29 Kasım 2020 Pazar

KARAKTER AŞINMASI (RICHARD SENNETT)

(Sennett, Richard, Karakter Aşınması, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, 15. Basım, 2020, İstanbul, s. 188.)

“Karakter” diyor Sennet, “kendimizde değerli bulduğumuz ve başkalarının değer vermesini beklediğimiz kişisel özelliklerimizdir.” Sonra, “[s]abırsız, mevcut ana odaklanan bir toplumda, hangi özelliğimizin kalıcı değer taşıdığına nasıl karar verebiliriz? Kısa vadeye kilitlenmiş bir ekonomide nasıl uzun vadeli hedeflere sahip olabiliriz? Her an parçalanan veya sürekli olarak yeniden şekillendirilen kurumlarda, karşılıklı sadakat ve bağlılık nasıl sürdürülebilir?” (s. 11) diye soruyor. Bunlara benzer soruları sıkça yineler Sennett: Zaman içinde oradan oraya, bir işten diğerine sürüklenen yaşantılardan beslenen yeni ekonomik düzende, “[h]ep kısa vadede yaşayan bir toplumda uzun vadeli hedefler nasıl güdülebilir? Kısa epizotlardan ve fragmanlardan oluşan bir toplumda, kişi nasıl bir kimlik anlatısı ve yaşamöyküsü geliştirebilir?” (s. 26)

Hemen söyleyeyim, yazar bu önemli soruları havada bırakmıyor. Önce, mevcut ekonomik düzenin karakterimizi, “özellikle de karakterin insanları birbirine bağlayan ve her birini sürdürülebilir bir benlik duygusuyla donatan özelliklerini” (s. 27) aşındırdığını somut örneklerle gözler önüne seriyor; sonra, bu soruları cevaplandırmaya çalışıyor ve kitabın sonlarında kesinlikle yabana atılamayacak öneriler sunuyor.

---

Yazarın “Rutin” bölümünde Diderot’nun ve Adam Smith’in rutine bakışlarını karşılaştırdığı sayfaları da ilgiyle okudum. “Diderot işteki rutinin, […] gerekli bir öğretici olduğuna, Smith ise rutinin insan aklını öldürdüğüne inanıyor[muş].” (s. 34.) Bu karşılaştırmada Sennett’nin, hayranlık duyduğu Smith’in tarafını tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu bölümde Fordizm’in yaşamımıza girişine de yer veren yazar, Anthony Giddens’a da laf sokmadan edememiş J.

Eserin, Davos toplantılarıyla, bu toplantıya katılanlarla ilgili 65-69. sayfaları müthiş ironik. Şu özeleştiri de sayılabilecek satırlar da sanırım alıntılanmaya değer:

“Benim kendi kuşağım, 1968’de, devrimin eli kulağında olduğunu sandığımız günlerde bizi büyüleyen o umutları ileride terk etmek zorunda kaldı; çoğumuz, istemesek de, merkezin solundaki, süslü sözlerin iş yapmaktan daha geçerli olduğu, o sisli bölgeye sığındık. [s. 66]”

İnsanın, iyi .ok yediniz, şimdi de karakterimiz aşınıyor diye ağıt yakın! diyesi geliyor. Neyse… Devam edelim:

“[…] Bu insanları sırf hain olarak [s. 66] görmek ölümcül bir hata olur. Benim gibiler, yaşamı mevcut gerçekliğe karşı pasif bir şüphecilik duyarak sürdürme konusunda uzman hale gelmişken, Davos’taki saray enerjiyle dolup taşıyor. [s. 67]”

Burada da şunlar geliyor dilime: Pasif şüpheciliğinize devam edin Sennett Amca, bal gibi de parayı seçtiniz, kimi kandırıyorsunuz? Neyse, Sennett’yi pek tanımadığım için bu lafları etmemiş olalım.

---

Karakter Aşınması, günümüz ekonomisinde hatta bütünüyle yaşama biçiminde anlamları büyük ölçüde değişen başarı ve başarısızlıkla ilgili olarak da bir şeyler söylüyor. Nedir başarı, maddi kazanç elde etmek mi? Ya başarısızlık?.. Maddi kayıplarımız mı? Asıl başarısızlık “[h]ayatı anlamlı kılmayı başaramamak, kendinde değerli bir şey görememek, salt varolmanın ötesinde gerçekten yaşamayı başaramamak” (s. 136) olmalı. Bu türden başarısızlık duygusunu parayla dindirmek mümkün mü?

Sennett, ilerleyen sayfalarda, bir psikoloğun tanıklığından da güç alarak başarı ve başarısızlık arasındaki tezat gibi bağımlılık-bağımsızlık şeklindeki tezadın da gerçekleri çarpıttığını söylüyor: “Psikolog John Bowly, “Kendi ayakları üzerinde durabilen insan, hiç de kültürel ilişkilerde varsayıldığı kadar bağımsız değildir” diyor; yetişkinlik döneminde, “sağlıklı biçimde kendi ayakları üzerinde du- [s. 161] rabilen bir kişi, koşullar gerektirdiğinde diğerlerinden yardım ister ve kime güveneceğini bilir.” Yakın ilişkilerde, birisine bağımlı olmaktan korkmamız, o kişiye güvenmediğimizi ve savunma güdümüzün baskın çıktığını gösterir. [s. 162]” “İnsanlar muhtaç olmaktan dolayı utanç duymaya başlayınca, diğerlerine karşı iyice şüpheci ve güvensiz olurlar. [s. 164]”

Yazar eserinin son sayfalarında yeni kapitalizmle yüzleşmek için karakter konusunu ele almak gerektiğini vurgulayarak kendi önerisini sunar:

“Ailemin acılarla dolu muhalif geçmişinden çok şey öğrendim; değişim, kitlesel ayaklanmalarda değil, ihtiyaçlarını birbiriyle paylaşan insanların arasında, toprakta yeşerir. Bu ihtiyaçlar ne tür bir politik programa hayat verir, bilemiyorum. Ama, insanları birbirleri için kaygılanmaz hale getiren bir rejimin, meşruiyetini uzun süre koruyamayacağından eminim. [s. 171]”

Özetle, Karakter Aşınması'ndan çok şey öğrendim. Sennett'yi, yukarıdaki kaba sözlerime rağmen, kaygılarında da temennilerinde de samimi buluyorum. Eseri, yer yer bir kurmaca tadı alarak keyifle okudum, siz de bir göz atın bence. 

Kasım 2020

27 Kasım 2020 Cuma

SEÇME İKİLEMİ (RENATA SALECL)

(Salecl, Renata, Seçme İkilemi, Çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İkinci Basım: Mayıs 2016, s. 136.)

https://www.youtube.com/watch?v=NRXCxJGQ4KY&ab_channel=TED adresindeki pek heyecanlı yazardan bu kitap sayesinde haberdar oldum. Bu arada eski kocası bizim meşhur filozofumuz Slavoj Žižek imiş J. Magazine başka bir zaman gireriz, size Žižek’ten de şu güzel videoyu https://www.youtube.com/watch?v=luTPBas7GDk&ab_channel=%C3%87eviriKonu%C5%9Fmalar sunup esere geçeyim.

Arka kapaktaki şu satırlar kitabı güzelce tanıtıyor:

“Günümüzde birçok konuda bizi bunaltacak kadar fazla seçenekle karşı karşıyayız. Marketteki peynir veya deterjan reyonlarından ev eşyalarına ve telefon servislerine kadar tüm tüketim ürünlerinde bizi zorlu seçimler bekliyor. Evet, tükettiğimiz ürünleri seçmekte —belli sınırlar çerçevesinde— özgürüz. Peki ya daha hayati meselelerde? Mesela parçası olduğumuz sistemi seçme şansımız var mı?

Seçme İkilemi'nde Renata Salecl her şeyden önce kapitalist düzenin sunduğu içi boş seçeneklerle bireyleri nasıl hayatlarını istedikleri gibi şekillendirebilecekleri yanılsamasına sevk ettiğini gözler önüne seriyor. Ona göre modern kapitalist toplumda yaşam tercihleriyle tüketici tercihlerine aynı muamele yapılıyor: "Doğru duvar kâğıdını ya da saç kremini bulmaya çalışır gibi 'doğru' hayatı bulmaya çalışıyoruz." Dahası, dört bir yandan gelen "Kendin ol!" buyruklarının baskısı altında sürekli kendimizi "keşfetmeye" ve "geliştirmeye" çabalıyor, tüm enerjimizi kendimize harcadığımızdan toplumsal değişim için gereken perspektifi kaybediyoruz. Yaşadığımız daimi kaygı ve tatminsizlik de cabası.

Kitapta ayrıca gündelik hayatta —örneğin aşk ilişkilerinde veya çocuk sahibi olup olmama konusunda— karşımıza çıkan zor seçimlerde devreye giren rasyonel ve irrasyonel mekanizmalar da irdeleniyor. Yalın anlatımı, keskin gözlemleri ve isabetli tespitleriyle Salecl, seçme konusu üzerinden insan psikolojisinin çetrefil labirentlerine ışık tutuyor.”

Şimdi de altını çizdiğim yerlerden birkaç alıntı yapayım dedim; ama o kadar çok yeri çizmişim ki bir “seçim zorbalığı”yla karşı karşıya kaldım J. Yine de birkaç tane yapayım:

“Postmodern profesyoneller yaşamın kendisini işlenecek, gözden geçirilecek, geliştirilecek bir tür sanat eseri veya proje olarak görüyor ve başarı, bu eserin olabildiğince eksiksiz bir ifadesinden oluşuyor. Dolayısıyla seçme fikri radikalleşmiş durumda; artık yaşamdaki her şey, toplumun öne çıkardığı mutluluk ve kendini gerçekleştirme idealine yaklaşmak amacıyla dikkatle verilmesi gereken kararlardan ibaret gibi görülüyor.” Sf. 25.

“Kapitalizm köleyi özgürlüğüne kavuşturur ve tüketici haline getirir, ama sınırsız tüketimin ucunda tüketicinin kendi kendini tüketmesi vardır.” Sf. 59.

Seçimlerimizin irrasyonelliğini sürekli vurgulayan yazar, aşk seçimlerinin de rasyonellikle pek ilgisi olmadığını ise şöyle dile getiriyor:

“Çoğu zaman içimizde farkında olmadığımız bir şeye hitap eden davranışlara, görünüşlere ve acayipliklere âşık oluruz. Aşk, rasyonel niyetlerimizi altüst edebilen bilinçdışı seçimlerimize fazlasıyla bağlıdır.” Sf. 71.

Yazarın konudan biraz uzaklaştığı şu cümle de hoşuma gitti. Kendimizi sevmemizi salık veren kişisel gelişim kitaplarını epey hırpaladıktan sonra şunları yazıyor Salecl:

“Asıl sorun, hâlâ başkaları tarafından sevilmeyi umuyor olsak da, kendini sevmeyi bu kadar öne çıkaran bir kültür içinde başka birini sevmenin gittikçe güçleşmesidir belki de.” Sf. 65.

Bu okunası eserin son paragrafı yazımızın da son paragrafı olsun:

“Meşhur John Lennon şarkısının sözleriyle: “Sen başka planlar yaparken / başına gelen şeydir hayat.” Aynısı seçim için de geçerlidir: Seçimler hakkında düşünmek ile seçim yapmak farklı meselelerdir. Ama seçim zorbalığını kabul mü yoksa ret mi edeceğimizi seçebiliriz — ilk adımımız da sunulan şeyin aslında ne olduğunu anlamak olabilir.” Sf. 126. 

27.11.2020

26 Kasım 2020 Perşembe

MUHTEŞEM GATSBY (F. SCOTT FITZGERALD)

(Fitzgerald, F. Scott, Muhteşem Gatsby, Çeviren: Fadime Kâhya, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, Ocak 2020, İstanbul, s. 176.)

Romanı okumadan önce Caz Çağı denilen dönemle ilgili bir şeyler bilmek yararlı olacaktır. Hadi bunu sizin için yapıvereyim J

Caz Çağı, 1920 ve 1930’larda ABD’de yaşanan bir dönem… Bu dönemde caz müziği ve dans stilleri popüler oluyor ve etkisini uzun süre devam ettiriyor. Bu sıralarda ABD’de alkollü içki yasağı da uygulanmış; fakat anladığım kadarıyla, iyi organize olmuş çetelerin de yardımıyla yasağa pek uyulmuyor. Dönemin isim babası ise bir eserine Tales of the Jazz Age adını veren yazarımız F. Scott Fitzgerald olmuş.

Romanda geçen başlıca kişileri de dercedelim mi şuracığa? Peki, edelim:

Nick Carraway: Anlatıcımız. Bütün hikâyeyi, olayları Nick anlatıyor.

Jay Gatsby: Gerçek adı James Gatz. Esrarengiz bir genç milyoner. Şüpheli iş bağlantıları ve saplantılı bir aşkı (Daisy Buchanan) vardır.

Daisy Buchanan: Çekici, coşkulu genç bir kadın; Nick'in ikinci kuzeni, Tom Buchanan'ın eşidir.

Thomas (Tom) Buchanan: Daisy'nin kibirli kocası. Bu da zengindir.

George B. Wilson: Araba tamirhanesi var. Myrtle Wilson'ın kocası.

Myrtle Wilson: George Wilson'ın eşi ve Tom Buchanan'ın metresi.

Jordan Baker: Daisy'nin uzun süreli arkadaşı, uzman ve ünlü bir golfçüdür.

İnternette romanla ilgili olarak verilen şu bilgi de işimize yarar:

Bazı semboller:

West Egg - Yeni Aristokrasi.

East Egg - Eski Aristokrasi.

Küller vadisi - Amerikan rüyasının çöküşü.

Doktor T. J. Eckleburg'in gözleri - Tanrı'nın gözleri gerçekleri havuzun içinde de görür.

Yeşil ışık - Gatsby'nin gelecek için hayalleri ve umutları, daha genel olarak; Amerikan Rüyası.*

---

Ben, İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan, Fadime Kâhya’nın çevirdiği eseri okudum. Bir tane de İletişim Yayınlarından çıkanı var, çevirmeni de farklı hâliyle. (Belki daha vardır, bakmadım.) Çeviri mi kötü yoksa metnin orijinalinde de sıkıntılar mı var bilmiyorum ama pek de keyif vermedi okuması. Bazı cümleler zar zor anlaşılıyor. Cümleler, paragraflar ve karşılıklı konuşmalar arasındaki bağlantılar da sekteye uğruyor bazı yerlerde. Sanırım “dokumada” kusurlar mevcut ve çeviri de bunları azalt(a)mayıp artırmış. İki çeviride bazı yerleri birbiriyle karşılaştırdım. Esaslı bir karşılaştırma yapmadım ama pek de birbirinden farklı gibi gelmedi bana. 

Kitabın arka kapağında spoiler içeren bilgiler verilmesi de hata olmuş; bir kitaba başlamadan önce önünü, arkasını, sırtını hatta bandrolünü gözden geçiren meraklılar için özellikle. Bu nedenle romanı okumayı düşünenler arkadaki tanıtımdan alıntılayacağım şu satırları es geçebilirler.

Muhteşem Gatsby yalnızca Fitzgerald'ın en parlak yapıtı değil, aynı zamanda 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının en iyi romanlarından biridir. Kahramanı Jay Gatsby'nin Long Island'da bir malikânede sürdürdüğü debdebeli yaşam tarzı, "Caz Çağı" olarak bilinen 1920'li yılları bütün coşkusu, aşırılıkları, şiddeti ve çöküşüyle yansıtır.

Eğitimsiz bir aileden gelen yoksul Gatsby, kendini baştan yaratır. Servet ve güç kazanarak yeni umutlar ve başlangıçlar vaat eden bir hayatın eşiğine gelen bu gizemli milyonerin tek dürtüsü saplantı haline getirdiği ilk aşkı Daisy'ye kavuşmaktır. En parlak düşlerinin bir öpücükte cisimleştiği beş yıl önceki bir anı yeniden yakalamaktır aslında. Ama geçmiş geçmiştir ve tekrar edilmesi mümkün değildir. Gatsby'nin uğradığı yıkım, Amerikan Rüyası'nın da çöküşüdür.”

Romandan hoşuma giden birkaç cümle alıntılayarak yazımı sonlandırayım:

“Birisini eleştirmeye kalktığında, şu dünyada her insanın senin sahip bulunduğun ayrıcalıklara sahip olmadığını hiç aklından çıkarma.” Sf. 1. (Nick’e babasının verdiği bir öğüt.)

“Neredeyse her türlü kendine yeterlilik gösterisi, bende sersemce bir hürmete yol açar.” Sf. 9.

“Yine de kente tepeden bakan sarı pencerelerimizin hizası, kararan sokaklardaki rastgele izleyiciye insan mahremiyetinden nasibine düşeni aktarmış olmalıydı ve ben de, yukarı bakıp merak eden o kişiydim. Hem içinde hem de dışındaydım, yaşamın durmak bilmez çeşitliliği karşısında hem büyüleniyordum hem de tiksiniyordum.” Sf. 33.

“[…] etraflarındaki kahredici ölçüde kolay elde edilmiş paranın farkındaydılar […]” Sf. 40.

“Ne zaman hoşça vakit geçirdiğimi görse eve gitmek ister.” Sf. 49. (Bir eğlence sırasında bir kocanın karısına söylediği cümle.)

“Büyüleyici metropol alacakaranlığında beni ele geçiren bir yalnızlık duyardım bazen ve başkalarının da; gecenin ve yaşamın en dokunaklı anlarını boşa geçiren, lokantada tek başına yenecek akşam yemeğinin saatini bek- [Sf. 54] lerken vitrinlerin önünde aylakça oyalanan zavallı genç memurların da içlerinde bu duyguyu taşıdıklarını hissederdim.” Sf. 55.

“Herkes temel erdemlerden en az birinin kendisinde bulunduğundan kuşkulanır ya, benimkisi de bu: Ben, ömrümde tanıdığım en dürüst birkaç kişiden birisiyim.” Sf. 57.

“[…] dudakları başarısız bir gülme girişimiyle aralandı.” Sf. 84.

“Bir adamın hayaletimsi yüreğinde biriktireceği şeylerle hiçbir ateş ya da serinlik başa çıkamaz.” Sf. 93.

“Bir kez daha baktım onlara ve onlar da, uzaklardan, [Sf. 93] yoğunlaşan yaşam tarafından ele geçirilmiş bir halde bana baktılar. Sonra onları orada baş başa bırakıp odadan çıktım ve mermer basamaklardan aşağı inip yağmura doğru yürüdüm.” Sf. 94.

“Düzeltmek için kendi gücünüzü tükettiğiniz şeylere yeni gözlerle bakmak, her durumda hüzün verici oluyor.” Sf. 102.

“Akşam yemeğinden kalkıp soğuk sahanlıklardan geçerek geri dönerken, bu ülkeyle özdeşliğimizin içinde onun ayrılmaz bir parçası olarak erimeden önce, bu tuhaf saat boyunca bu özdeşliğin dile getirilmez biçimde bilincine vararak, o havayı derin derin içimize çekerdik. 

Benim Ortabatım bu; buğday, bozkır ya da kayıp İsveç kasabaları değil; gençliğimin nefes kesici dönüş trenleri, sokak lambaları, donmuş karanlıkta ilerleyen kızakların çıngı- [Sf. 171] rakları ve ışıklı pencerelerin karın üstüne düşürdüğü kutsal Noel çelenklerinin gölgeleri. Ben bunun parçasıyım, o uzun kışların duygusuyla biraz ağırbaşlı, evlerin on yıllar boyunca hâlâ aile ismiyle adlandırıldığı bir kentteki Carraway evinde büyümüş olmaktan dolayı biraz kendini beğenmiş. Şimdi anlıyorum ki bu Batının bir hikâyesi olmuş sonuçta; ne de olsa Tom ve Gatsby, Daisy, Jordan ve ben, hepimiz Batılıydık ve bizi Doğu yaşamına belli belirsiz uyumsuz kılan, ortak bir yetersizliğimiz vardı belki de.” Sf. 172.

“[…] benim taşralı duyarlığımdan sonsuza değin kurtuldu.” Sf. 175.

---

* Caz Çağı ve romanla ilgili bilgileri Wikipedia’nın ilgili İngilizce ve Türkçe maddelerinden derledim. Romandan uyarlanan filmlerden hiçbirini izlemedim.

(26.11.2020)

23 Kasım 2020 Pazartesi

ON İKİYE BİR VAR (HALDUN TANER)

(Taner, Haldun, On İkiye Bir Var, YKY, YKY’de 5. baskı: İstanbul, Eylül 2020.)

Kitaba adını veren On İkiye Bir Var’ı nette bulup okumuş ve çok beğenmiştim. Tekrar okumak istedim; baktım kitabın baskısı var, sipariş verdim. Dün (19.11.2020) gelen kolideydi, açıp okumaya başladım hemen.

Yedi öyküden oluşuyor kitap. Hemen hepsini sevdim öykülerin; Taner’i takip edeceğim, diğer eserlerini de okumaya çalışacağım. Zeki adamları severim ve Taner o tür adamlardan biri...

Öykülerden sevdiğim bazı cümleleri alıntılamak istiyorum şimdi. (Tamamen öznel seçimler oldukları ve / veya bağlamları bilinmediği için öyküleri okumayanlara bir şey ifade etmeyebilir bu alıntılar; ama olsun, belki böylece kitaba karşı merak uyandırmış olurum sizde. Bir şey daha: Alıntılardaki vurgular bana ait.)

İlk öykü: On İkiye Bir Var

“O güne kadar benden gizli içimde işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum.” Sf. 9.

“Doktor, “Zamanı unut, alakadar olma” diyor. “Saat kaçsa kaç. Sana ne be kardeşim!” İyi ama, bu sade bir saat işi değil ki birader. Bu, her şeyden önce bir tempo meselesi. Haydi hiç saate bakmadık, saatle ilişiğimizi kestik diyelim, içimdeki bu tempodan nasıl kurtulmalı? Her an bu tempoyu duymamı, her şeyde ona uyan veya uymayan tempolar aramamı kim, nasıl önleyecek?” Sf. 13.

“[…] içimi, geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.” Sf. 13.

Doğrudanlık ve / veya mesaj verme gibi edebî metin için zaaf sayılabilecek bir nitelik taşımasına karşın şu paragraf da çok hoşuma gitti:

“Ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. Ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. Ayarsız saat, bunu bile beceremez. Saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. Zemberek saatin değil, hayatın da özü, temeli. Bir bakıma, hepimiz birer kurulu saat değil miyiz? Yaşama, bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? Yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen, zembereği bozulan... Eğitim, kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? Kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur hareket ederiz. Kimi hâlâ alaturka saat ayarı üzerine işler. Kimi Greenwich ayarıdır, kimi San Francisco... Bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. Memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkit başı tutar bizi geri alır. Daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. Geri kalacak olursak… “İleri alır” diyecektim ama geri kalana pek aldırmaz. Yurdumuz, Yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu.” Sf. 14.

“Son zamanlarda içimde, kurgusunun bitmekte olduğunu sezen bir saat çaresizliği var.” Sf. 15.

Eskiden beri az yaşamaktan, erken ölmekten korkarım. Sade ben mi, herkes korkar. Bu neden ileri geliyor? Ben düşündüm ve buldum: Hayatı kesif yaşamamaktan. Hayatı kesif yaşamaktan neyi anlıyorum? Sevmek, sevilmek, eğlenip yan gelmek, çubuğunu yakıp gününü gün etmek mi? Hayır… Karınca gibi durmadan çalışmak, para biriktirmek, ev kurmak, çoluk çocuk yetiştirmek mi? Bunlar da boş lakırdı. Kesif yaşamaktan sadece zamanın geçişini hissetmeyi anlıyorum. 

Zaman geçiyor. Bizler zamanın içinde yüzdüğümüz halde zamanın geçişini değil de, o geçtikten sonra, sadece geçmiş olduğunu hissedebiliyoruz. O da şakağa düşen aklarda, alnımızdaki kırışıklıklarda, bele yapışan lumbago ağrılarında, nihayet hastalıkta, ölümde… 

Ama zaman daha geçmeden, henüz geçerken, onun geçişini adeta gözle görür gibi şuurlu ve uyanık bir şekilde hissedebildiğimiz gün, öyle geliyor ki bana, bizden habersiz geçmiş zamanın bizde yaratabileceği bütün acı sürprizleri ortadan kaldırmış olacağız.” Sf. 16.

“Madem zamanı durdurmanın çaresi yok, madem zaman akacak, bari geçişini iyice hissetsek.” Sf. 17.

“Sonunda ya sapıtacağım yahut da aradığıma erişeceğim: Zamanın şuuruna varıp, hayata doyacağım. Yaşadığımı, herkesten kuvvetli anlayacağım. Ölüm korkusundan, kurgusu bitmek, zembereği boşalmak kaygısından kurtulacağım.” Sf. 19.

“[…] aradığım cinsten bir kozmik huzura, bir kozmik doygunluğa doğru götürüyordu.” Sf. 19.

Öykünün sonunda kahraman, her gün yaptığı zaman şuuru kürlerinde birinde içindeki pandülün temposunun yok olduğunu fark eder:

“[…] içimdeki pandülün temposu yok olmuştu. Çıldıracak, tıkanacak gibi oldum.

Bu durumda normal bir insan ya kulaklarının sağır olduğuna, yahut da sapıttığına hükmederdi. Bense, o an öldüğümü anladım.

Doktor, “Ölmedin” diyor. “Ölsen bunları yazabilir misin?” Artık doktorlara da inancım kalmadı. Değil mi ki, saatlerin sesini alamıyorum… Değil mi ki, içimdeki pandülü duyamıyorum… Ne derlerse desinler, ben artık durmuş bir saatim.

Hem kim bilir, belki de en doğru saati asıl şimdi gösteriyorum.” Sf. 20.

İkinci öykü: Ayak

Ayak gereksiz yere uzatılmış gibi geldi bana. Ama bu da hoş bir öykü.

“Gülümseştiler.” Sf. 29.

““Yok canikom. Benim yaptığım operasyon komplikasyon yapar mı? -Bu çetrefil cümleyi rahat söyleyemediği için güldü-.”” Sf. 33.

“Başhemşire ağız dolusu azarlayacak birini buldu ya, keyfine sınır yoktu. Bütün ömrü, böyle fırsatlar beklemekle geçerdi.” Sf. 41.

Üçüncü öykü: İznikli Leylek

“Yazık- [Sf. 45] lar olsun yahu, biz insanlar, bazen hayvanları bile kendimiz kadar aşağılık ve kötü niyetli yapabiliyoruz.” Sf. 46.

“Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.” Sf. 47.

Dördüncü öykü: Bayanlar 00

““Söylesene Erol… önden’in mi var, arkadan’ın mı yavrum?”” Sf. 50.

““Delikten bakarsın, altında deniz kayar. Ne güzel, hem edersin, hem gidersin” diye düşünürdü.” Sf. 53.

Beşinci öykü: 45 Marka Seksapil

“[…] her şeyi bir kat daha güzelleştiren hatıraların iltiması […]” Sf. 55.

“Şimdi burada bir Türk kızı olsa ne yapar? Bir tafra, bir surat, değil mi? “İş işten geçti artık” der. “Dündü o, otur da şimdi satranç takımlarınla kendin oyna.”

Halbuki Gerda’cık hiçbir şey olmamış gibi, “Sahi mi?” dedi. “Aman ne iyi. Şu elimdekileri bırakayım. Şimdi geliyorum.”” Sf. 56.

Altıncı öykü: Sahib-i Seyf ü Kalem

““Tut ki ölümü bu yüzden olacak” dedim. “Şurda nasıl olsa bir yudumluk ömrü kalmış. Bırak, onu da heyecanla doldursun. Bir yağ kandili gibi yavaş yavaş eriyip tükeneceğine bir anda fakat son bir parlayışla sönüversin.”” Sf. 65.

Yedinci öykü: Artırma

Bu öyküde yakaladığım kimi özellikleri Oğuz Atay’ın yıllar sonra yazdığı romanlarda bolca kullandığını fark ettim.* Gülümseyerek, evet. Bu arada “artırma”ları “açık artırma” olarak düşünün…  

“Sırf hatıralarının şiirini bozmamak, onları geçmişlerinden arlandırmamak için… Hiç değilse onların şimdiki kocaları kadar temiz giyinmiş olmalı, yaşlı, kır saçlı, düşük, züğürt görünmemeye bakmalıyız.” Sf. 75.

““Görmeyeli on, görüşmeyeli on beş galiba.”” Sf. 76.

“[…] hiçbir şey almaya gelmiş […]” Sf. 78.

““Ne yaparsın Fahrünnisa’cığım. Sen gittin, ben de kendimi böyle kitaplara verdim.”” Sf. 79.

“Beni Hikmet Bey’leştiriyor.” Sf. 79. Hikmet'e dikkat! :)

“Ömrüm boyunca artırdım artırdım. Hiçbir şey üstümde kalmadı. Şimdi Littré lügati mi kalacak…” Sf. 80.

“Birden içim ısınıverdi. Belki böylesi daha iyi… Artır artır… Üstünde kalmasın. İşte şimdi şu kitabı alamadığım için bir kere daha gözünden düştüğüm şu tombalacık kadın, benim bir vakitler artırıp artırıp başkasına kaptırdığım bir matah değil mi idi?” Sf. 80.

“İnsanın üzerinde kalan her şeyin bütün ağırlığı ve yavanlığı ile… Birinin üzerinde kalmış, istikbalini sağlamış olmanın o sinire batan manasız güveni, budalaca övüntüsü ile…” Sf. 81.

“Giden mala hayıflanmamayı öğrendiğimiz, böyle avuntular bulup çıkardığımız, bulamayınca da icat ettiğimiz gün, mutluluk basamağına ilk adımı atmış sayılabiliriz.

Hiçbir şey almadığıma, hiçbir şey üzerimde kalmadığına göre her şeyi alabilirim, her şey üzerimde kalabilir demektir. Seçmekte serbestim. Seçmediğim müddetçe bütün seçmişlerden şanslı sayılabilirim. Seçen bağlandı bir kere… Güle güle kullansın malını.” Sf. 82.

“İşte düşüncemin burasında beyler, evet tam burasında anladım ki ben bugüne bugün, ömrüm boyunca hiçbir artırmaya büyük bir hırsla katılmamışım. İlle bir şey alacağım kararı ile çekişmeye girmemiştim. Beni artırmalardan uzak tutan ne o, ne bu, sadece bu kararsızlık olmuş. O gün ilk defa orada anladım -anlar gibi olmak değil, iki kere iki dört eder gibi anladım ki- istesem, karar versem, er geç bir şey alırdım. Artırır martırır, olmazsa apartır kaçar, ama alırdım.

Ben artırıp alan değil, sadece artırma oyunu oynayan serserinin biriyim. […]

Artırıp artırıp malını elinden kaçırdığına yakınır görünen, yakınır görünmeye yeltenen ben, neyi ciddiye aldım, neye sıkı tutundum bugüne kadar?..

[…]

Ben artırmacılık oynayan bir adamım. Şimdiye kadar neyi tuttumsa hep iğreti, parmaklarımın ucuyla, hemen, kolayca bırakabilmek için tuttum.” Sf. 82.

“Sırtımda, yeni tersyüz ettirdiğim pardösüm, içimde yine hiçbir şey almayacağım yeni bir artırmaya katılma hevesi, dudağımda hüzünden mi, sevinçten mi ileri geldiği belli olmayan çarpık bir gülümseme, kabara kabara, oradan, artırma yerinden uzaklaştım.” Sf. 84.

Arka kapaktaki şu cümlelerle bitireyim notlarımı:

“Haldun Taner'in 1954'te yayımladığı iki öykü kitabından biri olan On İkiye Bir Var, 1955 yılında verilmeye başlanan Sait Faik Hikâye Armağanı'nı alan ilk kitaptı. Kitaptaki "On İkiye Bir Var" öyküsü İsviçre'deki Atlantis Yayınevi'nin düzenlediği Zaman Üstüne Öyküler yarışmasında ödül almıştı. Behçet Necatigil'in deyişiyle, yazar "dil ve anlatış ustalığını, mizah yönünü, ruh tahlillerindeki başarısını" bu kitabında da sürdürdü.

“On İkiye Bir Var” [1953], “Ayak” [1954], “İznikli Leylek” [1953], “Bayanlar 00” [1953], “45 Marka Seksapil” [1949], “Sahib-i Seyf ü Kalem”[1949], “Artırma” [1954] adlı öykülerden oluşan On İkiye Bir Var, yıllar sonra tekrar ayrı bir kitap olarak okuruyla buluşuyor.” (Tarihleri ben belirttim.)

* Bu öykü kitabı Haldun Taner, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay üçlüsüyle ilgili bir şeyler karalamama yol açacak gibi görünüyor. İlginç şeyler fark ettim, tespitler yaptım diyemesem de :).

Kasım 2020

18 Kasım 2020 Çarşamba

KOMÜNİST (VEDAT TÜRKALİ)

(Türkali, Vedat; Komünist, Ayrıntı Yayınları, Ayrıntı Yayınları'nda Birinci Basım: İstanbul, Eylül 2015.)

Bu küçük anı kitabı Vedat Türkali'nin (Asıl adı Abdulkadir Pirhasan, 1919-2016) doğumundan 1951 tevkifatına kadarki yaşamını, daha çok komünistliği ekseninde, anlatıyor. Özellikle, TKP'nin (Türkiye Komünist Partisi) desantralizasyon kararından sonra yaşananlara yer veriyor.
    
Türkali ailesinden bahsederek giriş yapıyor anılarına. Ailesi -yazarın tabiriyle- "yobaz denecek ölçüde" Müslüman'dır. Kendisinin de ilk ve ortaokul yıllarında okulda Kemalist, evde Müslüman bir görünüşü vardır. Lisede gözü açılmaya başlar. Lisede arkadaş olduğu "Komünist Mehmet"in de katkısı vardır bunda.

Türkali 1937'de İstanbul'a gelir. İstanbul Üniversitesi Türkoloji bölümünde askerî öğrenci olarak okumaya başlar.* Müstakbel eşi Merih Hanım'la tanışır. Siyasi faaliyetlere katılır. Dönemin komünist çevrelerinde kendi yolunu çizmeye çalışır. Bunu yaptığı sayfalarda pek çok isim ve olay sıralar Türkali. Kitabın büyük bir bölümünü oluşturan bu sayfalar bir isimler dizinine dönüşür. Yazarın bu tutumu, yazdıklarını bir belge gibi değerlendirmek isteyenlere yararlı olabilir fakat bunun okuma zevkini azalttığı da söylenebilir.

Komünist'in, bence önemli bir tarafı da Türkali'nin eserin son on sayfasındaki değerlendirmeleridir. Yazar bu sayfalarda temelde şu soruyu ele alır: "Tüm insanlığın umut kaynağı bir düzen içinde olduğuna inanılan Sovyetler Birliği'nin çöküşü nasıl değerlendirilmelidir; hangi temel etkenlerin yıkıcılığından söz edilebilir? [s. 84]"

Türkali yaygın kanaatin aksine Sovyetlerin çöküşünün Marksizm'in çöküşü olarak görülemeyeceğini  vurgular. Hatta iyi incelenirse olup bitenlerin öğretinin güçlü niteliğini ortaya çıkaracağını söyler. Yazar, Sovyet deneyiminin emekçilerin pek çok insanca hakka sahip olmasındaki etkisine de dikkat çeker. Leninizm'i öne çıkarırken Stalinizm'e ağır eleştiriler yöneltir. Türkali, devam eden satırlarda sözü günümüz dünyasına getirir:

"Dünya dolar saltanatının başkenti Amerika'da, bilgisayar programları düzenler gibi, dünyayı elinde tutma yolu olarak cinsellikten dinselliğe her türden en yüksek düzeyde saptırıcı öğretiler, kof ama çekici düşünce-sanat-edebiyat akımları üretiliyor bugün. Tüm medya olanaklarıyla kozmopolit bir evrensellik içinde yeryüzüne sürülen bu ağılı kültürün de bayıltıcı etkisiyle sınıflar arası savaş uyutulmaya çalışılıyor, kişiler, kurumlar satın alınıyor, ulusal kurtuluş kavgası yürüten ülkelerdeki kimi sınıflar, katmanlarla çıkar bağları güçlendiriliyor; bir terslik çıktı mı da, ortalık hiç acımaksızın gizli, açık kana bulanıyor. [...] Emperyalizmin tüm dünyada uyguladığı yöntemdir bu. [s. 93]"

Fakat bu ağır tablo yazarın iyimser ve umutlu olmasına engel değildir. Ona göre de "Kapitalist, kendisinin asılacağı ipi satan adamdır." Ve, insanlığın sonuna gelmediysek, bir "dünya devrimi" sürecinde yaşadığımız söylenebilir. (s. 94)
___________________________

* Türkali'nin birkaç yerde adını andığı Yusuf Atılgan da aynı bölümde askeri öğrenci olarak okumuştur. Türkali, "Birlikte Parti'ye girdiğimiz, çok sevdiğim, kendime çok yakın bulduğum arkadaşımdı" dediği Yusuf Atılgan'ın Parti'deki performansından pek memnun olmasa da dürüstlüğünü takdir eder. (s. 70-71)

EDEBİYATÇILAR GEÇİYOR (HALİT FAHRİ OZANSOY)

(Ozansoy, Halit Fahri, Edebiyatçılar Geçiyor, Dergâh yayınları, 1. baskı, Şubat 2016)

Bu aralar hatırat okuyorum. Demiştim daha önce. Okuduklarım da az çok aynı dönemleri anlatıyor. Biraz böyle olmasını istedim, yani aynı kişi ve olaylara farklı yazarların bakışlarını yüzeysel de olsa karşılaştırıp anlamak gibi bir niyetim var. Fark ettiğim önemli bir şey olursa yazarım. Bir varsayımla yola çıkmış değilim, gelişigüzel okuyacağız işte.

Bu sefer elimizde Edebiyatçılar Geçiyorvar. Önce yazardan bahsedelim, kitaptaki yaşam öyküsüne bir bakalım. Ozansoy, 1891'de doğmuş. İstanbul'da. Darülfünun'un Fransız Dili Bölümü'nden mezun olmuş, 40 yıl öğretmenlik yapmış. 1921'de Aruza Veda şiirini yazmış ama sonra da kullandığı olmuş aruzu. Şiir, tiyatro, roman, hatıra türlerinde eserler vermiş. 1971'de vefat etmiş.

Gelelim Edebiyatçılar Geçiyor'a... Bu baskıda kitabın 1939'da (Kanaat) ve 1967'de (Türkiye) yapılmış iki baskısı olduğu bilgisi var. Bu nüsha eserin Dergâh Yayınlarındaki birinci baskısından.* Kitabı baskıya Yakup Öztürk hazırlamış. Bir de sunuş yazısı var Öztürk'ün. Ne yapmış Öztürk? İlk** baskıdaki dizgi hatalarını düzeltmiş, bir imla birliği sağlamış. Ne güzel! Sonra hatırat türüne, türün belli başlı yazarlarına ve eserlerine değinmiş. Hatıratın ayırıcı yanlarını, önemini vurgulayayım derken de biraz abartmış. (Şöyle bir cümlesi var mesela: "Hatırat yazarı bize didaktik bir dünya kurmayı tasavvur etmez. [s. 6]") Ama o kadar olur.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Ozansoy, BİRİNCİ BÖLÜM'de yaptıkları edebiyat toplantı ve sohbetlerine, Afife Jale'nin ilk sahne deneyimine ve akabinde yaşanan olaylara ağırlık vermiş. İKİNCİ BÖLÜM'de ise daha ziyade şair ve yazar dostlarına, tanıdıklarına ait anılar yer alıyor. Fakat bu bölümlemeyi, kitabın içeriğinin çok isabetli bir tasnifi olarak nitelendirmek pek doğru olmaz; yer yer benzer kişiler ve olaylar her iki bölümde de bulunuyor.

(Kitabın dizini yok. Toplamda yüzlerce şair, yazar, dergi, kitap ve yer adının geçtiği böyle bir eserin dizini çok işe yarardı. Yakup Öztürk sonraki baskıya tasnifli güzel bir dizin hazırlarsa -hazırlamadıysa tabii- çok makbule geçer.)

BİRİNCİ BÖLÜM'ün ilk yazısı ESKİ EDEBİYAT GECELERİ başlıklı. Ozansoy burada, eskiden tertip edilen edebiyat gecelerine değindikten sonra sözü Beşiktaş'ta kendi yaptıkları bir edebiyat gecesine getirir. İki parçadan oluşan bu yazıdan dönemin edebiyat toplantıları ve sohbetlerinin Tokatlıyan salonunda, Raif Paşa Apartmanı'nda (İhsan Raif Hanım'ın evi), Abdullah Cevdet'in İçtihat Yurdu Apartmanı'nda, Yeşilköy'de Halid Ziya'nın köşkünde yapıldığını öğreniyoruz.

Sonraki, KADIKÖYÜ'NDE ÜÇ DÖRT YIL SÜREN BİR EDEBİYAT SEZONU başlıklı bir dizi yazıda Ozansoy'un Kadıköy Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı bir döneme ait hatıralara yer verilir. Ozansoy bu sırada, Şemsitâp Mahallesi'nde bir evde pansiyoner olarak kalmaktadır. Ozansoy'u burada Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Âli Mükerrem gibi arkadaşları ziyarete gelmekte ve grup uzun sohbetler etmektedir. Ozansoy sonraki birkaç yazısında da çoğu edebiyatla uğraşan bu arkadaşlarıyla ilgili anılarına yer verir. Ben özellikle Ömer Seyfettin'ten bahsettiği yerleri ilgiyle okudum. Ozansoy, bu bölümdeki birkaç yazıyı da Afife Jale'ye ayırır. Onun yasak olduğu hâlde sahneye çıkışını, polisin tiyatroyu basmasını ve Afife'nin polisten kaçırılmasını anlatır.

Eserin İKİNCİ BÖLÜM'ünde 35 yazı var. Ozansoy, bu yazılarında pek çok şair ve yazarımıza dair anılarına yer verir. Kimler yoktur ki bu gayrı resmi geçitte...

Alınganlığı ve aşklarıyla Abdülhak Hâmit, hüzünlü bir anında Sergüzeşt yazarı Samipaşazade Sezai, komik bir hatırasıyla yazı makinemiz Ahmet Mithat Efendi, "icabında döğüşmesini de bilen" Filozof Rıza Tevfik, bizim Balzac'ımız Hüseyin Rahmi Gürpınar, "İdealist Şair" Mehmet Emin Yurdakul, güzel bir vefa örneğiyle Ziya Gökalp, son anları ve ölümüyle gariban Ömer Seyfettin, pintiliğiyle Servet-i Fünun'un sahibi Ahmet İhsan Tokgöz, "Şeyhülmuharririn" Mahmut Sadık Bey...

Bitmedi:

Babacan bir davranışıyla Tevfik Fikret, iflah olmaz istihzasıyla Cenap Şahabettin, "Fâni Teselliler" şairi Faik Ali Ozansoy, ince ve içli şair Hüseyin Suat Yalçın, "Bağrı Yanık Kadın Şairi" Celal Sahir Erozan, tartışmalı eseri Eylül'le bahtsız Mehmet Rauf, melon şapkasıyla mürettiplerin korkulu rüyası Süleyman Nazif, "Aruzun Tantanalı Şairi" Mithat Cemal Kuntay, yazarın yeni harflerin kabulü dolayısıyla Dolmabahçe Sarayı'nda karşılaştığı Atatürk, sanatı ve kişiliğiyle Ahmet Haşim, şair yönüyle Emin Bülend, eserinin provası sırasında genç yaşta ölen "Ada Şairi" Tahsin Nahit, taklit şiir örnekleriyle Fuat Köprülü, "Türkçenin En İyi Yazarı" Refik Halit Karay, pek çok anıyla Şahabettin Süleyman ve eşi İhsan Raif Hanım, bencilliği ve kendini beğenmişliğiyle Yahya Kemal, büyük mirasıyla Hakkı Tarık Us, Ozansoy'un hececi arkadaşları, keskin zekâsı ve hicivleriyle Mahmut Yesari...
---
Bir iki şey daha söyleyip bitireyim artık. Az buçuk bahsettik içerikten, merak edenler alır okur. Ben keyif aldım okurken, bir şeyler öğrendim, bazen şaşırdım, bazen hüzünlendim... Yalnız, özellikle İKİNCİ BÖLÜM'de pek çok imla hatasına rastladım. Bozuk cümleler de az değildi. Ozansoy mu özenli davranmadı yoksa -sunuşta belirtildiği gibi- başka faktörler mi etkili oldu bilemiyorum. Bu durumda Yakup Öztürk tam da yaptığını söylediği işi iyi kotaramamışa benziyor. Umarım sonraki baskılar daha iyi olur.
_______________________________
* Bu baskıda, 1939'dan sonraki olaylara da yer verildiği görülüyor. Demek ki 1967 baskısı için bazı değişiklikler ve eklemeler yapmış Ozansoy. Bunların tam tespiti için iki baskıyı karşılaştırmak gerekiyor.

** İlk baskı 1939'da yapılmış. Fakat Dergâh Yayınlarının bu baskısında 1939'dan sonraki olaylar da yer alıyor. Yani 1967 baskısı (da) dikkate alınmış olmalı. Bu durumda dizgi hatalarının ikinci baskı olan 1967 baskısında da giderilemediği sonucuna mı ulaşmalıyız?

17 Kasım 2020 Salı

NERMİ UYGUR VE DENEMELERİYLE İLGİLİ NOTLAR

DİLİN GÜCÜ

(Uygur, Nermi; Dilin Gücü, YKY, 6. baskı, Şubat 2012)

Bugün (4.3.13) bitirdim. Nermi Uygur'dan okuduğum ilk kitap. 111 sayfa. On bir deneme var eserde. Dil ağırlıklı konular... Yazar, kendi tabiriyle "arıtıcı" biri olmasa daha rahat, daha tangırsız tungursuz okunacak bir kitap olurdu Dilin Gücü. Yazık! Zorlama olduğu -bence- o kadar belli ki bazı kelimelerin kullanımının. Yazar sanki önce aklına ilk gelen yabancı kökenli sözcükleri tutmuş "Türkçeleştirmiş", ondan sonra yazmış (İleride daha geniş bahsedebilirim bu konudan). Of of! Eğer kötü niyet yoksa, düpedüz aptallık bu! Ama yine de keyifle okudum diyebilirim. Eski kelimelere de yenilerine de uyduruklara da yabancı değilim nasıl olsa.  

Başka bir eserine başladım bugün ayrıca. Belki ondan bahsederken dönüş yaparım Dilin Gücü'ne. Uygur'u (eserlerini yani) değerlendirmek için erken olabilir. Çok kitabı var çünkü. Bir tanesini okuyup genellemelere gitmek uygun olmaz. 04.03.2013

İNSAN AÇISINDAN EDEBİYAT

(Uygur, Nermi; İnsan Açısından Edebiyat, YKY, 3. baskı, Ocak 2009)

Uygur'dan okuduğum ikinci eser bu. İlki Dilin Gücü'ydü. Bu da denemelerden oluşuyor. Ama epey uzun yazılar, üslubu farklı olsa makale olarak da görülebilir. Bu cümleleri, denemeyi biraz kısa bir tür olarak düşündüğüm için söylüyorum tabii.

Arıtıcılık salaklığı da olmasa iyi olacak. Böyle tangır tungur bir üslup oluyor.

Bir edebiyat teorisi kitabı sayılabilecek ölçüde konu bütünlüğü söz konusu. Moran'ın EKE'si ile eşzamanlı okuduğum için rahatlıkla söyleyebiliyorum bunu. Edebiyatla ilgili çok önemli problematikler ele alınıyor, 'yansız' bir tutumla çeşitli kuramların yaklaşımları değerlendiriliyor, yazarın çözümleri, görüşleri sunuluyor. Bazı satırlarına tekrar dönmeyi düşünüyorum. 11.03.2013 

DENEMELİ DENEMESİZ

(Uygur, Nermi; Denemeli Denemesiz, YKY, 2. baskı, Mart 2006)

Bugün (19.3.13) bitirdim. Nermi Uygur'dan okuduğum üçüncü eser. Adından da anlaşılacağı gibi denemeyi denemiş Uygur bu kitabında. Zeytinsi Deneme isimli bölüm bu kitaba gitmemiş. Zaten elli sayfa kadarlık bu bölüm de kendi içinde insicamlı değil. Ama diğer denemeler, Uygur'un kendisinin de fark ettiği gibi, yer yer tekrara düşmüş. Dilin Gücü ve İnsan Açısından Edebiyat'a göre daha yavan bu kitabı Uygur'un. Güzel parçalar yok mu? Var elbet, fakat kitaba alınmayacak kadar sıradan paragraflar, aforizmamsı bir hava verilmeye çalışılmış olmasına rağmen çok sönük kalmış cümleler de az değil. Bir de kuruluğu var denemelerin genel olarak, gözden kaçmayan. Başka yazarlar, başka satırlar, başka tanıklar pek az Uygur'un sayfalarında. İstediğim alıntılarla dolu olması değil denemelerin. O da bir yere kadar. Fakat bu hâliyle tatsız oluyor metinler bence.

Uygur'dan satın aldıklarım arasında bir kitap kaldı okumadığım, bir seçki. Bugün yarın ona da başlarım. Belki ilerde -ne kadar da ileri atıyorum pek çok şeyi- Uygur'un denemeciliği üzerine daha etraflıca karalamalar yaparım. Hayırlısı... 19.03.2013

DENEMECİ

(Uygur, Nermi; Denemeci Seçme Denemeler, Haz. Güven Turan, YKY, 1. baskı, Nisan 2011)

Bugün (19.3.13) başladım. Güven Turan'ın hazırladığı deneme seçkisi Denemeci. Uygur'un çeşitli deneme kitaplarından alınmış on iki deneme var. Kitabın başında Turan'ın Denemeci: Nermi Uygur başlıklı yaklaşık iki sayfalık bir yazısı var. (Turan, İnsan Açısından Edebiyat'ta Nermi Uygur'un "özellikle romanlara ve roman kahramanlarına" eğildiğini söylüyor. Benim okuduğum nüsha -Uygur, Nermi; İnsan Açısından Edebiyat, YKY, 3. baskı, Ocak 2009- açısından pek doğru bir saptama değil bu. Not alayım istedim.)  Kitabın sonunda Denemelerin İlk Yayımlandığı Yerler (İçindekiler'de Öykülerin İlk Yayımlandığı Yerler şeklinde geçiyor. Dikkâtsizlik, özensizlik...) ve Uygur'un biyografisi yer alıyor.

Henüz iki deneme okudum kitaptan. İkisi de güzel. Hele ilki... Denemeli Denemesiz'dekilerden sonra Denemeci'nin bu ilk denemesi gayet iyi geldi. Denemeli Denemesiz için şöyle yazmışım: "[...] fakat kitaba alınmayacak kadar sıradan paragraflar, aforizmamsı bir hava verilmeye çalışılmış olmasına rağmen çok sönük kalmış cümleler de az değil. Bir de kuruluğu var denemelerin genel olarak, gözden kaçmayan. Başka yazarlar, başka satırlar, başka tanıklar pek az Uygur'un sayfalarında. İstediğim alıntılarla dolu olması değil denemelerin. O da bir yere kadar. Fakat bu hâliyle tatsız oluyor metinler bence." Seçmede okuduğum bu ilk deneme (Denemeci) ise bu cümlelerin neredeyse bütünüyle tersi yargılara layık. İkinci deneme (Çıktım Yunus Dalına) de hoştu. Bakalım diğerleri nasıl?

Kalan denemeleri de bugün (20.03.13) okudum. Uygur'un okuduğum üç eserinden sadece birinden alınmış bir tane deneme yer alıyor bu kitapta. İyi ki de böyle, Denemeci'yi boş yere almış olacaktım yoksa. Sanırım İAE ve DG'ndeki denemeler genelde uzun olduğu için tercih edilmemiş, Denemeci küçük bir seçki çünkü. 
(19-20.03.2013)

ORHAN OKAY'IN KAĞIT MEDENİYETİ

(Okay, M. Orhan; Kağıt Medeniyeti, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2013)

Okay'ın deneme kitabı. Farklı yerlerde yayımlanmış yazıları bir araya getirilmiş. Kitap üç bölümden oluşuyor: I. Kültür, II. Kâğıt Medeniyeti, III. Teknoloji, Siyaset, Toplum.  

KÜLTÜR

İlk yazı Kültür ve Medeniyet başlıklı. Dilimizde kültür kelimesinin veya karşılığının kullanımı medeniyet'e göre daha yeniymiş. Medeniyeti bilindiği kadarıyla ilk tanıtan Mustafa Reşit Paşa olmuş bize: "Tarihimizde batılılaşmanın kapılarını resmen açan bu devlet adamı, Tanzimattan birkaç yıl evvel, Avrupa'dan gönderdiği resmî bir yazısında "sivilizasyon usûlüne, yani insanların terbiyesine ve düzenin yerine getirilmesine..." der. Böylece henüz Osmanlıcada bir karşılığını aramayan Reşit Paşa, medeniyet kavramını bize ilk ve yalın bir tarifle vermiş oluyordu. Buna göre medeniyet insanların eğitilmesi ve sosyal bir düzenin kurulmasıydı." Sf. 11.

"O yıllarda Osmanlıca'da kelime türetme yolu, daha doğrusu terim türetme yolu Arapça köklere dayanarak, fakat Arapça'da da kullanılmamış şekiller meydana getirmekti." Sf. 12. Bu yolla medîne'den (şehir) medenî (şehirli) ve medenîden de medeniyet (şehirlileşmek) türetiliyor. "Avrupa sivilizasyonunu bilmeden önce bunun yerine, aşağı yukarı aynı mânâda temeddün kullanılmış. Hattâ daha yaygın bir kullanışla, hem eskiden, hem de Tanzimattan günümüze kadar kullanılan bir kelime daha var: Umran. Yani mâmur olma hâli. Bir mekâna yerleşme, orasını yaşanır duruma getirme, güzelleştirme, tanzim etme. Hattâ umran kelimesinin kökünün ömür olması dikkate alınırsa o mekâna hayat verme demektir." Sf. 12.

İkinci deneme Millî Kültür ve Halk Kültürü başlıklı. Dilimizde hemen hemen bir asırdır kullanılan kültür kelimesi için irfan kelimesi kullanılıyormuş. "[İ]rfan; bilme, anlayış, vukuf, gerçeklere vâkıf olmak, ilim ve zekâ ile ulaşılan olgunluk mânâlarına gelmektedir. Ve irfan sahibi insanlara da ârif denildiğini hepimiz biliriz. Ârife tarif gerekmez." Sf. 16.

"Halk kültürüne ve halk sanatlarına gönül vermiş insanlardan olan merhum Süheyl Ünver, bir halıcı kızdan işittiği bir sözü unutamadığını söyler: Her yanlış bir nakış. Burada nakışa kafiye olsun diye söylenmiş gibi görünen yanlış sözü, aslında sanat dediğimiz sırrı izah eden güzel bir ifadedir. Doğru denen şey, yaşadığımız dünyaya, hayatın pratik ve faydalı olanına yönelen hareketlerimizdir. Sanat ise, haydi yanlış demeyelim, fakat mükemmel kurulmuş bir yalandır. Böylece bile bile aldandığımız bu yalan oyunuyla, halk kültürünün edebiyatına gireriz. Destanlar, masallar, efsaneler, halk şiirleri, evliya ve kahramanlık hikâyeleri hep birtakım gerçeklere yalanların da karışmasından ortaya çıkmaz mı?" Sf. 18.

Üçüncü deneme Yol Düşünceleri. "Yol'un deyimler ve mecazlarla zenginleşmesi herhâlde bütün dillerde bahis konusudur. Galiba Türkçe bunlar arsında ["arasında" olmalı, obe] en zengini değilse en zenginlerinden olmalı." Sf. 21.

KÂĞIT MEDENİYETİ

Bu bölümün ilk yazısı Okumayan Toplum. İstatistikler de verilerek okumadığımız gözler önüne serilir. Okuma yazma oranının şimdiye göre çok çok düşük olduğu, üstelik nüfusumuzun, öğrenci ve okumuş yazmış kesimimizin çok daha az olduğu zamanlardaki baskı adetleri şaşırtıcıdır gerçekten. Bu ters orantı devam edip gidiyor gibi görünüyor. Bu yazıda (Sf. 40-41) Tanpınar'ın Yaşadığım Gibi'sindeki "Kitap Korkusu" adlı denemesinden bir alıntı var. İstifade edilebilir diye not alayım istedim.

Okay'ın Osmanlı toplumunun son yıllarındaki okuma yazma oranıyla ilgili olarak % 10-15 değerlerini verdiğini de ekleyeyim. Sf. 41.

İflah Olmaz Kitap Hastaları başlıklı denemesinde, Okay, bibliyofil ve bibliyomandan bahseder. Bunlardan birincisine kitapsever, ikincisine ise kitap hastası denebilir. Birincisine Seyfettin Özege örnek verilebilir, diyor Okay. Öğrendiğimize göre Özege eski harflerle basılmış Türkçe kitapların tamamına yakınını biriktirmiş, dergi ve gazete de toplamış ve bunları nakliye masrafları da kendine ait olmak üzere Erzurum Atatürk Üniversitesi'ne tek kuruş almadan bağışlamış. Helal olsun! Beş ciltlik Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu adlı muazzam bir eser de bırakmış.

Okay, Özege'den sonra asıl konusu bibliyoman Fahri Bilge'den bahseder. (Bu arada, vaktiyle üniversite hocalarının yanlarına birkaç öğrenci alarak Anadolu kütüphanelerine masrafını üniversitenin karşıladığı geziler düzenlediklerini öğreniyoruz. Ne güzel bir faaliyetmiş. Neden devam etmedi acaba?) Yazma ve basma -bazı eserlerin onun elindekinden başka bir nüshası yokmuş- çok sayıda kitabın sahibi Fahri Bilge vefat edince, oğlu, Atatürk Üniversitesi'ne, tanıdığı Okay aracılığıyla kitapları satmak ister. Fakat rektörlük tespit edilen fiyatı yüksek bulur, biraz indirim yapıldıysa da satış gerçekleşmez ne yazık ki ve kitaplar dağılır gider. Kalanlardan 628 adet yazma devletçe satın alınıp Millî Kütüphane'ye konur.

Kitap Sevdası adlı yazısından Okay'ın 15 bin kitaplık bir kütüphaneye sahip olduğunu öğreniyoruz. (Sf. 55) Okay tevazuyla bir bibliyofil veya bibliyoman olmadığını söylese de kütüphanesi öyle demiyor.

Mecmua-i Fünun'dan Hece'ye Dergiciliğimiz 143 Yaşında başlıklı yazıdan meslekî bir dergi olan Vekayi-i Tıbbiye'yi saymazsak ilk dergimizin ilk sayısı 1862'de çıkan Mecmua-i Fünun olduğunu öğreniyoruz. "19. yüzyılda fen kelimesi her türlü bilgi için kullanılıyordu." (Sf. 70) cümlesindeki bilgiden yola çıkarak mezkur dergiyi ansiklopedik bir dergi sayabiliriz. "Edebiyat ve kültür dergiciliğinin Abdülhamid dönemine kadar büyük bir gelişme gösterdiği söylenemez. [...] Türk dergiciliğinin ilk altın dönemi II. Abdülhamid'in saltanat yıllarına rastlar." (Sf. 70) 1885'ten yüzyılın sonuna kadarki bu parlak dönemden sonra 1901-1908 arasında ağır baskılar yüzünden dergiciliğimiz can çekişir hâle gelir. II. Meşrutiyet'ten sonra tekrar bir canlanma olur. (Sf. 71) Dergiciliğimizde en dikkate değer özelliklerden biri dergilerin çok büyük bir kısmının uzun süreli çıkamamış olmasıdır. Bu hususa da değinen Okay, yazısının devamında Hece'nin 100. sayısına ulaşmış olmasından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor.

Dedeler ve Torunlar başlıklı yazı da bir önceki yazıda olduğu gibi dergicilik tarihimizden bahsediyor. Bazı cümleler neredeyse aynen yer alıyor.

Popüler Edebiyata Dair başlıklı yazıda popüler kelimesinin etimolojisinden yola çıkılarak bir tanım geliştirilmeye çalışılmış. Popüler edebiyatın/romanın kötü çağrışımlarına rağmen yabana atılmaması gerektiği belirtiliyor. Ahmed Midhat Efendi örneği verilerek popüler romanların okur yetiştirmek gibi bir misyonu yerine getirdiği, bu bağlamda benzer misyona günümüzde de ihtiyacımız olduğu dile getirilmiş.

Sonraki birkaç yazı yeni çıkan kitapları konu ediniyor. "Çiçek Medeniyeti", "Her Seher Bir Gül Açar..." başlıklı yazılar medeniyetimizde çiçeği, gülü konu ediniyor. Türk Çiçek ve Ziraat Kültürü Üzerine Cevat Rüştü'den Bir Güldeste adlı bir kitaptan da bahsedilmiş. "Cevat Rüştü'nün, bildiğim kadar ziraatçiler arasında edebiyata, divan şiirine en çok vukufu olan gerçek bir kültür adamı olduğu anlaşılıyor. Divan edebiyatından zikrettiği beyitler arasında esrâr-ı Yezdan, âfitâb-ı gülzar, ızhar-ı kudret, âsâr-ı saadet, âb-ı kevser, esrâr-ı tecelli, ikram-ı Hak, cilâ-yı ruh gibi yüzlerce kelime ve terkibin her birinin meselâ birer lâle cinsi olduğunu ben onun bu yazıları sayesinde öğrendim. Yoksa bu kelimelerin geçtiği beyitlerdeki tevriyenin farkına varamamış olacaktım." (Sf. 103) Yaptığım alıntı benim uzun zamandır önemseyip bir şeyler karalamayı istediğim bir hususu içeriyor, o hususta iyi bir örnek teşkil ediyor. Eski yazımızda uzun asırlar noktalama işaretleri, büyük harf küçük harf ayrımı falan olmadığı için -olsa da zorluklar tamamen yine ortadan kalkmış olmazdı- ve diğer sebepler yüzünden -bir defa, hiçbir şey olmamış bile olsa arada zaman farkı var, dilin doğal gelişme, değişme süreci vb. var- kelimelerin terim mi, has mı, basit mi, jargonsal mı, özel mi, genel mi, yani hangi anlamda vb. kullanıldığını tespit etmek kolay değil. Bu konuda ciddi çalışmalara ihtiyaç var, filolojik, sözlükbilimsel vb.

Mektuplaşmaya, Mektuba ve Fikret'e DairKartpostalın Arkasındaki Hikâyeİki Hoca, İki Öğrenci, İki Mektup Dizisi başlıklı yazılar da hoş, öğretici. Özellikle son yazı. İki hocadan biri Mehmet Kaplan diğeri Fuad Köprülü. Mektuplar da Kaplan'dan Okay'a, Köprülü'den Fevziye Abdullah Tansel'e yazılmış. Okay alıntılar yaparak farklarını vurguluyor mektupların yani hocaların. Kaplan çok daha insaniyetli görünüyor.

Tarihin Üvey Evlâdı: Biyografi de bizdeki biyografi geleneğine değinerek, şu anki çalışmaların yetersizliğini aşmanın yollarına dair öneriler içeriyor. Okay'ın, hem bu kitabındaki bazı yazılarında hem de baktığım bazı eserlerinde fark ettiğim disiplinler arasılığı önemseme özelliği takdire şayan. Bu hususu ben de çok önemsiyorum ve bu konudaki boşlukların doldurulmasının çok yararlı olacağını düşünüyorum.       

TEKNOLOJİ, SİYASET, TOPLUM

Bu bölümde Okay'ın teknoloji, paradan sıfır atılması, seçimler, depremler, takvim-saat, oryantalist ve oryantalist bakış açısı, Osmanlı'nın kuruluşunun yedi yüzüncü yılı, divan şiiri, kendi yazarlığı gibi konulardaki yazıları yer alıyor. uzun hayatından hatıralarla renklendirdiği bu yazılar da gayet hoş, okunası satırlar.

Teknolojiyle ilgili birkaç denemesinde mesafeli bir duruş sergiliyor teknolojiye karşı. Şu aşamada sergilememek mümkün mü zaten!

Oryantalistlikle ilgili yazısında Yahya Kemal'e dair, Laurent Mignon'un Hece'den çıkan Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri adlı kitapta yer alan bir yazısındaki onun oryantalist bakışa sahip olduğu iddiası üzerine birkaç söz söylemiş Okay.

Okay, Devlet-i Âliyye İçin İn Memoriam adlı yazısında Osmanlı Devleti'ne görünüşte ("lafzen", obe) imparatorluk demenin uygun olduğunu söylemesine rağmen devlet felsefesi açısından bu kelimeyi kullanmanın doğru olmayacağını düşünüyor. Bence Osmanlı Devleti'ne Devlet-i Âliyye denilmeyecekse ancak imparatorluk denebilir.

Osmanlı Şiiri İçin İn Memoriam başlıklı yazıdaki şu görüşlerine büyük ölçüde katılıyorum Okay'ın: "Hasılı, galiba şiir, şiir sevenlerin defterlerine Tanzimat'tan sonra da, Cumhuriyet'ten sonra da bir süre daha girmeye devam etti. Ama 1940'lardan sonra ve bugün şiir defteri tutan hâlâ var mıdır, şüpheliyim. Hele günümüzün şiiri okunuyorsa da ezberleniyor mu, daha da şüpheliyim. Bunlar çok gerekli midir denecekse, şiirin roman gibi olmadığını, sadece yüzünden okumakla yetinilmeyeceğini, tıpkı bir müzik parçası gibi ezberlenip zihnen veya yüksek sesle, tıpkı bir şarkı gibi günlük hayatın içindeki meşguliyetlerle beraber söylenmesi gerektiğine inandığımı söyleyeceğim." (Sf. 176-177)

Evet, bugün (06.05.2013) bitirdiğim bu kitapla ilgili birkaç kelam daha edeyim:

- İmlâda tutarlılık sağlanamamış, özellikle inceltme işaretinin kullanımında. Böyle bir amaç güdülmüş mü onu da bilemiyorum gerçi ama güdülmesi beklenir(di). Bu tutarsızlıkta yazıların farklı tarihlerde yazılmış olması da bir etken olarak ileri sürülemez gibi. Çünkü denemelerin Aralık 1967 tarihli bir tanesi dışında kalanları birbirine yakın tarihlerde (iki deneme 1989'da, diğerleri doksanlı ve iki binli yıllarda) yazılmışlar/yayımlanmışlar.

- Diğer eserlerinden epey okumadığım bulunduğu için, bu mütevazı eserine bakıp haksızlık etmem doğru olmaz ama Okay, disiplinler arasılık konusundaki farkındalığına, geniş kitabiyat (yabancı dilde olanlar açısından zayıf görünüyor) bilgisine, hiç de kötü olmayan imkânlarına rağmen derinlikli, orijinal eserler, makaleler çıkarabilecek kertede bir akademisyen gibi gelmiyor bana.

- Hafızasının da bazı hatalara sebep olma ihtimali yüksek. Hindistan'ın nüfusuyla ilgili verdiği rakamlar (sayılar demem gerekirdi belki ama rakamlar'ın yanlış olamayabileceğini de düşünerek bu yönde bi' tercihte bulundum, araştırmalıyım bu konuyu :) ) arasında uçurumlar var (değerlerin farklı yıllara ait olup olmadığı belli değil, aynı dönem/seneler için söylenmiş gibi), verdiği sayısal bilgiler vb. de şüpheli görünebiliyor bu durumda. Zaten kendisi de bazen belirtiyor bu şüphesini o bilgileri vermeden önce. Oysa internetteki birkaç dakika bile "kesinlik" temin ederdi bazı datalarda.

- Eser -bir deneme de olsa- bir dizine sahip olsaydı çok iyi olurdu. Maalesef!

- Yazımda bazı harflerin yanlış yazılması, yazılmamış olması, bazı cümle düşüklükleri, anlatım bozuklukları da görülüyor. Yazarın yanında editör, tashihçi, dizgici -neyse artık- de dikkatsiz, özensiz gözüküyor. Dergâh'ın başka kitaplarında (Mesela Dergâh Hikâyeleri Güldestesi'nde) da çok gördüm bunu ve çok üzüldüm çünkü "onların" böyle özensiz olmalarını istemiyorum. Bazen iç sayfalarda da değil daha kapaktaki yazılarda başlıyor hatalar. Çok mu zor! Yazık!

Bu eksiklik ve hatalara rağmen keyifle okudum kitabı. Özellikle anıların karıştığı satırlar çok leziz :)

(27.04.2013 - 07.05.2013)

BİR BİLİM ADAMININ ROMANI MUSTAFA İNAN (OĞUZ ATAY)

(Atay, Oğuz; Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Eylül 1975)


NOTLAR: 

Alıntıları bu baskıdan yaptım. Sayfa numaraları pek işe yaramayabilir; kitabın İletişim'den çıkan yeni baskılarında sayfalar farklıdır. Alıntılarda imlaya dokunmadım. Pek çok hata fark ettim. Sadece bir iki önemli hataya değineyim: Sayfa 182'de Fuzûlî'den yapılan bir alıntıda mısraların yeri karışmış. 15. bölümün numarası yok, sadece başlık (FOTOELASTİSİTE) atılmış.

12 numaralı YORGUN ADAM başlıklı bölümde Yahya Kemal, Behçet Kemal, Ümit Yaşar gibi şairlerin isimleri geçiyor. Dönemin meclislerinden, yapılan sohbetlerden, sohbetlerin nerede yapıldığından, kimlerin katıldığından vb bahsediliyor. Belki önemsiz gibi görünen fakat işe yarar bir bilgi kırıntısı bulunabilir diye belirteyim istedim bunu. Yine aynı bölümde İnan'ın dil, özellikle etimoloji merakına bazı örnekler de verilerek değinilmiş. Daha önceki sayfalarda da üstünde durulmuştu bu merakının, ayrıca şiirler ezberlediğinden vb bahsedilmişti. Özellikle bu bölümü okurken -daha önceki sayfalarda da zaman zaman- Oğuz Atay'ı düşündüm. Sanki Atay, İnan'ı değil kendini anlatıyormuş gibi geldi bana. Yani kafamdaki Atay'la, Atay'ın anlattığı İnan arasında benzerlikler kuruverdim. Bu konuda kesin bir şey söyleyemem çünkü Atay'ın hayatını ayrıntılı şekilde bilmiyorum.

13 numaralı TEORİ VE PRATİK ve 14 numaralı HER ŞEYLE UĞRAŞAN ADAM başlıklı bölümlerde de dile olan merak ve ilgisine değinilmiş. 13 nolu bölümde eğitim-öğretim, zihniyet vb konular hakkındaki fikirleri de mevcut. 

FOTOELASTİSİTE başlıklı bölümde hem bu konudan bahsedilmiş hem de bilim (özellikle matematik, fizik) tarihiyle ilgili bilgiler verilmiş. 

17 nolu İLİM VE İDARE başlıklı bölümde 27 Mayıs 1960 Darbesi'ne bakışı verilmiş. Erdal İnönü, Süleyman Demirel vb gibi tanıdık isimler geçiyor ayrıca.

18 nolu BİR PROFESÖRÜN ÖLÜMÜ başlıklı bölümde, İnan'ın tedavi süreci (daha önceki bazı bölümlerde olduğu gibi burada İnan ailesinin maddi sıkıntıları da vurgulanıyor: Almanya'daki tedavi masrafları vb) ve ölümüyle ilgili bilgiler veriliyor. 

19 numaralı SONUÇ başlıklı bölüm, İnan'ın (bir bakıma Oğuz Atay'ın) eğitim-öğretim konularındaki âdeta bir manifesto niteliğindeki düşünceleriyle sonlanıyor. (Bu bölümden çok uzun bir anlıntıyı ayrı bir başlıkla yayımlayacağım.) Bu bölümde postmodern roman tekniklerinden biriyle de karşılaşıyoruz: orta yaşlı profesör anlatıcı, Mustafa İnan'ın kendisi oluveriyor. Meğer öldükten sonra bize kendisini anlatıyormuş.

Bir Bilim Adamının Romanı Mustafa İnan'ı okumayan varsa daha fazla gecikmesin derim. Ben çok keyif aldım, çok şey öğrendim. 

ALINTILAR:

"'Bilimle ilgileneceksen bunu bilime yakışır bir biçimde yapmalıyız. İnsanların yaşantılarında dedikodunun ötesinde bir şeyler bulmaya çalışmalıyız, değil mi?'" s. 14

"'İnsanlarımız, bazı madenler gibi çabuk ısınır ve çabuk soğurlar.'" s. 17

Mustafa İnan'ın çocukken damdan düşmesiyle ilgili olarak:

"'Mustafa İnan o sırada ölseydi,' dedi, 'belki de uzun yıllar, mekanik kolunda iyi bir öğreticiden yoksun kalacaktık. Belki de dün seninle tanışamayacaktık, belki hiç bir zaman tanışamayacaktık. Yani demek istiyorum ki bizim ülkede her şey pamuk ipliğine bağlı. Belki de nice Mustafa İnanlar damdan düştükten sonra bir daha kendilerine gelememişlerdir; belki de daha önceleri, doğum sırasında filân ölmüşlerdir.' Genç adama hafif alayla bakarak gülümsedi: 'Belki nice Mustafa İnanlar da bütün görünmez ve görünür kazaları atlattıkları halde, ne yapacaklarını bilemedikleri için damdan düşmekten beter olmuşlardır. Ne dersin?'" s. 21

"Biraz düşündü profesör. Sonunda, 'Anlıyor musun?' dedi, 'Bizde neden kolayca bilim adamı yetişmediğini? Bilimin küçük yaşta başına gelenleri görüyor musun? İşte bilimin ana vatanı Batı, Adana'ya gelmişti; üstelik yalnız pasta ikram etmiyordu küçük çocuklara: Kuvayı Milliye çeteleri düşmana karşı direnişe başladığı için yolları, köyleri uçaklar bombalıyordu. Mahalle mektebi bitmeden, dayak korkusu bitmeden, düşman korkusu başladı Mustafa'da. Bir Newton'u mahalle mektebinde, falaka korkusuyle, anlamadığı bir dilin alfabesiyle ve kelimeleriyle savaşırken düşünebiliyor musun? Ya da Leibniz'i dört yaşında damdan düşerken gözünün önüne getirebilir misin?'" s. 24

"Mustafa İnan için hiç bir konu önemsiz değildi; bence onun hiç bir merakı, gelip geçici bir heves değildi." s. 29

"'Bana kalırsa kimse, meselâ matematikle neden uğraştığını hiç bir zaman tam olarak bilemez. Önemli olan, geri dönmeyi göze alamayacağımız kadar yol gitmiş olmaktır bir konuda.'" s. 31

"Genç adam başını kaldırdı: 'Mekanik insanı heyecanlandırır mı?' 'Hem de nasıl. Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.'" s. 33

"'Şimdi bu kanunu arza tatbik edelim,' dedi Mustafa İnan, 'yani şu bizim küçük dünyamıza. Meselelere yukardan bakmayı bildikten sonra dünya gibi gezegenler insana çok küçük görünür.'" s. 34

"Mustafa düşünüyordu: 'n' bilim demekti, soyutlama demekti; meselelere Newton'un yaptığı gibi yukardan bakabilmek demekti. Bu 'n'i herkese anlatabilmeliyim, herkes 'n' nedir ['ne nedir' şeklinde de okunabilir :)] öğrenmeli benden. Bir öğretmen olmalıyım ve demeliyim ki arkadaşlar bu 'n' ..." s. 41

"'Herkes kendi toplumunda yaşar: iki ayrı millet gibi. 'Kuşlar' [çalışkanlar, inekler] da ötekileri küçümser tabiî.' Güldü: 'Şu iki milleti aynı bayrak altında toplayabilseydik, belki biz de bilim savaşında bazı toprakları ele geçirebilirdik.'" s. 45

"Bahçedeki dut ağacının altında bir açık hava okulu açmıştı arkadaşlarına. Eski Yunan'da olduğu gibi, çevresinde hayranları, yürüyerek anlatıyordu: 'Okumalısınız.' Neden okusunlar Mustafa? Sen okuduklarını onlara anlatıyorsun ya." s. 48

"Cumhuriyetin ilk yıllarıydı, daha söz ayağa düşmemişti; vatan-millet-sakarya bir edebiyat haline gelmemişti; daha herkes sözünün eriydi." s. 56

"Bu okulun da leylî meccanîsi varmış. İnan ailesinin temel desteğiydi 'leylî meccanî'. Aferin Leylî Meccanî, sen olmasan ne yapardık?" s. 59

"'Bir üniversiteye gir bakalım, işlerin neden yapılmaması, yürütülmemesi gerektiği hakkında çok akıl hocası bulursun. Ve memleketin haline öyle üzülmeye başlarsın ki üzülmekten başka bir şey yapmaya gücün kalmaz. Ülkeyi kurtarma heyecanından tıkanıp kalırsın.'" s. 63

"Düşünmek zordu, düşünmek büyük bir enerji istiyordu. Hele yaratıcı, araştırıcı düşünce için yorulmak gerekiyordu; belki sağlam kafa sağlam vücutta bulunuyordu, ama galiba sağlam vücutlar, Mustafa Beyin nahif bedeni kadar yorulmak istemiyordu, ya da bu sözde bir eksiklik vardı; belki de bu söz, daha uzun bir cümlenin bir parçasıydı. Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini, öğrendiklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmemişlerdi. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu. Doğuyu, tedirgin etmeden, Batıya yaklaştırmak gerekiyordu. Riyaziyeci Mustafa'nın işi zordu." s. 84-85

"'Bazıları hayatları boyunca yürürlükte kalan bir 'İç Yönetmelik' yaparlar kendileri için. Hayatları boyunca bu yönetmeliğe uygun bir yaşantı sürdürürler. Mustafa gibi, daha tabiî yaşamayı, eğilimlerine uygun yaşamayı seçenler için böyle bir yönetmeliğe göre yaşamak oldukça zordur. Belki de kendilerine güvendikleri için, böyle bir 'iç yönetmelik' gereksizdir onlar için.'" s. 111

"Mustafa İnan onlar gibi düşünmüyordu; ama onları da ayıplamıyordu. Kendini para kazanmak zorunda hissedenlere her zaman anlayış göstermişti. Kendisine getirilen işleri arkadaşlarına devrederdi; dışardan proje alan asistanlarını hoşgörü ile karşılardı. Kimseyi Mustafa İnan gibi davranmaya zorlamazdı; onu böyle olmaya kimse zorlamamıştı ki." s. 121

"Onun için demişlerdir ki: "Gençliğine doyamadan profesör oldu." Çünkü bir insan olsa olsa ne olur? En çok profesör olur. Daha sonra ne olur? Hiç." s. 176

"Bunu nasıl değiştirmeli? diye düşündü Mustafa İnan; Bu zihniyeti nasıl ortadan kaldırmalı? diye düşündü Mustafa İnan. Ne yapalım Mustafa İnan? Böyle aşamaları herkes senin gibi kolaylıkla aşamıyor, dünyanın düzeni Mustafa İnan gibilere göre yapılamaz Mustafa İnan. Bu dünyanın düzeni bizim gibi olanlara göre ayarlanır. Biz de zamanında profesörün çantasını taşımıştık, paltosunu tutmuştuk, kitaplarını, makalelerini temize çekmiştik. Şimdi yorulduk artık: Paltomuzu tutacak, çantamızı taşıyacak genç asistanlara ihtiyacımız var. Yok, dedi Mustafa İnan. Var, dediler onlar, her şeyin bir hikmeti var: Böyle gelmiş böyle gider Mustafa İnan." s. 176-177 [İnan'ların bazısını inan şeklinde okuyunca da oluyor :)]

"Mustafa İnan hoca arkadaşlarıyla tartışmayı sevmiyordu. Genellikle tartışmayı sevmiyordu: çünkü bilmediği konularda konuşmayı sevmezdi; bildiği konularda tartışmayı istemiyordu, çünkü onları kesin olarak biliyordu, neden tartışsın? En basit bir konuyu bile, tartışmak için fırsat bilenlerden de hoşlanmazdı." s. 180

""Başkalarını zemmederek kendini guya yükseltmeye çalışmanın hiç bir zaman muteber olmayan sakîm ve ucuz bir 'şark' âdeti olduğunu belirtmek isterim."" s. 181

""Bilir misin Mustafa bir adama çok kızdığı zaman ne dermiş? Jale Hanım [İnan'ın eşi] anlatırdı: "Yahu Jale, düşünebiliyor musun: adam samimi değil," dermiş."" s. 186

""Mustafa İnan 1941 yılında doktorasını bitirerek Türkiye'ye dönünce fotoelastisiteyi [doktora konusu] de yanında getirmişti."" s. 200

"Mustafa Hoca, yurda döndükten yirmi beş yıl sonra fotoelastisiteyi merak eden birini bulmuştu." s. 201

"Gözlerini boşluğa dikti, "Ah insanlarımız," dedi, "Ah insanlarımız. Ah küçük hesaplarımız. Ah dün akşam ne yediğini unutanlarımız."" s. 205

"Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına, çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir; bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirasıyla yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir; bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin 'kuvvetli' olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi 'Kuvvet nedir?' diye merak ediyorsanız buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim; çünkü bazılarına göre 'Kuvvet' para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbirine karıştırmayın, kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?" s. 216

"Dürüst oluşumu da gözümde büyütmedim; bu bir bünye meselesidir: Bazı bünyelere doğru yoldan ayrılmak dokunur. Zaten bilimle uğraşırsanız, bu konularda fazla uğraşacak vaktiniz kalmaz. Başka bilginleri kıskanacak kadar bile vakti yoktur insanın. Ve başkalarından ne kadar üstünüm demeye hiç vaktiniz kalmaz. Başkalarının yetersizliğini görüp de sırf bu yüzden kendinizi beğenecek vaktiniz de kalmaz. Bununla birlikte birçok şey için vakit vardır. Bilimi sevimli göstermek için ne yapmalı? bunun için de çok vaktiniz vardır. Öğrencilerin kafasının içine nüfuz nasıl edilir için de vaktiniz vardır. Hele sizin gibi bilim adamı olmak isteyenlere yol göstermek için sonsuz vaktiniz vardır. Dünyada neler olup bitiyor, insanlık nereye gidiyor demeye çok vaktiniz vardır. Peki bütün bunlar için neden vaktiniz vardır? Çünkü 'salifüzzikir', yani 'yukarıda belirtilen' ve insanın boşuna vaktini almaktan başka işe yaramayan işlere hiç vaktiniz yoktur da ondan. Tabii bu arada -isterseniz- dinlenmeye, yaşamaya, insan gibi gezip eğlenmeye de vaktiniz vardır; günün birinde aklınızı kullanamayacak kadar yorulmak istemiyorsanız, bunlara da vaktiniz vardır. Yani sözün kısası kendi istediğiniz bir şeyi yapmaya, insanlara örnek olmaya çok vaktiniz vardır. Söylemeyi zait addediyorum, ama esaslı düşünmeye çok vaktiniz vardır, her şeyden çok bunu yapmaya gücünüz vardır." s. 216-217

""Bir ülkümüz olsa bile önce karnımız doymalı arkadaş gibi bir ucuz felsefeye başvuruyoruz hemen."" s. 261

""Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi. Nerde eski dalgın profesörler!"" s. 261 [Bu sözler Erdal İnönü'den de aktarılıyor olabilir. Bakmak lazım.]

Çok uzadı ama manifesto niteliğindeki son alıntıyı da yapalım:

"İşte delikanlı, ilk okul sıralarından başlayarak 'kendi bacağından asılan koyun' felsefesiyle yetiştirilenlere asla itibar etmeyeceksin. Onların arasından ülkeye yararlı birinin çıktığı görülmedi. Çıkarcıların sana hiç bir zaman engel olamayacağını bileceksin. İşte bu durumlar ve şartlar altında endişelere kapılmadan önce ne yapılabileceğini düşüneceksin. Ve hiç bir zaman düzen bozukluğunu mazeret göstermeyeceksin. Başarısızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat kurtarmaz. Bunu çok iyi bileceksin. Elbette dünyayı tanıyacaksın ve kendi ülkenin durumu üzerinde düşüneceksin. Bir aydından zaten başka türlü bir davranış beklenebilir mi? Elbette 27 Mayıstan önceki öğrencilerim gibi dünyadan habersiz yaşamayacaksın. Fakat 27 Mayıstan sonraki öğrencilerim gibi de olayları fırsat bilerek 'ilmin rehberliğinden ayrılmamak' ilkesini unutmayacaksın. Devrimci oldun diye, sana verilen bilgileri öğrenmeden yükselmek hakkına sahip olmadığını unutmayacaksın. Dürüst bir aydın olarak görevini yaptın diye, başarıdan böyle yağma payı almaktan utanacaksın. Bırak siyasette başkaları yükselsin. Sen de siyasette yükselmek istiyorsan bilimi kendine basamak yapmayacaksın. Yoksa yaptıklarını sonunda kendin bile beğenmezsin. Yaptıklarını beğenmeyen bir kimsenin başkalarına nasıl yararı dokunur?

Biliyorum birçok zorluk yaşayacaksın. Hepsini şimdiden görür gibi oluyorum. Talihli olarak küçük bir burs bulsan bile yurt köşelerinde sürünebilirsin. Binbir güçlükle soğuk bir banyoda yıkandıktan sonra, arkadaşlarından utanarak havlular içinde büzülerek yurdun tek sıcak yeri olan okuma salonunda çalışan arkadaşlarının arasında kurumak zorunda kalabilirsin. Her sabah insanlarımızın balık istifi olduğu bir otobüste kendine ve resim tahtana bir yer bulabilmek için, sabah karanlığında yollara düşmek zorunda kalabilirsin. Hatta ısınmak için okul yerine kahveye gitmeyi bile isteyebilirsin. İşte bu durum ve şartlar altında bile her zaman amacının ne olduğunu gözden kaçırmamalısın. İnsanları etkilemek, insanlara söz geçirmek, sesini duyurmak istiyorsan, bütün bunları yapabilecek yetenekte olduğunu göstermelisin. Yoksa sonunda sıradan bir insan durumuna gelirsen, kimse senin kötü şartlar altında bu duruma düştüğünü düşünmez, kimse sana gençliğinde iyi beslenmedin diye, sırf bu yüzden itibar etmez. Bir gün gelir de kendini gösterebilirsen, sen bütün bu zorlukları yaşamış olduğun için, bu zorluklara çare bulmak için herkesten daha gerçekçi davranabilirsin. Yok, eğer sen de acı çekme sıramı savdım,. artık öğrencilerim üzülsün, asistanlarım çanta taşısın, doçentlerim olduğu yerde saysın diye hissedersen sana da herkese de yazık olur. Hissedersen diyorum, böyle acıklı bir duruma 'düşünme' adını veremiyorum çünkü. İstersen elbette öğrencilerini korkutabilirsin. Bundan kolay ne var? Genç bir hoca arkadaş vardı. Ölen profesörünün yerine birdenbire ders vermek zorunda kalmıştı. Öğrencinin karşısına çıkmaktan korkuyordu, ders vermekten korkuyordu, başaramam diye korkuyordu. Çünkü profesörü, ona ders verme imkânını ancak ölümüyle tanımıştı. Genç arkadaşımız da korkusunu gizlemek için, hocasının yapmış olduğu gibi korkutmayı denedi. Çekingenliği örtmek için küstahlığı denedi. Yumuşaklığını örtmek için öfkeyi denedi: Ders anlatırken öfkesinden kekeliyordu. Beceriksizliğini örtmek için de öğrenciyi suçlu bulmayı denedi. Kendine güvensizliği örtmek için, derste olur olmaz zamanlarda, yerli yersiz kendini övmeyi, ne kadar bilgili olduğunu anlatmayı denedi. Öğrenciyi yıldırmak için, kendi öğrenciliğini efsaneleştirmeyi denedi: Onlar gibi olmadığını, nasıl üstün bir öğrencilik dönemi geçirmiş olduğunu anlattı durdu. Fakat bu arkadaş daha öğrenciyi imtihan etmeden, öğrenci onun hakkında notunu verdi: Bu hocayı, hocalıktan sınıfta bıraktı. Öğrenci durumu sezmişti tabii: Çünkü öğrenci tek bir kişi değildir, yüzlerce gözdür, kulaktır, beyindir. Öğrenciyi, bu talihsiz arkadaşımız gibi, bir düşman olarak karşısına alanlar için öğrenci gerçekten ürkütücü bir devdir. Arkadaşımızın denemiş olduğu oyun, gerçekten tehlikeli bir oyundur. Sonunda belki öğrenciyi ürkütmeyi başarırsın, ama öğretmeyi ve saygı uyandırmayı hiç bir zaman başaramazsın. Ben sana başka bir yol teklif ediyorum. Öğrenciliğinde hocalar seni yanlarına bile yaklaştırmamış olabilirler; sen bütün öğrencilerinle arkadaş olmayı dene. Asistan olduğun zaman profesörün seni odasına bile yaklaştırmamış olabilir; sen bütün asistanlarını odana çağır, hatta evine çağır. Ve sana ne de olsa birilerinin bir zamanlar bir şeyler öğretmiş olduğunu düşünerek, herkese her şeyi öğretmeye çalış. Ve insanın ciddi olduğu zaman hiç bir şekilde gülünç olmadığını hiç unutma.

Senden Hazreti Eyüp Sabrı istediğimi biliyorum. Ama unutma ki, sana boyun eğmeyi tavsiye etmedim hiç bir zaman. Gerekince öfkelenebilirsin, haksızlığa karşı çıkabilirsin. Ama bu öfke bir işe yaramalıdır. Öfkelenirken, içinden kimseye kızmamalısın. Doğru bildiğin şeyler adına öfkelendiğini bilmelisin. Kendi adına ve kendini tatmin etmek için ayağa kalkarsan, duyarlı bir insan olarak sonradan çok üzülürsün. Benim temkinli ve soğukkanlı olduğumu söylerler. Oysa ben de kızardım; ama insanlara değil, kavramlara, soyut şeylere öfkelenirdim: Öğrencilerime değil, tembelliğe ve ikiyüzlülüğe ve fırsatçılığa ve samimiyetsizliğe ve kopyacılığa kızardım. Biraz da gülelim istersen bu arada: Bir gün imtihanın birinde, bir öğrencimin elini aceleyle cebine soktuğunu ve bir şey çıkardığını gördüm. Yanına yaklaşarak, elinde ne var? dedim yavaşça. Avcunu büsbütün kapadı. Ben ısrar ettikçe yumruğunu daha büyük bir güçle sıkıyordu. Sonunda gevşedi, avcu sanki kendiliğinden açıldı: İçinde bir lira duruyordu, aceleden ancak onu çıkarabilmişti cebinden. Gülmekten başka çare yoktu; ikimiz de öyle yaptık.

İhtiyarlardan durmadan öğüt dinlemek de sıkıcı olabilir. Gerçekten ihtiyarlarımız bu haklarını çok istismar etmişlerdir, kullanmışlardır. İnsan onları dinledikten sonra çoğu zaman kendi aklını daha çok beğenmeye başlar. Bununla birlikte, ben bu bakımdan biraz imtiyazlı sayılmalıyım; çünkü benimle ilgilendin, hayat hikâyemi merak ettin. İstiyorum ki ondan yararlı bir şeyler çıkar. İstiyorum ki aslen Malatyalı olup Adana'da Rabia'dan doğan Hüseyin Avni oğlu 1327 tevellütlü Mustafa İnan sana gerçekten bir şeyler öğretebilmiş olsun. Onun bilim dünyasındaki serüvenleri sana örnek olsun istiyorum. İstiyorum ki öğrencilerim yalnız kitaplarımdan, makalelerimden değil, pek uzun sayılmayan hayatımdan da bir şeyler öğrenebilsin. Artık onlarla yüz yüze gelmek imkânından mahrum bulunduğuma göre, istiyorum ki serüvenlerimi okusunlar ve bu maceralarım, öğrencilerimle ölümümden sonra bile konuşabilmemi sağlasın. Onlara yararı dokunacağını düşünseydim sağlığımda yazardım maceralarımı. Artık bu görev size düşüyor.

Beni, tanıyabildiğiniz kadarıyle, insanların gözünde öyle canlandırın ki, ölmezlik diye bir şey varsa, yani ölmezlik denilen şeyin yaşayanlara bir yararı varsa, bunu benim adıma siz başarın. Beni yaşatmayı denerseniz, size de karşı çıkacaklar. Ülkemizde bir şey yapmak isteyenlere karşı çıkanlar daima var olmuştur. Eski arkadaşlarımdan biri, bana Mustafa'yı sormaya gelirlerse kovarım onları, diyormuş; sizden duydum. Ona gitmeyin tabii. Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım edilemez. Böylelerine karşı bazen ben bile çaresiz kalırdım, onları ben bile kurtaramazdım. Böyle bozuk seslilere karşı en iyi çare, onları sesleriyle baş başa bırakmaktır. Bırakın kötü sesleri yalnız kendileri dinlesinler. Her karşı çıkanı da kötü niyetli bulmayın; çünkü büyük divan şairi Nabi ne diyor: "Sitem hep aşinalardan, bigânelerden gelmez" diyor. Seninle tanıştığıma çok memnun oldum delikanlı. Bizim gibilerin birbirini tanıması gereklidir. "Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil". Bu arada belki şu Divan şiiri tutkum da ilgini çekmiştir; olur ya belki sen de merak salarsın bu işe. Evet, öyle olur, biliyorum. Çünkü sen de benim gibi saf bir taşralısın: Güzele ve iyiye kapalı değilsin.

Kapalı olmamaya çalışacağım dedi genç adam Mustafa İnan'a. 'Kapalı sistemler'in yararsızlığını sizinle konuşmamış mıydık? Buna çok sevindim dedi Mustafa Hoca; yani hem kapalı olmamak istediğine, hem de benim düşüncelerimle ilgilendiğine sevindim. İnanıyorum ki 'Düşünce Sanatı' gibi, benim biraz uğraştığım meseleleri, siz daha açık olarak göreceksiniz. Zaten beni incelerken bile, bu konularla oldukça uğraştınız; her şeyi de böyle uğraşırken bulacaksınız. Bu sebeple size daha fazla nasihat vermek gereksiz. Bana müsaade.  

Merak etmeyin hocam dedi delikanlı; galiba ne demek istediğinizi biraz anladık. Ne anladığımızı çok iyi ifade edemiyorsak da gene başkalarına anlatmaya çalışacağız. Kimseler böyle meseleleri henüz mesele etmediği için, bunları kendine dert etmediği için, bu ihtiyacı henüz duymadığı için, bunu yapmamız daha da gerekli oluyor. Ne yapalım? Sizin sırlarınızı çözmek kolay mı? Onun için acemiliğimizi bağışlamanızı istiyoruz. Yalnız sizin bizi bağışlamanızı istiyoruz; yoksa, kapalı kapılar ardında bize karşı homurdanacak olanların 'tolerans'ına ihtiyacımız yok; bu 'sakîm ve ucuz şark âdeti'ni ben de sevmiyorum efendim. Bize, neden bu kadar uğraştınız? başka işiniz mi yok? diyeceklerdir. Ben de onlara derim ki: Siz Hocanın artık bilime hizmet etmesini istemiyorsunuz. Mustafa İnan'a, "İstanbul Teknik Üniversitesi'nde 1944’lerde başlayıp, 1967'deki vefatına kadar, tatbiki mekanik bilim dalındaki bilimsel çalışmaları, eşsiz hocalığı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol kurmuş olması dikkate alınarak 1971 yılı HİZMET ÖDÜLÜ" verilmedi mi? Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumunun Bilim Kurulu, bu ödülün Mustafa Hocaya verilmesi gerektiği kararına hemen varmadı mı? Bunu yaparlarken eski başkanları Mustafa İnan'a yararlı olmayı mı düşündüler sanki? Mustafa Hoca öleli dört yıl olmuştu, bu ödülün ona bir yararı olurmuydu? Peki kime yararı var bu ödülün? Ben de bunun üzerine derim ki: Bizim gibi gençlere, bilime hizmet diye bir meselenin olduğunu öğrenmesi gereken gençlere yararı vardı bu ödülün. Bu ödül Mustafa İnan'a bizler için verildi. Çünkü Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu bilim adamı yetiştirmek istiyordu, bu adı taşıyan bir kuruluşu bile vardı. "Canım başka ülkelerdeki kuruluşlara benzesin diye yapılan bir gösteriştir bu," derlerse, ben de derim ki: Ben henüz dünyada bazı iyi niyetlerin olduğuna inanacak kadar gencim. Ve inanıyorum ki bu ödül, bana kalırsa, bir bakıma bana da verildi. Ne var ki, bilime hizmet etmekten vazgeçersem geri alınmak üzere verildi. Ve bu ödül Mustafa İnan'a, bir daha geri alınmamak üzere verildi. Çünkü biliniyordu ki, Mustafa İnan bu ödülü aldıktan sonra, bilime daha da yararlı olacaktır. Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki: Bırakın da bazı sorunları da Mustafa İnan gibi saf olanlar kendi aralarında çözümlesinler. Biz bazı özelliklerimizi, Mustafa İnan'ın Adana şivesini korumak istemesi gibi, değiştirmemekte kararlıyız. Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz. Ayrıca neden endişeleniyorsunuz? Bu davranışımızda çıkarlarınıza dokunan bir şey yok ki. Bizim saflıkta direnmemizin size ne zararı olabilir? Meselâ biz, Mustafa İnan'ın yaşantısını öğrenenlerin onun gibi bilim adamı olmaya özeneceğini düşünecek kadar saflık gösteriyorsak bundan size ne? Biz bu çeşit kusurlarımızı düzeltmek istemiyoruz. Hocanın hayatı bir roman olur diye düşünüyoruz meselâ. Bütün romanlar da, uyumadan önce okuduğumuz kitaplar gibi acıklı ya da dehşet verici olmaz ya; ama, sonunun hüzünlü olduğunu söyleyebileceğimiz bu roman da, onlar kadar sürükleyici olabilir. İşte bu yüzden…    

"Kaşlarını çatmış neler düşünüyorsun orada?" dedi profesör. Genç adam güldü: "Kendimizi beğendiremediğimiz kimselere kızıyorum." "Aldırma," dedi profesör:" "Ayrıca herkese kendini beğendirmek de pek makbul değildir." Kaşlarını çattı: "Hem, gereksiz öfkelerin bir işe yaramadığını söylemedi mi Mustafa sana?" "Söyledi söyledi," dedi delikanlı, "biraz önce söyledi." Orta yaşlı profesör, genç adamın kolundan çekti: "Bırak şimdi bunları. Hemen eve gidelim de bugün konuştuklarımızı, unutmadan bir tarafa yazalım." s. 263-270

(03.08.2016)