens [s. 68]

“O halde, "sosyal bilimleri açmak" için atılması mümkün adımlar konusunda ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz? Bilgi yapılarını yeniden örgütlemek üzere şu ya da bu yapılmalıdır demeye imkân verecek bir reçetemiz yok. Biz ancak, kolektif tartışmaları özendirmek ve çözüm bulmaya yardımcı olabilecek yollar önermek durumundayız. Yeniden yapılanma için önerilerimize geçmeden önce, biraz daha derinliğine tartışılıp çözümlenmesi gereken birkaç boyut üzerinde durmak istiyoruz. Bunlar: (1) En az Descartes'tan bu yana modern düşünceye yerleşmiş olan, insanlar ve doğa arasındaki ontolojik ayrımı reddetmenin ne anlama geldiği; (2) sosyal eylemin, içinde yer aldığı çözümlenebileceği tek mümkün ve/veya öncelikli sınırların devlet tarafından çizilenler olduğunu reddetmenin ne anlama geldiği; (3) tek ile çok, evrensel ile tekil arasındaki bitmeyen gerilimin geçmişte kalmış bir olgu değil, insan toplumunun sonsuza dek varolacak bir özelliği olduğunu kabul etmenin ne anlama geldiği; (4) bilimin evrilen önkabulleri ışığında kabul edilebilir nesnelliğin ne olduğudur. [s. 74]”

“[…] inanıyoruz ki, daha önce tartıştığımız üç meseleye gereken önemin verilmesi -insanlar ve doğa arasındaki ontolojik ayrımın geçerliliğini iyi anlamak; sosyal eylemin içinde yer aldığı sınırların daha iyi tanımlanması; ve evrenselcilikle tekilcilik arasındaki karşıtlığın daha iyi dengelenmesi- elde etmeye çalıştığımız daha geçerli bilgiye ulaşma çabalarımıza büyük destek sağlayacaktır.

Kısacası, bilginin sosyal olarak kurulmuş olduğu gerçeği, daha geçerli bilgiye ulaşmanın da sosyal olarak mümkün olduğu anlamına gelir. Bilginin sosyal temelleri olduğunu kabul etmek, nesnellik kavramıyla hiç de çelişki içinde değildir. Tam tersine, biz, geçmişteki uygulamalara yönelik eleştirileri değerlendirerek ve hakikaten daha çoğulcu ve evrensel yapılar kurarak yapılacak bir yeniden yapılandırmanın, sosyal bilimlerin nesnelliğini arttırabileceğine inanıyoruz. [s. 87]”

“Asıl yapılması gereken, örgütsel sınırları değiştirme girişiminden çok, entelektüel faaliyeti mevcut disiplin sınırlarına bakmaksızın sürdürmeye izin veren örgütlenmeyi güçlendirmek gibi görünüyor. Gerçekten de, tarihle ilgilenmek, sadece tarihçi denilen kişilerin tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal bilimciler için bir görevdir. Sosyoloji yapmak sadece sosyolog denilen kişilerin tekelinde değildir. Bu, bütün sosyal bilimciler için bir görevdir. Ekonomik sorunlar iktisatçıların tekelinde değildir. Ekonomik sorunlar sosyal bilimsel bütün analizlerde merkezi bir yer tutar. Kaldı ki, meslekten tarihçilerin tarihi, sosyologların sosyal sorunları, iktisatçıların ekonomik dalgalanmaları bu alanlarda çalışan diğer sosyal bilimcilerden daha iyi açıklayabildikleri de kesin değildir. Kısacası, biz bilgelik tekelleri kurmanın ya da belirli üniversite diplomaları almış kişilere bilgi bölgeleri tahsis etmenin pek akıl kârı olmadığını düşünüyoruz. [s. 91]”

“[…] biz, entelektüel meselelerin aydınlatılması ve sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması için sosyal bilim yapılarının idarecileri tarafından […] desteklenebilecek ve desteklenmesi gereken en az dört yol bulunduğunu düşünüyoruz:

(1) Üniversitelerin içinde veya onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl süreyle çalışmak üzere bilim adamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılması. […]

(2) Üniversite yapıları içinde, geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli bir zaman dilimi için (örneğin beş yıl) kendi fonları bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması. […] [s. 95]

(3) Profesörlerin birden çok bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi. […]

(4) Doktora öğrencileri için birden çok alanda çalışma zorunluluğu. […] [s. 96]

Her şeyden önemlisi, bir kez daha tekrarlayalım, sorunun temelinde yatan meseleleri acilen ve açık seçik ortaya koyarak, akıl sınırları içinde tartışabilmektir. [s. 97]”

KENDİME DÜŞÜNCELER (MARCUS AURELIUS)

(Aurelius, Marcus, Kendime Düşünceler, Yunanca aslından çeviren: Y. Emre Ceren, İş Bankası Kültür Yayınları, XII. Basım, Ağustos 2021, İstanbul, s. XI + 133.)

“Stoacı İmparator”, “Filozof İmprator” gibi unvanlarla verilen Marcus Aurelius’la (MS 121-180) bu eseri vasıtasıyla tanışmış oldum. Aurelius; Machiavelli’nin deyişiyle en iyi beş Roma imparatorundan sonuncusuymuş. Zalimliğiyle tanınanların yanında böyle filozof imparatorların da olduğunu bilmek güzel.

Kendime Düşünceler Stoacı düşüncenin tanınmış eserlerinden biriymiş. Okuyunca bu özelliği kolayca anlaşılıyor zaten; Aurelius, eserinde Stoacıların erdemlerini bıkıp usanmadan tekrar tekrar dile getiriyor: Doğaya uygun yaşam, bilgelik, şöhrete kapılmama, kadere ve ölüme razı olma, kamu yararını gözetme… Bu erdemler okura pasifliği, bir köşeye çekilmeyi çağrıştırsa da Aurelius bu tavrı hoş görmüyor; çalışıp çabalamayı, yardımsever ve hoşgörülü olmayı tavsiye ediyor.

Bir şey daha… Eseri okurken meşhur bir özdeyiş çınladı durdu kafamda: Yeryüzünde önceden söylenmemiş bir söz yoktur. Yaklaşık iki bin yıl önce söylenen, hem de oldukça düzgün bir şekilde dile getirilen bunca sözü okuyunca o özdeyişe hak vermeden edemedim. Tam da burada Guénon’un şu sözü geldi aklıma: “Filozoflar için önemli olan ‘orijinal’ olmaktır; bunun için gerçeği feda etmek gerekse bile. Geleneksel bir uygarlıkta bir adamın bir düşünce üzerinde mülkiyet iddiasında bulunmaya kalkışması düşünülemeyecek bir şeydir. Eğer bir düşünce doğruysa onu kavrayabilen herkese ait demektir, eğer yanlışsa o zaman da onu düşünmüş olmakla övünmenin bir anlamı yoktur. Doğru bir düşünce ‘yeni’ olamaz, çünkü doğruluk insan zekâsının ürettiği bir şey değildir. ‘Doğru’ bizden bağımsız olarak vardır ve bize düşen de sadece onu ‘kavramak’tır.” Sanırım bu “Filozof İmparator”, Guénon’un eleştirdiği filozoflardan biri değil.

Keyifli okumalar dilerim herkese…

***

Gerçek bir Romalı gibi her zaman uğraşlarınla ciddiyetle ilgilen; bunları titizlikle, bozulmamış bir ihtişamla, şefkatle, özgürlükle ve adaletle gerçekleştirmek ve diğer uğraşların hepsinden kurtulup kendine boş zaman yaratmak kendi elinde. Yaşamının son günüymüş gibi, işlerinde amaçsızlıktan, inandığın düşünceden heyecanla dönmekten, riyakârlıktan, kendini beğenmişlikten ve paylaşılmış şeylere karşı duyduğun hoşnutsuzluktan kurtulursan her işini gayretle yerine getireceksin. Herhangi birinin dindar ve düzgün bir hayat yaşamasının ne kadar az şeyle mümkün olduğunu göreceksin. Çünkü tanrılar bu kaideleri kollayan birinden başka hiçbir şey istemez. (s. 15)

Aşağılıyorsun, bizzat kendini aşağılıyorsun ruhum! Kendini onurlandıracağın zaman gelip geçiyor. Çünkü herkesin tek bir yaşamı vardır ve seninki hemen hemen tamamlandı; kendine saygı duyan biri değil, diğer insanların ruhlarında kendi mutluluğunu arayan birisin. (s. 15)

Dışarıdan başına gelen herhangi bir olay mı üzüyor seni? İyi bir şey öğrenmek için kendine boş vakit yarat ve aylak aylak gezinmeye son ver. Diğer bir hataya da dikkat etmelisin artık: Hayatta yıpranmış, dürtüsünün ve düşüncesinin tamamını yönlendirecek bir amaca sahip olmayan kimseler, yaptıkları işlerde ahmakça davranır. (s. 15)

Doğaya uygun hiçbir şey kötü olamaz. (s. 19)

Demek ki yalnızca ölüme her an yaklaştığımız için değil, anlama ve kavrama yeteneğimiz daha önce azaldığı için de acele etmeli. (s. 21)

Başkalarının verdiği imkânla ışık saçan biri olma, başkalarının yardımıyla elde edilecek sükûnete ihtiyaç duyma. Özetle, bir adamın kendi başına dik durması gerekir, dik tutulması değil. (s. 24)

Artık daha fazla amaçsız dolaşma[.] [...] Kesinlikle gerçekleştirmek istediğin şeyler için hızlan, boş umutları defet, eğer kendinle ilgiliysen, hâlâ mümkünken kendi yardımına kendin koş. (s. 27)

Belki de ün düşkünlüğüdür seni yıpratan. Fakat her şeyin ne kadar çabuk unutulduğunu, her yanını saran sonsuz zaman uçurumunda yok olup gittiğini görüyorsun işte; alkışların boşluğunu, sana ün bahşedenlerin öngörülemez kaypaklığını ve tüm bunların sınırlandığı daracık alanı. (s. 30)

Bir başkasının karanlık mizacını umursama, doğru yolundan sapmadan ilerle. (s. 32)

Her şeyin kendine özgü bir güzelliği, bizzat kendisinden gelen ve eksiksiz bir güzelliği vardır; övgü bu güzelliğin bir parçası değildir. Övgü, övülen şeyi ne daha kötü, ne de muhteşem yapar. (s. 33)

Geçmiş ve geleceğin her şeyi yutan sonsuz boşluğunu, dibi görünmez uçurumunu düşün. Bunlar karşısında böbürlenen, yakınan, feryat eden, kendini boş yere perişan eden bir ahmak değil midir? Sanki dertlerimiz çok büyükmüş ve çok uzun sürecekmiş gibi. (s. 49)

"Hiçbir ruh, isteyerek hakikatten yoksun kalmaz," der Platon. Bu durum dürüstlük, ihtiyatlılık, iyi niyetlilik ve diğer erdemlerde de geçerlidir. Bunu hiç unutmazsan herkese karşı daha hoşgörülü olursun. (s. 74)

Senato'da ya da herkese yönelik sıradan bir konuşmada münasip ve açık konuş. Yalın ifadeler kullan. (s. 82)

Bu acınası yaşam şekline, bu söylenmelere, bu maymunluklara son ver artık. (s. 97)

Dürüstlük kendiliğinden anlaşılmalı. Yüzünde yazmalı, sesinde çınlamalı. Tıpkı sevgilinin, sevgilisinin bir bakışında her şeyi anlayabilmesi gibi dürüstlük baktığın an gözlerinden taşmalıdır. (s. 117)

İnsanın kendini diğer insanlardan daha çok sevmesine rağmen kendi hakkındaki yargısına, diğerlerinin düşüncesinden daha az önem vermesine hep şaşarım. (s. 126)

4 Şubat 2022 Cuma

2021'İN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ

Yeni bir yıla girerken 2021 okumalarımın genel bir değerlendirmesini yapsam iyi olur. Hem neler okumuşum topluca bir görmüş olurum hem de kendime 2022 yılı için bir okuma yönergesi oluşturmaya çalışırım.

* Öncelikle 100 kitap hedefime ulaştığıma sevindim. Sanırım hayatımın sayıca en fazla kitap okuduğum yılı oldu 2021. Bunda tesadüfen bulduğum bu sitenin yani 1000kitap’ın olumlu etkisinin olduğunu da belirteyim.

* Okumalarımın sistemli veya tematik olduğunu söyleyemem. Belli tür ve konular ağırlıklı olsa da gelişigüzel bir okuma yılı oldu 2021 benim için. Doğrusu her yeni kitapta okuma sürecimin bu niteliği aklıma geldi ve bu durumdan biraz rahatsızlık duysam da aynı şekilde devam edip gittim. Umarım 2022 yılı böyle olmaz; birtakım planlarım ve hedeflerim, okumalarımın daha somut sonuçları veya çıktıları olsun istiyorum. Bakalım... Şimdi okuduğum bazı yazar ve eserlerden bahsedeyim.

* Stefan Zweig’tan yirmi iki eser var listemizde. Bunlardan biri (Brezilya Geleceğin Ülkesi) küçük bir monografi sayılır, diğerlerine novella diyebiliriz. (Epeyce kısa öykü ve bir tane de yarım veya taslak hâlinde kalmış roman vardı galiba.) Zweig, Jack London’la birlikte, minik eserleriyle okuma hedefime ulaşmamda çok yardımcı oldu, yoksa zor bir hedefti 100 benim için. Zweig’ı yıllar öncesinden biliyordum, bir iki kitabını da okumuştum; ama onu asıl bu yıl tanıdım diyebilirim. 2021’in ilk dört ayı büyük ölçüde Zweig’la geçti. (Sahaf Mendel sonradan yayımlandığı -en azından Zweig’ta tercih ettiğim yayınevi olan İş Bankası Kültür Yayınları’nda- için onu Eylül’de okumuşum.) Okuru bunalıma sokma ihtimali olsa da Zweig okumaları en zevkli okumalarımdı, cidden çok keyif aldım. Anlatılanları arkadaşlarımla tartıştık, yorumladık; Zweig’ın çarpıcı üslubunu, insan psikolojisine yaptığı o derin sondajları ilgiyle takip ettik. Onun insanın iç dünyasına nüfuz etmeyi bilen çok güçlü bir yanı var gerçekten. Ah, neler neler anlattı bize Zweig! O hastalıklı kahramanları, tutkulu aşkları, sürprizli sonları, çocuk denip geçilemeyecek çocukları, Viyana sokaklarını, Prater Parkı’nı, bazen bütün bir Avrupa coğrafyasına yayılan mekânı, alttan alta hissedilen Avrupalılık kültür ve birikimini unutmak mümkün mü? Zweig’ın son Avrupalı aydın sayılması kesinlikle boşuna değil. Son olup olmadığı belki tartışılabilir, belki başka birileri vardır ona benzeyen, bunları bilemem; fakat onun Batı kültürünü özümlediğinden eminim. Hatta şöyle bir konuşma geçivermişti kafamda onu gittikçe tanıdıktan sonra. “– Acaba Avrupa kültürünü çok daha iyi tanıyan biri için de yeni ve çarpıcı mıdır Zweig’ın yazdıkları? – Sanmıyorum. Sanki Shakespeare’den, Stendhal’dan ‘çıkarıyor’ o çarpıcı vecizeleri.” Neyse, işin bu yönü bir tarafa Zweig 2021’in başat yazarlarından biriydi benim için. Bu arada çevirmenlere de çok teşekkür ederim, Türkçelerini çok beğendim.

* Jack London listeye yedi kitabıyla girmiş, aradığım hâlde hiçbirinde Martin Eden’ın tadını bulamadığım yedi kitapla. (Martin Eden’ı uzun zaman önce okumuştum, belki şimdi okusam ondan da tat alamayacağım.) Söyleyecek pek bi’ sözüm yok açıkçası. Sanırım en “tezli” romanı olan Demir Ökçe’den bile keyif alamadım. Gençler için; şöyle hafif bir şeyler olsun, okuyup geçeyim diyenler için bir seçenek olabilir listemdeki eserleri.

* Gorki’den altı kitap var. 2021 benim için biraz da Gorki yılı olmuş. Bir tiyatro, bir anı ve dört roman. Romanlardan üçü otobiyografik: Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim. Bu üçlemeyi çok sevmiştim. Ana da güzel bir romandı, ama üçleme daha hoşuma gitti benim; daha sahici bir şeyler vardı onlarda, çeviri de daha düzgündü.

* Bu yıl Tolstoy’dan da üç yapıt okuduk: İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat ve Anna Karenina. Tolstoy’un büyüklüğünü özellikle Anna Karenina’da bir kez daha gördüm. Bu romanı neden çok daha önce okumadığıma hayıflandım. Anna Karenina gerçekten büyük bir yapıt, iyi ki geç de olsa okumuşum.

* Dag Solstad 2021 yılında tanıdığım yazarlardan biriydi. İki romanını okudum: Mahcubiyet ve Haysiyet ve Profesör Andersen’in Gecesi. Beğendim. İki eserle ilgili de inceleme adı altında ufak birkaç not paylaştım.

* Mark Twain gibi önemli bir yazardan da iki roman girmiş bu yılın listesine: Tom Sawyer’ın Maceraları ve Huckleberry Finn’in Maceraları. Özellikle ilkini heyecanla okumuştum.

* Gogol’den bu yıl Bir Delinin Anı Defteri - Palto - Burun - Petersburg Öyküleri ve Fayton adlı eseriyle Ölü Canlar’ı okudum. İlk eserdeki bazı öyküleri daha önce de okumuştum, harika öyküler… Ölü Canlar da Gogol’ü daha yakından tanımamı sağladı. Alaycı ve gerçekten acı dili yazarın en öne çıkan özelliği gibi geldi bana. Bu muazzam özelliği yerli yabancı pek çok yazara da geçmiş sanki.

* Wilde’dan da iki kitap var listemizde: Dorian Gray’in Portresi ve yılın son kitabı The Happy Prince and Other Stories. Aforizma makinası Wilde’a her zaman kulak verebiliriz. 2021’de boş geçmediğime memnunum. Umarım 2022’de de bir şeyler okurum ondan.

* Dosto’nun Budala’sı ve Yeraltından Notlar’ı; Sartre’ın Bulantı’sı; Kazancakis’in Zorba’sı; Anday’ın Aylaklar’ı; Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı; Çehov’un Altıncı Koğuş’u; Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı; Flaubert’in Madam Bovary’si; Duma’nın Kamelyalı Kadın’ı; Hesse’nin Siddhartha’sı 2021’de okuduğum diğer önemli yapıtlar.

* Kurgu ağırlıklı bir yıl oldu 2021, fakat kurmaca dışında da bir şeyler okuduk. Ivan Illich üç kitabıyla girdi listeye. Illich’ten ilk olarak Okulsuz Toplum’u okudum, sonra Şenlikli Toplum’u ve son olarak da başka bir yazarla ortak çalışması olan ABC Aklın Modernleşmesi’ni. Dili çok zor Illich’in, anlamakta zorlandım. Dönüş Sarıtaş’ın Illich ve fikirleri üzerine hazırladığı Modern Dünyanın Bunalımı Karşısında Radikal Bir Eleştiri ve Alternatif Çözümler: Ivan Illıch adlı eseri de bu sebeple alıp okudum, az çok faydasını gördüm.

* Kurgu dışındaki diğer önemli okumalarım da şunlardı: Yalnız Gezerin Hayalleri (Rousseau, H. F. Nemli çevirisi), Edebiyatın Kısa Tarihi (John Sutherland), Babamın Bavulu (Orhan Pamuk), Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923 (Kenan Akyüz).

* Özetle, 2021'de iyisiyle kötüsüyle bereketli bir okuma süreci geçirdim, diyebilirim. 

2022 İÇİN BİRKAÇ NOT:

* Daha seçici ol!

* Tematik okumalar yap! Özellikle Yeni Türk Edebiyatı alanında işine yarayacak şeyler (kaynak eserler, makaleler, ansiklopedi maddeleri, tezler vb.) okumaya çalış!

* Edebiyat teorisiyle ilgili okumalar yap!

* Zamanın el verirse Shakespeare’e dal!

* Sadece okumayla yetinme, yazmaya da devam et!

---

Not: Yazım (imla) konusunda TDK’ye uymayan tasarruflarım var. 

26-27.12.2021

2 Şubat 2022 Çarşamba

ZORBA (NİKOS KAZANCAKİS)

(Kazancakis, Nikos, Zorba, Yunanca aslından çeviren: Ahmet Angın, Can Yayınları, 41. Basım, Temmuz 2021, İstanbul, s. 348.)

* Yazarın adını lise yıllarımda duymuştum ilkin. Sanırım Prof. Dr. Şahin Uçar’ın bir yazısında, okunmasını tavsiye ettiği yazarlardan biri olarak bahsi geçiyordu. İlginçtir, yıllardır okumayı düşünmeme rağmen bir türlü okumadığım yazarlardan biriydi Kazancakis (1883-1957). Sonunda tanıştık. İyi de oldu. Diğer eserlerine de bakabilirim artık.

* Okuduğum baskı ile önceki baskılar arasında ufak tefek farklılıklar olduğunu gördüm. Yapılan alıntılarda(n) böyle bir şey fark ettim. Yayınevi ve çeviren aynı olmasına rağmen bu durum neden kaynaklanıyor, bilmiyorum.

* Romanın adının Zorba olarak çevrilmesi biraz okuru yanıltmaya yönelik bir hamle gibi görünüyor. Benim gibi pek çok kişi Zorba’nın bir kişinin adı olduğunu düşünmemiştir, zorbalık yapan bir kişinin kastedildiğini düşünmüştür. Bu nedenle orijinal adına* da daha yakın olacak şekilde en azından Aleksi Zorba şeklinde çevrilmesi daha uygun olurdu, diye düşünüyorum.

* Zorba, Aleksi Zorba’nın anlam arayışını konu edinen, hatta yaşamın bir anlamı olup olmadığını sorguladığı bir roman. Yazar, Zorba’da insanın hem Tanrısal hem de şeytani yanlarını göstermeye çalışmış. Zorba, geçmişin geçip gittiğini, geleceğin henüz gelmediğini, önemli olanın ânı yaşamak olduğunu düşünen yaşlıca bir karakter. Yaşadığı onca şeyden, edindiği sayısız tecrübeden sonra insanın bir canavar olduğu sonucuna varmış; medeniyetin insanı riyakârlaştırdığını, insan doğasına aykırı bir yaşama biçimini dayattığını düşünen, hiçbir şeye inancı kalmamış biri. 

* Anlatıcı ise kafayı okuyup yazmakla bozmuş, hayatı yaşamaya değer kılacak bir şeyler arayan, bir şeyler bulduğunda tatmin olmayıp arayışına devam eden otuz beş yaşlarında biri, bir mütereddit münevver J. Bu kişinin girişimciliği, patronluğu falan önemsiz hususlar bence.

* Romanın olay örgüsü temelde Zorba ve bu mütereddit aydının tanışmasına, Girit’te bir maden ocağı işletmeye çalışıp “başarısız” olmalarına dayanır. Fakat asıl olan bu ikilinin yaşam, yaşamın amacı, kadınlar, din(ler), savaş, milliyetçilik, sosyalizm gibi önemli konularla ilgili bazen yüzeysel bazen derinlemesine kurdukları diyaloglardır. Bu diyalogların, özellikle bu konulara ilgi duyan okurlar için merakla okunabilecek satırlar olduğu söylenebilir. Okur, ikilinin bu meselelerle ilgili olarak birbirlerine sordukları soruları kendi kendine de sormadan edemez, onların verdikleri ya da vermeye çalıştıkları cevapları da sorgulayacaktır pek tabii.

* Romanın Türkçesini genel olarak beğendim. Hayranlıkla okuduğum cümleler oldu. Mesela “Fellah veletleri gibi güneşten yanmış, çıplak ayaklı iki köylü çocuğu koşup valizleri yüklendiler. [s. 40]” cümlesindeki “fellah veletleri”** deyişi… Kimin aklına gelirdi ki böyle bir çeviri? Harika!

* Romanın film uyarlaması da varmış. İzlemedim ama merak etmiyor değilim, bir gün inşallah…

* Evet, kısa birkaç not alayım derken epey uzattım; fakat Zorba üstüne çok daha fazla şey söylenebilecek, enine boyuna tartışılmayı hak eden bir eser gerçekten. Doğrusu, bu satırları, eserle ve genel olarak Kazancakis’le ilgili pek bir şey okumadan yazdım. Umarım, yazarın diğer eserlerini okuyup, onu ve yapıtlarını yakından tanıyanlara da kulak vererek komşumuz olan ve az çok bizi de anlatan sanatçıyı ben de yakından tanırım.

Keyifli okumalar herkese…

* “Zorba, Yunan yazar Nikos Kazancakis'in ilk kez 1946'da yayımladığı romanıdır. Özgün adı Βίος και Πολιτεία του Αλέξη Ζορμπά (Transliterasyonu: Vios Kai Politeia Alexi Zorba, Türkçesi: Alexis Zorbas'nın Hayatı ve Maceraları) olan kitap İngiltere ve ABD'de Zorba the Greek (Türkçesi: Yunan Zorba) adıyla yayımlanmıştır.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Zorba_(roman) Erişim: 12.12.2021)

** Orijinal metinde de benzer şekilde geçiyor olabilir, bilmiyorum.

ALINTILAR:

Hayatımda bana en çok iyiliği dokunan şeyler, gezilerle düşler olmuştur. (s. 9. “Yazarın önsözü”nden…)

Güzelliğe lanet olsun, dedim, çünkü güzellikler kalpsizdir ve insanın acısıyla ilgilenmez. (s. 12. “Yazarın önsözü”nden…)

Kusura bakma patron ama, sen bir kâğıt faresisin. Şu zavallı sen de, hayatında bir kez olsun güzel bir yeşil taş görebilirdin, ama göremedin. Vallahi işsizken bir yerde oturuyor ve kendi kendime düşünüyordum, "Cehennem var mı, yok mu?" diye. Fakat dün mektubunu alınca şöyle dedim: "Bazı kâğıt fareleri için kesinlikle bir cehennem vardır." (s. 13. “Yazarın önsözü”nden…)

Bu dünyanın birçok zevkleri vardır: kadınlar, meyveler ve düşünceler. Ama, tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak... Sanırım ki, cennette bile insanın yüreğine daha fazla girebilecek başka bir zevk yoktur. Başka hiçbir yerde düşlerle, bu [s. 29] derece sakin ve gerçekten daha kolay bir biçimde buluşamazsınız; sınırlar seyrekleşir ve en külüstür geminin bile direkleri filizlenip salkım verir; şu Yunanistan'da hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir. [s. 30]

Sonunda ne zaman yalnız başıma, arkadaşsız ve sırf her şeyin düş olduğu gerçeğiyle birlikte ıssızlığa çekileceğim? Vücudumun hastalıktan, cinayetten, ihtiyarlık ve ölümden başka bir şey olmadığını görerek özgür, korkusuz, baştan başa sevinç içinde ormana ne zaman çekileceğim? Ne zaman? Ne zaman? (s. 40)

Zorba her şeyi, her gün ilk kez görmektedir. (s. 71)

Yıldızlar titriyordu. Deniz dingince iç çekiyor ve çakılları yalıyordu. Bir ateşböceği, karnının altındaki sevdalı, altın sarısı-yeşil renkli fenerciğini yaktı. Gecenin saçlarından çiy damlıyordu. (s. 75)

Bilmiyordum. Neyin yıkılacağını iyi bilmekteydim ama, yıkıntılar üzerine neyin sıvanacağını bilmiyordum. "Bunu hiç kimse kesin olarak bilemez," diye düşünmekteydim, eski olan şey ele avuca sığar, sağlamdır, her an onu yaşar ve onunla savaşabiliriz. Gelecekteki şey daha doğmamıştır, tutulmaz haldedir, kaypaktır, düşlerin yaratıldığı malzemeden yapılmıştır, güçlü rüzgârların (aşk, olağanüstülük, talih ve Tanrı) çarptığı bir buluttur, seyrekleşir, sıklaşır, biçim değiştirir. En büyük peygamber, insanlara yalnız bir tek parola verebilir ve bu, ne kadar belirli değilse, veren o kadar çok peygamberdir. (s. 82)

Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız. (s. 86)

Küçük çocukken hayalim alabildiğine işler, arkadaşlarıma olağanüstü şeyler anlatır, sonra onlara kendim de inanırdım. (s. 92. Hem içerik hem de üslup açısından buna çok benzer Pamuk cümleleri okuduğumu hatırlıyorum...)

Mutluluğun, basit ve açık bir şey olup bir bardak şarap, bir kestane, kendi halinde bir mangalcık ve denizin uğultusundan başka bir şey olmadığına aklım yattı. Yalnız, bütün bunların, mutluluk olduğunu insanın anlayabilmesi için basit ve açık bir kalbe sahip olması gerekiyordu. (s. 102)

Konfüçyüs der ki: "Pek çokları mutluluğu, insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır." (s. 113)

Yanımda bulunmadığın, yüzümün nasıl bir biçim aldığını görmediğin ve böylece ben de, aşırı duyarlı ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıya bulunmadığım şu anda, seni çok sevdiğimi söyleyebilirim. (s. 116)

Hayatım [s. 125] yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşmüştüm ki, bir kadına âşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim. [s. 126]

[Kadın?]

"Bu kararsızlık geçidini, şarlatanlık tapınağını, bu günah testisini, bu hile otlarının dikilmiş bulunduğu tarlayı, bu Cehennem’in giriş yerini, bu kurnazlıklar taşan sepeti, bu bala benzeyen zehri, ölümlüleri dünyaya bağlayan bu zinciri; kadını kim yarattı?" (s. 137)

"Gerçek mutluluk budur: hiçbir yükselme tutkun olmadan bütün o tutkulu olduğun yüksekliklere erişmiş- [s. 144] sin gibi köpekçesine çalışmak. İnsanlardan uzak yaşayıp onları sevmek ve onlara gereksinme duymamak. Noel olunca, iyice yiyip içmek. Sonra bütün tuzaklardan yalnız başına kaçmak. Yıldızlar tepende, toprak solda, deniz sağda olsun ve birden, kalbinin içinde hayatın son çabasını da tüketip masal olduğunu duyasın. [s. 145]"

Yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur. (s. 148)

[Ben :)]

"Yakından gördüm onu patron; yanağında bir beni vardı ki, adamın aklını başından alır. Ne sırdır o benler be, kadının yüzünde!" (s. 152. Zorba konuşuyor…)

"Namussuz kadınların müthiş bir burunları olduğunu ve hangi erkeğin kendilerine hasretlik çektiğinin, hangisinin ise nefret ettiğinin kokusunu hemen aldıklarını söylemek istiyordum[.]" (s. 176)

"Cömert olmalı, parayı savurmalıyım; kadınlar böyle hareketler karşısında sersemler. Boktan yaratıklardır, kambur da olsan hepsini unuturlar. Hiçbir şeye bakmaz kokmuşlar; yalnız para saçan ele bakarlar!" (s. 177)

Küçük çocukken kuyuya düşme tehlikesi geçirmiştim. Büyüyünce de "sonsuzluk" sözcüğünün içine düşme tehlikesiyle karşılaştım ve birkaç başka sözcüğün içine daha: "Aşk", "umut", "anayurt" ve "Tanrı". Her yıl kurtulup ilerlediğimi sanıyordum. İlerlemiyor, yalnızca sözcük değiştiriyor ve buna "kurtuluş" diyordum. (s. 204)

Bugünün zehrini yitirmek istemiyorduk. Uyku, sanki tehlike ânında bize, kaçma anlamında bir şey olarak görünüyordu; uyumaktan utanıyorduk. (s. 302)

"Yeni bir yol, yeni planlar!" diye bağırdı. "Artık dün- [s. 306] küleri hatırlamaktan, yarınkileri istemekten vazgeçtim; şimdi, şu anda ne oluyor, o ilgilendiriyor beni. [s. 307]"

"Bil ki, gerçek kadın, erkekten aldığından çok, ona verdiği hazdan zevk alır..." (s. 307)

"Dinle oğlum: Tanrı'yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayırduam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!" (s. 313. Hüseyin Ağa’dan…)

"Tam bu anda beklenmedik bir kurtuluş duyuyordum. Sanki, gereksinmenin sert ve aldatılması olanaksız kafatasının içinde, küçük bir köşede oynayan özgürlüğü bulmuş, onunla birlikte oynamaktaydım." (s. 327)

"Mutluluk, borcunu yerine getirmek demektir; borç ne kadar güç olursa, mutluluk da o kadar büyük olur..." (s. 329)

Zavallı insan, ruhunun çevresine, yüksek ve aşılmaz bir çit örmüş, içinde günübirlik vücut ve ruh hayatçığına düzen ve güvenlik sağlamaya çalıştığı küçük bir harman yapmıştır. Bu harmanın içinde her şey çizilmiş yolları, kutsal göreneği izlemeli; basit, kolay anlaşılır yasalara uymalıdır. (s. 332)

İnce kemikli boynunu kaldırıp sessizce içen Zorba'ya baktım. Ona bakıyor ve bu hayatın gerçekten ne şaşırtıcı bir sır olduğunu, insanların, fırtına tarafından kovalanan sonbahar yaprakları gibi nasıl birleşip ayrıldıklarını ve insanın bakışlarıyla sevdiği kimsenin yüzünü, vücudunu ve el hareketlerini boşuna yakalamaya çalıştığını, birkaç yıl sonra da, gözlerinin mavi mi, yoksa siyah mı olduklarını hatırlamayacağını düşünüyordum. (s. 335)

[İpi koparmak...]

"Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kâr şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!" (s. 336)

Çocukluğumda büyük atılımlarım, insanüstü heyecanlarım olmuştu; yalnız başıma oturup içimi çekerdim, çünkü dünyaya sığmıyordum. (s. 337)

1 Şubat 2022 Salı

BÜTÜN ÖYKÜLERİ (ORHAN VELİ)

(Orhan Veli, Bütün Öyküleri, Can Yayınları, 1. basım, Nisan 2021, İstanbul, s. 52.)

Elli iki sayfalık minik bir eser bu. Kitapta biri çeviri yedi öykü var:

Hoşgör Köftecisi

Kan

Baharın Ettikleri

Öğleden Sonra

İşsizlik

Denize Doğru

Yaşasın Aşk (William Saroyan)

Yalın ama yine de şiirsel bir dil, kısa cümleler; yaşamdan anlık görüntüler, sıradan insanlar… Bu öyküler bana hem içerik hem de üslup özellikleri bakımından Sait Faik’in öykülerini hatırlattı.

Orhan Veli, Hoşgör Köftecisi’nde bir balıkçı meyhanesini gözlerimizin önüne getiriyor, mekânın kendi hâlindeki insanlarına şöyle bir dokunup geçiyor. Kan’da ustaca bir manevra ile okuru az çok bir gerilim içine sokuyor yazar. Okur ne olacak, kim kimi vuracak diye beklerken de öyküyü hiç umulmadık bir biçimde bitiriveriyor. Baharın Ettikleri öyküsünün kendi var oluşunu (yazılışını) konu edindiğini söyleyebiliriz. Yazar, postmodern yapıtlarda daha sık gördüğümüz bir oyunla, kurmacanın kurmaca olduğunu imleyerek yapıyor bunu. Öğleden Sonra’da bir sahil lokantasında gözüne çarpan bir kızdan bahsediyor. Lokantada çalışan kambur bir kızdır bu. İşsizlik’te aylak kahramanımız bir parkta hayallere dalar gider. Denize Doğru, yazarın başlıkta da belirttiği üzere şairane bir metin. Bu öyküde doğa ve deniz tutkusuyla, özgürce yaşama isteğiyle kendinden geçmiş bir kahraman karşılıyor bizi. Öyküyü okurken bu kahraman gibi biz okurlar da stres kaynağı bütün “ciddi” işlere boş vermek istiyoruz gerçekten. Yaşasın Aşk ise Orhan Veli’nin W. Saroyan’dan serbestçe çevirdiği bir aşk öyküsü, aşkın anormal doğasından bir kesit.

Şiirlerini severek okuduğum, modern Türk şiirinde büyük bir atılıma imza atan Orhan Veli’nin öykülerini de keyifle okudum. Fırsat bulursanız göz atabilirsiniz.

---

Öykülerde az da olsa bazı eski veya günümüzde pek kullanılmayan kelimeler bulunuyor. Bunları topluca açıklamaya çalışarak yazıma son vereyim.

Hoşgör Köftecisi’nden:

Camekân: vitrin.

Tahlisiye simitleri: cankurtaran simitleri.

Mustatil: dikdörtgen (masa).

Muntazam: düzenli, sürekli ve düzgün bir biçimde.

Külhanbeyi edasıyla: serserice bir tavırla, kabadayı gibi davranarak.

Enikonu: iyiden iyiye, iyice, oldukça.

İcap etmek: gerekmek.

Peyke: oturmak için yapılmış duvara bitişik, alçak, tahta sedir.

İskemle: arkalıksız sandalye.

Kan’dan:

Martin: tek kurşun atan bir tür tüfek.

Mavzer: [Alman silâh yapımcısı Wilhelm von Mauser’in adından] Atış hızı dakikada ortalama altı mermi olan bir tüfek çeşidi.

Vız gelmek: pek önemsiz görünmek.

Bir hâl olmak: bir şeyin çok tekrarlanması yüzünden bitkin duruma gelmek, usanmak, bezmek, fenalık gelmek.

Horoz: ateşli silahlarda çakmak taşına veya merminin kapsülüne vurmaya yarayan metal parça.

Sökün etmek: birçok kişi veya şey birbiri ardından gelmek, görünmek.

Bakraç: çoğunlukla bakırdan yapılan kulplu, küçük bakır kap.

Mihman: misafir, konuk.

Karşılama: Trakya ve Marmara bölgesinde oynanan bir halk oyunu.

Seza: uygun, yaraşır, bir şeye değer.

Hasılı: sözün kısası, kısacası.

Eğlenti: neşeli ve hoşça vakit geçirilen toplantı.

Saz: birden çok çalgının bulunduğu takım.

Kubay: kupay, iri kulaklı bir çeşit av köpeği. (“Koskoca” TDK sözlüğünde yer almıyor, ilginç.)

Meyil: eğilme veya bir yana eğilmiş olma, eğik durma hâli, eğim, eğiklik (“yamaç” diyebiliriz).

Kâh: bazen.

Baharın Ettikleri’nden:

Taraça: teras.

Domuzuna: inadına; adamakıllı, iyiden iyiye.

İllallah demek: usanmak, bıkmak, bezmek.

Taş çıkarmak: (biri ötekinden) üstün ve baskın olmak, bilgi ve maharetiyle üstün gelmek.

Peyda olmak: ortaya çıkmak, belirmek, görünmek.

Esvap: giysi.

İskarpin: ökçeli, konçsuz ayakkabı. (konç: ayağa giyilen şeylerde ayak bileğinden baldıra doğru olan bölüm.)

Entari: genellikle tek parçalı kadın giysisi.

Pertavsız: büyüteç.

Kibar: zengin ve/veya soylu kişi.

Çil yavrusu gibi dağılmak: toplu olarak bulunan insanların her biri bir yana dağılmak.

Öğleden Sonra’dan:

Alamana: balık avlamakta veya yük taşımakta kullanılan, tek veya iki direkli ve açık güverteli, büyük kayık, alamanata.

Felek: (felenk, filenk) sütun, büyük taş, gemi vb. çok ağır şeylerin bir yerden bir yere kolaylıkla nakledilmelerini sağlamak için altlarına konan, üzerinden kaydırıldıkları kalın ve yuvarlak ağaç, bir nevi kızak.

Turfanda: mevsiminden önce veya mevsim başında yetiştirilmiş (meyve, sebze).

Çavalye: (çavela) tutulan balıkların içine konduğu sepet.

Hallihamur olmak: birbirine karışmak, bir şeyin içinde erimek, onunla kaynaşmak.

İmanı gevremek: çok yorulmak veya sıkıntı çekmek.

İşsizlik’ten:

Bahçe: park.

Sıra: bank.

Yağlı kuyruk: çok ve kolay kazanç sağlanan kimse veya iş.

Bopstil: züppe.

Nazar-ı dikkati celbetmek: ilgi çekmek.

Kıl pranga kızıl çengi: giyimine çok özenmiş, çok özenli giyinmiş kimseler için kullanılır.

Şamfıstığı: Antep fıstığı.

Apteshane: tuvalet, WC.

Melal: hüzün, keder.

Tersyüz etmek: bir süre kullanılmış olan giysileri (daha uzun süre giyebilmek için) içini dışına çevirip yeniden dikmek, tornistan yapmak.

Denize Doğru’dan:

Dalyan: deniz, göl ve ırmakların kıyılara yakın yerlerinde ağ ve kazıklarla oluşturulan, büyük balık avlama yeri.

Mekik dokumak: iki nokta veya durum arasında sürekli gidip gelmek.

Sıram sıram: sıra durumunda veya sıralanmış olan; sırası geldikçe.

Çamçak: ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı, çapçak.

Anafor: girdap.

Mecmua: dergi.

Ecirlik: uşaklık, hizmetçilik.

Mihnet: sıkıntı, zorluk, eziyet.

Sinsile: soy, sülale.

Kozunu paylaşmak: aralarındaki anlaşmazlığı zora başvurarak çözümlemek.

Celallenmek: öfkelenmek, kızmak.

Alelade: bayağı, sıradan.

Şeytan minaresi: bazı deniz böceklerinin koni biçimindeki kabuğu.

Pina: tropik denizlerde diplerde yaşayan, iri yapılı yumuşakçaların ortak adı.

Yaşasın Aşk’tan:

William Saroyan (1908-1981): Ermeni asıllı Amerikalı roman, hikâye ve tiyatro yazarı.

Jönprömiye: önemli rollerde oynayan genç erkek oyuncu, jön.

Hayalî fener: çok zayıf kimse.

Çiroza dönmek: çok zayıflamak.

Bu minval üzere: bu şekilde.

Püriştiha: çok iştahlı.

Mizaç: huy, yaratılış.

NOT: Kelimelerin sadece metindeki anlamı verilmiştir. İmlada son değişikliklere uymayan kelimeler vardır. Daha ziyade TDK’nin çevrim içi sözlüğünden ve çevrim içi Kubbealtı Lugatı’ndan yararlanılmıştır.

ALINTILAR:

Bir eser, içi­ne dün­ya­nın en çir­kin re­ali­te­le­ri­ni dol­dur­mak­la ré­alis­te ol­maz. Sefalet­le­ri, ıs­tı­rap­la­rı, sı­nıf te­zat­la­rı­nı en kes­kin hat­la­rıy­la can­lan­dır­mak is­te­yen çok ke­re mübalağaya dü­şer. Dün­ya­yı hep ka­ra göz­lük­le gör­mek, per­tav­sı­zı sade­ce pis­lik­le­rin üze­rin­de do­laş­tır­mak ben­ce ro­man­tis­me’in ta ken­di­si­dir. Yirminci yüz­yıl ada­mı­nın­sa ro­man­ti­que ol­ma­ya hak­kı yok ar­tık. Ce­mi­ye­te faydalı ola­bil­mek, in­san­la­rı, söylediklerimize inan­dır­mak­la müm­kün. Ré­alis­te ya­zar­la ro­man­ti­que ya­za­rı ko­nu bakımından da ayı­ra­ma­yız. Çün­kü yer­yü­zün­de ré­alis­te olay ya­hut ro­man­ti­que olay di­ye bir şey yok­tur. Bir ya­za­rın ede­bi hüviyetini sa­de­ce iş­çi­li­ği ta­yin eder. (s. 23)

Böyle bir vaka gerçekten olabilirdi, değil mi? Öyle ya, olur olur! Niçin olmasın? Olmadı halbuki. Hepsini kendim uydurdum. (s. 25)

Kimi adamlar derler ki: "Aşk, insanı güzelleştirirmiş. Orasını bilmem; ama iş güzelleştiriyor. Bu sözün doğruluğunu, bu kambur kızda, elle tutulur bir gerçek halinde buldum.* (s. 28. * "Aşk, insanı güzelleştirirmiş.["] Çift tırnağı unutmuşlar...)

Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz? Korkunç. (s. 32)

Sonunda karşı sırtların ardında güneş battı. Keşke batmasaydı; ne güzel bir gündü! (s. 32)

Herkesin yemeğe gittiği bir saatte benim, parasız pulsuz buralarda dolaşmam bir suçmuş gibi geliyor bana. (s. 33)

Oh, canım ekmek! Sıcak ekmek! Taze ekmek! Yeni çıkarken ne güzel kokar fırınların önü! Fırından yeni çıkmış ekmek ne güzel yakar insanın elini! (s. 34)

Mih­ne­te alış­mış in­san, za­man za­man, her şe­ye boş ver­me­si­ni de bi­li­yor. (s. 41)

Aşk saç­ma bir şey. Hep öy­le ol­muş­tur za­ten; da­ima da öy­le ola­cak­tır. Ger­çi, tek var olan şey; ama saç­ma. (s. 47)

YALNIZ SENİ ARIYORUM (ORHAN VELİ)

(Orhan Veli, Yalnız Seni Arıyorum Nahit Hanım’a Mektuplar, YKY, 7. baskı, İstanbul, Temmuz 2020, s. 170.)

Eser, Orhan Veli’nin (1914-1950) hemen hemen tamamı 1947-1950 arasında sevgilisi Nahit Hanım’a (Nahit Fıratlı, 1909-2002) yazdığı mektuplardan oluşuyor. Nahit Hanım pek çok şairle dostluk kurmuş, aşk yaşamış bir figür. Anlaşılan fena fettan güzellerden biri. Düşman başına! Orhan Veli’ye az çektirmemişe benziyor. Hoş, Orhan Veli de aşkında pek samimi gelmedi bana. Açıkçası mektuplarda da kayda değer bir şey yok. Kitap sanki bütün mektupları içermiyor; en sıkıntısız veya suya sabuna dokunmayanlar, dolayısıyla da en heyecansız olanlar toplanmış gibi. Yani, ya Nahit Hanım bazı mektupları saklamadı ya da ondan kalanların hepsi yayımlanmadı. (Eseri hazırlayan Murat Yalçın’ın kitabın başındaki tanıtım yazısı bu kuşkuyu bütünüyle ortadan kaldırmaya yetmiyor.) Belki de o dönemlerde güvenli olmayacağı gerekçesiyle mektuplar zaten böyle yazılıyordu, bilemiyorum.

Yine de malum, mektuplar da anılar gibi zevkle okunan birinci elden kaynaklardandır. Dikkatli bir okur ya da araştırmacı bu metinlerden çok şey öğrenebilir, edebiyat tarihinin veya genel olarak tarihin gizli kapaklı kimi noktalarını aydınlatabilir. Eserde bahsi geçen, dönemin önemli isimleriyle ilgili ilginç bir iki olay, Orhan Veli’nin feci parasızlığı, Ankara ve İstanbul’un o zamanki durumları ve Demokrat Parti iktidarının ilk beş ayıyla ilgili birkaç gelişme özellikle okunmaya değer. Ayrıca, gerektiğinde yapılan aydınlatıcı açıklamalar ve sondaki dizin de çok yararlı olmuş.