28 Haziran 2025 Cumartesi

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER (AMİN MAALOUF)

Pek uzatmayı düşünmüyorum, umarım başarırım bunu.

Amin Maalouf kimlik, azınlıklar ve sorunları, Doğu-Batı meselesi gibi netameli konularda sesli düşünmeye çalışmış. Eserin sonunda kitabı yazma amacını şöyle dile getiriyor: "[...] ben sadece birkaç fikir ortaya atmak, bir tanıklık getirmek ve bana her zaman son derece büyüleyici, son [s. 132] derece şaşırtıcı gelen, bana hayat veren bu dünyayı izledikçe daha da çok meşgul eden konular üzerine düşünülmesini sağlamak istedim. [s. 133]" Böyle mütevazı bir amacı olmasaydı bu ciddi konularda kayda değer bir şey söylemediğini, beylik lafları geveleyip durduğunu iddia edip eleştirebilirdik onu. Şu durumda böylesi bir eleştiri insafsızlık olabilir. Dünyayı ve insanlığı ilgilendiren önemli meselelerde çoğu insan radikal -ve biraz da bu nedenle orijinal- düşünceler duymak veya okumak istiyor. Acaba birtakım sorunların çözümü tam da bu nedenle erteleniyor olmasın? Yani sorun çetrefilli ve çok boyutluysa çözüm de öyle olmalı gibi bir akıl yürütüyor olamaz mıyız? Pek katılmıyorum açıkçası; fakat yine de bazen basit düşünmek, geçici çözümlerle yetinmek de gerekebilir. Üstelik meselelerin hakkıyla bilinmediği bir durumda onların tanıtılması, tartışılması da çok önemli. Zaten çözüme giden yol da buradan geçmiyor mu? Önce hastalığa bir tanı koyalım, sonra tedavi edelim demiyorum elbette, eş zamanlı da bir şeyler yapılabilir.

Ölümcül Kimlikler, bazı önerileri* gerçekçi görünmese de, yaklaşımı ezik ve Batılı bulunabilecek olsa da okunmaya değer. Çünkü yazar bahsettiği kimi sorunları bizzat yaşamış veya onlara yakından tanık olmuş, kimliğinin bileşenlerinde hem Doğulu hem Batılı unsurlar bulunan biri. Böyle insanların tanıklıkları veya anıları bile ilgi çekici olabiliyor.

Amin Maalouf'u ilkin bir romancı olarak lise yıllarımda Semerkant'ı ile tanıyıp beğenmiştim. Deneme türündeki eserleriyle, bir bakıma onun düşünür yönüyle sonraki yıllarda tanıştım. Kurmaca yazarlarının dünyanın gidişatıyla ilgili fikirlerini önemsediğim için yazarın bu konulardaki çabasını değerli buluyorum.

---

* Bir kişiye birkaç dil öğretilmesi vb. konular...

04.06.2023, Pazar

YAZ İÇİNDEN GEÇENİ

Bir yaz günü, şehrin en işlek caddelerinden biriyle çevrili, kuğu, kaz ve ördeklerin süzüldüğü havuzlara sahip güzel bir parka bir posta kutusu yerleştirdim. İzin gerekir miydi, bilmem; sormadım da. Bir metre boyunda bir metal çubuğun ucuna sabitlenmiş, kilitli, küçük bir çekmeceydi bu. Üzerine “YAZ İÇİNDEN GEÇENİ” yazılı, yaprakları koparılabilen bir defter ve bir tükenmez kalem koydum.

Elli adım ötede, asırlık bir meşenin karaltısına oturup sessizce izlemeye koyuldum. Saatler geçti. Bir ara sığınmacı çocuklar defteri ve kalemi alıp kaçmaya yeltendi; onları uyarıp yerime döndüm. Kimse kutuya yanaşmadı. Kutunun ne olduğu, niçin konduğu gelip defterin üzerine bakılmadığı sürece anlaşılmıyordu. Bu sorunu “YAZ İÇİNDEN GEÇENİ”yi koparıp kutunun yan yüzeyine yapıştırarak aşmaya çalıştım.

Pusuda avını bekleyen avcılar gibi, tek cümle de olsa yazacak birini tekrar beklemeye başladım. Yüzlerce insan geçti kutunun yanından. Birkaçı merak edip kutuyu inceledi, ama bir şeyler yazan çıkmadı. Usanç kaplamaya başladı içimi. Tam kutuyu toplayıp eve dönecektim ki yaşlı bir adam yaklaştı. Bu adam bir saat kadar önce defteri karıştırmış, kutuyu incelemişti. “Yazacak mı acaba?” diye geçirdim içimden. Ama hayır, cebinden dörde katlanmış bir kâğıt çıkarıp kutuya bıraktı ve ağır adımlarla uzaklaştı. Belli ki yakınlarda bir yerde oturup bir şeyler yazmış, sonra da gelip atmıştı. Kutuyu söküp eve dönerken, merakım dizginlenemez bir hâle gelmişti. Evde, kâğıdı titreyen ellerimle açtım ve okumaya başladım:

“Merhaba Evlat,

Az ötede oturmuş, kurbanını bekliyorsun, değil mi? Hah, ha! Sanmam ki biri durup iki satır yazmış olsun. Kalemle defterin devri geçti gibi. Neden internette yapmadın böyle bir şeyi? Amacın ne, bilmiyorum. Ama emeğin boşa gitmesin diye bir şeyler karaladım.

İçimden neler mi geçiyor? Hayatımda ters giden şeylerin beni getirdiği yerden duyduğum rahatsızlığı düşünüyorum. Hayatın, bir kısmını istediğimiz gibi geçirebilmek için çok daha büyük bir kısmını istemediğimiz şekilde geçirmek zorunda kaldığımız bir şey olmasını hiç istemezdim. Fakat hayatım tam da böyle oldu. Keşke demesem de, kendime yazık ettim. Kendisinden iyilik, güzellik ve doğruluk dışında her şeyin çıkabileceği insanlara boş yere canımı sıktım. Ne lüzum vardı gerçekten? Bir yolunu bulup keyfime bakmalıydım.  

Şimdi içimden bir köşeye çekilmek geçiyor. Son yıllarda bir saplantı hâline geldi bu düşünce. İnsanlardan uzak, hayvanlarla, bitkilerle dost bir ömür sürmek istiyorum. Ne yazık ki ben geciktim. Sen geç kalma, evlat. Git, tavuk besle, ağaç dik, balığa çık, bahçende domates yetiştir. Hayallerinle istediğin kadar büyütebildiğin küçücük bir dünya kur kendine. Böyle sosyal deneylerle de yorma kendini. Bak, ıhlamurlar çiçek açmış. Mis gibi kokuyorlar, değil mi?

Ihlamur koklamaya çıkan adamdan baki muhabbetle.”

19 Haziran 2025 Perşembe

KALSIN BÖYLE

Çok düşündüm.

Ve vazgeçtim.

Babam sağ olsaydı konuşur, değiştirmeye ikna ederdim. Artık çok geç. Zaten yaşım ilerledi, bu saatten sonra benimle dalga geçecek değiller ya! Hem geçseler ne olur, çocukluk ve gençliğimden şerbetliyim. Hatta farklı ve etkileyici esprilere rastlasam sevineceğim; o denli alışmışım. Gerek yok. Evet, kalsın böyle. Babamın hatırına kalsın. Kim bilir ne düşündü, ne kadar uğraştı bunu seçmek için! İlkokul yıllarımda bir şeyler söylemişti. Bir çocuk için uzun ve karmaşık bir açıklamaydı. “İlk nefesimizden itibaren yenilmeye başlarız,” falan filan… Hiçbir şey anlamamıştım.  

Ne diyordum? Evet, önemi yok. “Bu nasıl isim oğlum böyle?” diyen öğretmenlerimi de, “Mağlup Can mı?” diye teyit isteyen memurları da unuttum. Askerde “Savaşmadan yenildin mi la? Zuha ha ha!” diye böğüren öküzleri de hatırlamıyorum. Evet, kalsın böyle. Bendeniz Mağlup Can, ezik bir babanın yenik oğlu… Babamı yalancı çıkarmadığım için sevinmeli miyim?

13 Haziran 2025 Cuma

“BİZ ARKADAŞIZ”

“Abi,” dedim, gediklisi olduğumuz çay bahçesinin loş ışığında, “benim niye sevgilim yok?”

Sıkça görüşüp dertleştiğim değerli büyüğüm, düşünme gereği bile duymadan yanıtladı: “Çaban yetersiz oğlum. Kızlar peşlerinden koşulmasını ister. Yeşil ışık gördüysen yürüyeceksin, abartmamak kaydıyla biraz ısrarcı olacaksın.”

“Aslında biri vardı abi,” dedim, içimde birikenleri dökmek için. “Cici bir hatun. Derin siyah gözlerinin anaforunda yitmemek için çok çabaladım. Başarılı da oldum doğrusu. Hep uzaktan sevdim. Sevgim içten içe yanan bir kor gibi yaktı beni, ama hiç belli etmedim.”

“Sen öyle san,” dedi, görmüş geçirmiş birinin pek de hoş olmayan rahatlığıyla.

“Gerçekten abi, çok dikkat ettim. Ama bir gece saat üçte mesaj geldi. Bir yazımı okumuş da, şu cümlede ne demek istemişim falan… Sabaha kadar yazıştık. Ah, o anlar! Mesaj yazarken nasıl da titriyordu ellerim!”

“Ee?” dedi. Alaycı bir ton vardı sesinde, onu hiç böyle bilmezdim. İçimden, “Bir dinle yahu!” diyordum, anlatacaklarımı zaten biliyormuşsun gibi davranma.

Yine de, bozuntuya vermeden devam ettim: “Neyse, bir gün dayanamadım, ‘Seni seviyorum kara gözleri mezarım olmayasıca,’ dedim, ‘seni çok seviyorum yavrum.’ Ne dedi biliyor musun abi? Meğer biz arkadaşmışız. Üzülmekten ziyade canım sıkıldı. ‘Arkadaşlarınla böyle misin?’ diye sordum. ‘Nasılmışım?’ dedi. Bir şey demedim.”

“Olabilir Ömer,” dedi büyüğüm. “Seni arkadaş olarak görmüştür.”

“Ama abi, biz öpüşmüştük,” dedim alçak sesle.

“Olsun, normal şu zamanda.”

“Öyle mi?” dedim uslu bir çocuk gibi. Sonraki sözlerini pek takip edemedim. Demek, ben onunla evlenip iki çocuk yaparken, kara gözlümün beni sadece bir arkadaş olarak görmesi normalmiş.

13.06.2025, Cuma

11 Haziran 2025 Çarşamba

İZMARİT AVI HARİÇ

Üniversite ikideydim. Kadıköy sahilinde Mert, Cihan ve ben aylak aylak dolaşıyorduk. Sanki her birimiz ne yapacağımızı, can sıkıntımızı nasıl azaltacağımızı düşünüyorduk. “Biz niye balığa gitmiyoruz?” deyiverdim. Mert, hemen o gün bir olta aldı. Cihan biraz nazlandıysa da gelmeye razı oldu. Üsküdar’a geçtik. Sahilde birkaç tur attık; kim, ne yakalıyor, nasıl yakalıyor gözlemledik.

Çoğunluk sarıkanat için çabalıyordu. İstavrit ve palamut için uğraşanlar da vardı. Biraz daha tenhada iki kişi de izmarit yakalıyordu. İzmarit adında bir balık olduğunu bile bilmiyorduk. Biraz izledik, nasıl yakalandığını sorduk, öğrendik. İzmaritte karar kıldık. Lüfer grubu bizim gibi acemiler için uygun değildi. Adamlar 200 gramlık kurşunları vınn diye neredeyse Boğaz’ın ortasına fırlatıyorlardı. Kıyıdan beş on metre açıktaki izmaritler için 40 gramlık kurşun yetiyordu.  

Gidip yemlik karides aldık. İstavrit çaparisini çıkarıp izmarit takımını taktık. Sırayla sallamaya başladık. Ben bir tane yakaladım. Onlar boş geçti. Ben bu sefer aynı anda iki tane çektim. Çocuklar gibi şendik. Sevinçten hoplayıp duruyorduk. Cihan atmayı bıraktı, benim atmamı istedi. Atmamla çekmem bir oldu. Mert’e verdim oltayı. Cihan, “Mert sen atma, Orhan atsın,” dedi. Ben razı olmadım. Mert bir iki kez denedi. Takımı kopardı. Yeni takımla yine salladım. Bu sefer bütün iğneler doluydu. Balıkları çıkardık, oltayı Mert’e verdim. Cihan, yine “Orhan atsın,” dedi. “Abi, ne olacak, hepimiz atalım,” dediysem de artık ikisi de işi bana bıraktı. Ben birkaç kez daha salladım, her seferinde yakaladım, ama onların da yakalamasını çok istiyordum. Zaten farklı bir şey yapmıyordum, şanslıydım sadece.

O gün elimizdeki bütün takımları Boğaz’ın serin sularında bırakıncaya dek balık tuttuk. Daha doğrusu ben tuttum, arkadaşlarım baktı. Bunun sebebini hâlâ düşünürüm. Talihin yüzüme güldüğünü hiç hatırlamıyorum; bu izmarit avı hariç. Yine de, zaman zaman, “Galiba anılarımı yazma vaktim geldi,” diyorum kendime, “belki, sevgisiz bir erkeğin hüzünlü hayatını merak eden biri çıkar.”

11.06.2025, Çarş.

9 Haziran 2025 Pazartesi

DİNLETEMEDİM

“Mahmut öldü hocam,” dedi Kerim. Mahmut’a çok takılırdı, ben de gıyabında da olsa yine şaka yapıyor sanıp espri niyetiyle, “Kaçıncı Mahmut?” diye sordum. Kerim’in yüzü düştü. İbrahim’de de bir durgunluk vardı. Hemen kendime geldim: “Ne! Ne zaman?”

Kerim, edebiyatı kazandıktan sonra benimle irtibatı koparmamıştı. Bazı ödevlerinde yardım istiyordu. Zaman zaman görüşür, çay kahve içer, sohbet ederdik. Sonra aramıza kendileri de öğrencim olan sınıf arkadaşları İbrahim ve Mahmut katıldı.

Kerim pandemiyi de bahane edip okulu uzattı, inşaatlarda çalışmaya başladı. Bir gün zengin olma hayaliyle bütün kazandığını bahiste kaybetti. İbrahim güvenlik oldu, belediyeye kapağı attı. Müteveffa Mahmut ise bocalayıp duruyordu. Kan davası yüzünden Batman’dan Konya’ya göçmüş bir ailenin beşinci ve son çocuğuydu. Fabrikadan çıktı, garsonluğa başladı. Garsonluğu beğenmeyip biraz da İbrahim’in özendirmesiyle özel güvenlik oldu. Fakat güvenlik olarak çalıştığı yerde de tutunamadı. Bu arada jandarmalık için sınava girdi. Sınavı ve mülakatı geçti, omurga eğriliği yüzünden sağlıktan elendi.

Her görüşmemizde babasıyla sorun yaşadığını söylerdi. Annesi iki sene önce ölmüştü. Babası, uçak bileti ve beş bin dolar karşılığında Fas’tan bir kız getirtip evlenmiş, bir de çocuğu olmuştu. Ben, “Evden ayrılman lazım Mahmut,” derdim, “adam yeni bir hayata başladı, genç bir karısı, bir çocuğu var.” Bana hak veriyordu. İşlerini yoluna koyup ev tutacaktı, fakat harekete geçemiyordu.

“Yanına bir iki kişi daha bul Mahmut, bir ev tutun. Kiralar da düştü biraz. Eşya sorun değil, kolayca bulunur, pek bir şey de tutmaz. Benim eski kanepeleri de vereyim, yavaş yavaş tamamlar gidersiniz.” Çok söyledim. Normalde müdahaleci biri değilimdir, nasihat vermek falan da hiç hoşuma gitmez. Ama Mahmut’un durumu düzelecek gibi görünmüyordu.

Ne yazık ki olan olmuş, Mahmut bir tartışma sırasında babasını bıçakladıktan sonra av tüfeğiyle intihar etmişti. Olayların gidişatını okuma becerimle gurur duysam da çok üzülmüştüm; iki can telef olmuştu sonuçta.

09.06.2025, Pt.

7 Haziran 2025 Cumartesi

“İFFETSİZLİK”

Annem, babam rıza göstermedi. Bütün akrabalar tuhaf karşıladı. Bazıları bana acıdıklarını saklama gereği bile duymadı. Neymiş, 27 yaşında hiç evlenmemiş bir genç, kendinden on yaş büyük, üç çocuklu bir kadınla evlenir miymiş?

“Seviyorum,” dedim, kestirip attım. “Seninki sevgi değil,” dedi babam, “âşıksın sen, fena tutuldun.” Babam haklıydı; tuhaf bir çekilmeydi, bir baş dönmesiydi benimki. Bilmez değildim, fakat aşkın gücünü kendime de, el âleme de göstermek istiyordum. Kararlıydım.

Ta ki abim gibi sevdiğim avukat arkadaşım Ömer’in dostça uyarısına kadar. “Beni dinlersen vazgeç bu sevdadan Emre’cim,” dedi. “Üç çocuğu veya yaşından dolayı değil, boşanma sebebini öğrendim.” Hemen ne olduğunu sordum. Ömer duraladı; gözlerini kaçırdı, büronun penceresinden dışarı bakmaya başladı. Boş ver diyecek sandım. Ama bendeki meraklı kararlılığı görünce sessizce, “İffetsizlik,” dedi.

“Olamaz!” diye çıkıştım, “Üç çocuktan sonra mı aklına gelmiş iffetsizlik, saçma!” Yıkılmıştım. Perişan hâlimi gören Ömer ayağa kalktı. O da çok üzgündü. Tek kelime etmeden yanıma geldi. Daha kollarını açmasına fırsat vermeden sarıldım. Hıçkırıklarım odadaki klima sesini bastırdı. Ağladım… Ağladım…

07.06.2025, Ct.

6 Haziran 2025 Cuma

CANIM ARKADAŞIM!

- İnsanları olduğu gibi kabul etmekte çok zorlanıyorsun Muzaffer…

- Evet. İyi de abi niye oldukları gibi kabul etmek zorundayız onları?

- Kendi rahatımız ve sağlığımız için oğlum. Neden olacak başka?

- Hmm, anladım.

- Hiç de anlamadın inatçı pislik! İki gün geçer veya geçmez yine yakınmaya başlarsın…

- Ama sen de biliyorsun ki eskisi kadar takılmıyorum artık bu meselelere Emre’cim.

- Doğru, çok şükür biraz aşama kaydettin. Neyse, iyi dinle, tamam mı? Bak oğlum, insan dediğimiz varlık da bir canlıdır. Açıkçası değeri de son birkaç yüzyılda artmıştır. Bu Hümanizm mümanizm falan filan… Aslında arttığını söylemek de zordur ya, görüntü öyle. Kölelik kaldırıldı. Cezalar daha az ürküntü verici hâle geldi. Kırbaç mırbaç cinsel fantezilerin bir oyuncağı artık. Oysa ne yaygın bir dayak yöntemiydi kim bilir! Neyse, konuyu dağıtmayayım. Bu canlı da ilgi görmek ister, kendisinin değerini diğerlerinin yargısıyla oluşturur. Sürüyle hareket eder. Büyük dertleri yoktur. Senin yaratılışında bir aksaklık olmuş olmalı oğlum. Daha ilkokuldayken, ABD neden Irak’a saldırdı diye kendini yiyip bitirmişsin. Herkes böyle değildir, iyi ki de böyle değildir. Anlıyor musun?

- Hı, hı…

- Sen kendine bak! Ne peygamber rolüne soyun, ne kurtarıcı, ne uyarıcı… Zaten yapamazsın. Aslında bu rollere soyunmuş değilsin, hakkını yemeyeyim. Şunu demek istiyorum: Diğerleriyle aranda bir fark varsa bile bunu doğal karşıla. Olabiliyor böyle şeyler. Eleştirilerinde haklı da olabilirsin, ama söyler misin, ne yapabiliriz? Dünyayı çekip çeviren bir güç müyüz oğlum biz?

- Haklısın abi, insanlık değişmez. Üstelik, inan, büyük bir güç olsak bile bir şey yapamayız. Ben yapamam mesela. Ne yapabilirim ki? Benim kafam da karışık...

- Evet. Bırak insanlar nasıl var olmak istiyorlarsa öyle var olsunlar, cari yaşama biçimini ne denli içten benimsemiş olurlarsa olsunlar… Ha, şimdi diyeceksin ki ben biraz da benim gibi insanlarla düşüp kalkmak istiyorum…

- Evet abi, çok hoşuma gitmiyor onların çırpınışları, ışıltılı görünme çabaları, ilgi ve sevgi açlıklarının onları sürüklediği saçmalıklar… Hem insanlara bok atıyorlar hem de onların ilgileriyle sarhoş olmaya teşneler…

- Hay senin teşneni! Teşne ne lan! Sana eski kelimeleri de yasaklıyorum. Şaka şaka… Ya tamam, haklısın dedim ya. Ama bırak bunları, görmezden gel lan! Delirtme adamı! Olabilir, bizim zamanımız da böyle. Az çok uyup gideceğiz onlara, çıkıntılık yapmanın âlemi yok oğlum. Tamam mı?

- Tamam… Hadi birer çay daha içelim.

- İçelim Muzaffer’im benim, canım arkadaşım!

06.06.2025, Cuma

5 Haziran 2025 Perşembe

AŞKIN ARİFESİNDE TARTI OYUNU

Sema Hanım kendini küçük şeylerle mutlu olmaya o kadar şartlandırmıştı ki büyük mutlulukları hayal bile edemiyordu. Matematiği iyi nadir tarihçilerden biri olarak, küçük mutlulukların birleşerek büyük bir mutluluk etmeyeceğinin de gayet farkındaydı. Bazı niteliklerin nicel ifadesi bir kandırmaca olabilirdi ancak. Arife günü et almak için yerel bir AVM’ye dalarken bunları düşünüyordu. “Üstelik hep küçük şeylerle mutlu olmamız isteniyor, ama bu küçük şeylerin neler olduğundan pek bahsedilmiyor.” Minik bedeninin sağladığı çeviklikle kalabalıkla sorun yaşamadan et reyonuna ulaştı.

Görevliye, bifteklik yazan tepsideki büyük bir et parçasını gösterdi: “Şu iki kilo gelir mi? İki kilo alacağım.” Görevli tarttı. Tartının ekranında 1.998 gr yazıyordu. “Kuşbaşı yapabilir misiniz?” diye sordu. Adam, şarküteri reyonundaki başka bir çalışana seslendi: “Emre, sen şuraya bak da eti doğrayayım, ablayı bekletmeyelim.”

Sema Hanım beklerken, bu kez Emre’ye çiğköftelik yazan iri dilimlerden iki tanesini işaret ederek “Sizin tarafınızdaki iki parça bir kilo gelir mi?” diye sordu. Aslında 900-950 gr geleceklerini tahmin ediyordu. Emre “Gelir, fazla bile gelir,” diyerek parçaları tartıya koydu. Ekranda 926 gr yazıyordu. “Bunlar öncekine eklenecek mi?” diye sordu Emre. “Hayır, hayır, onlar öyle kalsın.” Sema Hanım bir süre daha bekledi. Oldukça mutluydu. Her iki tartımda da tahminleri çok isabetli olmuştu. “İşte küçük şeyler bu gibi şeylerdir,” dedi kendinden emin bir biçimde. Gülümsedi.

Nesnelerin, özellikle yiyeceklerin ağırlığını tahmin edip tutturmaya çalışmak onun için keyifli bir oyundu. Yıllar önce aldığı mutfak terazisinde tartmadığı şey kalmamıştı. Gramı gramına tutturan tecrübeli satıcılarının videolarını şaşkınlıkla izlemeye devam etse de bu konuda kendisinin kat ettiği mesafeden de gurur duyuyordu. Sema Hanım, bugünlerde bir kitap paylaşım platformunda hayatının aşkıyla karşılaşacağından habersiz, ağırlık tahminlerinin verdiği küçük mutlulukla arabasına doğru, bir genç kız gibi seke seke yürüyordu.

05.06.2025, Perş.

1 Haziran 2025 Pazar

ULAN SOSYAL MEDYA!

Hava sıcaklığı bir anda 35 dereceden 5 dereceye düşer. Kara bulutlar toplanıp havayı karartır. Çok geçmeden iri damlalı bir sağanak başlar. Yağmur, birkaç dakika içinde fındık iriliğinde doluya dönüşür. Dolu taneleri, ağaçların yapraklarını makineli tüfek gibi biçmektedir. Sulu rüzgâr, sağa sola bomba parçası gibi dolu püskürtür. Ulu Çalap bir uyarı mı göndermiştir? Yaz günü bu nedir böyle?

Koca koca ağaçların, duldaların, çelenlerin, hatta camdan otobüs duraklarının işe yaramayacağı anlaşılır. İnsanlar en yakın kapalı mekâna seğirtir. Üç dört kişi de şehrin en büyük camisinin şadırvanına sığınmıştır. Bunlardan biri belediyede fen işleri müdürlüğünde mühendislik yapan Bekir Bey’dir. Belediye ileri gelenlerinin sıkça uğradığı camiye arada sırada girip çıkmasının iyi bir izlenim bırakacağını düşünerek o gün de ikindi namazı için gelmiştir. Yeni takım elbisesi ve taze tıraşıyla her zamankinden daha yakışıklı görünmekte, hiç de olağan olmayan bu doğa hadisesini mutlulukla karşılayıp uyanık bir çocuk heyecanıyla etrafını seyretmektedir.

Bu sırada koşuşturanlardan birinin şadırvana doğru geldiğini görür. Çantasını koltuğunun altına sıkıca kıstırmış, şemsiyesini başının üstünde tutmakta zorlanan şık bir hanım epeyce yaklaşır. Tam gruba katılacağı sırada şemsiye elinden fırlar. Bekir Bey hemen atılır. Şemsiyeyi kaptığı gibi, yüzünde bir gülümseme, füme çizgili gri takımıyla hanımefendinin karşısında dikilir. Hafif bir reveransla şemsiyeyi takdim edip kadının yanındaki boşluğa yerleşir.

Hanımefendi nazikçe teşekkür eder:

- Zahmet ettiniz, hiç gerek yoktu.

- Ne zahmeti, lafı mı olur? Aniden nasıl bastırdı, hiç böylesini görmedim!

- Ben de.

- Epey ıslandınız. Sağanak hafifledi, şurada bir kahve içelim mi?

- Sağ olun, Bekir Bey, ama kalsın.

- Pardon, tanışıyor muyuz?

Kadın hafifçe gülümser. “Zeynep Hanım’a selam söyleyin.” Uzaklaşırken ekler: “Çiğdem deyin, tanır.”

Bekir Bey afallar. “İyi de nereden tanıyor beni? Hah, kesin bizim hanımın arkadaşı, beraber fotoğrafımızı görmüş olmalı.” diye geçirir içinden. “Ulan, bir de sosyal medyanın aldatmaları artırdığı söylenir!”

31.05.2025, Ct.