14 Aralık 2025 Pazar

KAFAMDAKİ SAYAÇ

Bazen insanlarla yakınlık kuramayışımın sebebini kendimde bulmaya çalışıyorum, kendimi suçlamaya çalışıyorum. Somut bir yetersizliğimi, kusurumu bulup kendimi azarlamak istiyorum. Ne olacaksa! Ama kolay olmuyor bu, bir sonuca ulaşamıyorum. Bu yazıda bir kez daha sorayım, cevap vermeye çalışayım: Evet, nerede hata yapıyorum, nasıl kötü bir özelliğim var ki insanlarla arkadaşlık kuramıyorum?

Sanırım sorunlardan biri benim zamana takmış olmam. Yıllardır, sabah uyanınca, yatıncaya kadarki süreyi hesaplayıp kafamda oluşturduğum bir sayaca yazıyorum. Sayaç geri geri işlemeye başlıyor. Diyelim ki saat 08.00’de kalktım, 00.00’da da uyuyacağım. Arada 16 saatlik bir süre var. İşte bu süre, yani sayaçtaki 16.00 saat azalmaya başlıyor: 15.59 - 15.58 … 10.00 - 09.59 - 09.58 … 05.00 … 03.00 … 01.00 - 00.59 - 00.58 … 00.02 - 00.01 ve 00.00. Sınırlı ömrümden bir gün daha gitti, koca bir gün daha. Korkunç! Ne yaptım bu sürede ben? Aman Allah’ım, nasıl da geçiriverdim bu süreyi! Yıllardır hep bunu yapıyorum; sayacın farkında olmama, onun binlerce kez olduğu gibi bu defa da yine sıfırlanacağını bilmeme rağmen hiçbir şey yapmadım, vaktimi çarçur ettim!

Evet, kafamda böyle bir sayaç yaratıp çalıştırmam kötü bir özelliğim olabilir. Arkadaşlık dediğin birileriyle az veya çok vakit harcamak demek, bu vakti biraz da boş yere harcıyor gibi harcamak demek. Yalnız kalmamanın, yabanileşmemenin gözde çok da büyütülmemesi gereken bir bedeli sayılabilir bu. Ama ben takılıyorum ne yazık ki! Sanki tek başıma olunca o süreyi daha iyi değerlendiriyormuşum veya değerlendirecekmişim gibi.

Tam da burada sen kaliteli insanlarla karşılaşmadığın için böyle hissediyorsun, diyenler olabilir. Belki de öyledir, fakat boşa vakit geçiriyormuşum gibi hissettirmeyecek insanlara -vardır illaki- pek rastlamıyorum. Bir de şu var: Diğer insanların da kafalarında benzer bir sayaç olduğunu düşündüğüm için onların vaktini almaya çok çekiniyorum. Bir de o insanlar gerçekten vaktini iyi değerlendiren insanlarsa ben onlarla nasıl vakit geçirebilirim ki, onların kıymetli vakitlerini nasıl çalabilirim ki?

12 Aralık 2025 Cuma

BİR KİŞİYİ O KİŞİ EDEN (T)ÖZ

İki insan arasındaki benzerlik veya fark bağlamında ne söylenirse söylensin pek bir anlam ifade etmeyebilir. En önemlisi sayılabileceklerden görece ihmal edilebilir olanlara kadar, inanç, görüş, düşünce, maddi durum, spor, yemek gibi pek çok konuda benzerlikler veya farklılıklar birtakım sonuçlara ulaşmamız için yeterli olmazlar. Bunların hepsinin üzerinde, hepsini aşan bir şey var. Nasıl anlatırım, nasıl adlandırırım bilemiyorum; ama deneyeceğim.

Bir arkadaşım var. Hemen hemen hiç kimse kötü biri olduğunu söyleyemez sanırım. Ama uzun arkadaşlığımız bana onun beni anlamaya ne kadar az yatkın olduğunu gösterdi. Acıyla hem de. Şimdi onunla aramızda onlarca benzerlik olsa, o da, ben de iyi insanlar olsak ne olur ki! Ruhumuz farklı sanki, bir kişiyi o kişi eden (t)öz farklı. Ee, tamam işte, bir farktan bahsediyorsun ve bu önemliymiş, demek ki iddia ettiğin gibi farklıklar önemsiz falan değilmiş, diye itiraz edebilirsiniz. Bir bakıma haklısınız, ama bu (t)özdeki benzerliğin bir anlamı yok ki! Daha doğrusu, burada bir benzerlik değil aynılık söz konusu olmalı; bu söz konusu değilse, durum bir farklılık olarak değil, âdeta bir zıtlık olarak görülebilir. Bu konuda bir zıtlık söz konusu olunca da diğer hususların, en azından kişilerin birbirini anlamaları açısından bir önemi kalmıyor. Kişilerin sıradan bir arkadaşlığın ötesine geçmelerine imkân verecek o uyum veya duygudaşlık ortaya çıkmıyor; dost olunamıyor.

Dostluk benim için iki insan arasında başka her türlü ilişki biçiminin üstünde ve ötesindedir. İnsan ilişkilerinde çok nadir erişilen bir düzeydir. Zor olmasına ve nadir görülmesine rağmen bir insandan ya da bir ilişkiden beklediğim şey budur benim. Doğrusu, bu aşırı bir düşünce. Mesai arkadaşlıkları, asker arkadaşlıkları, öylesine takılmalık arkadaşlıklar falan gereksiz de, zararlı da değil. Hatta böyle olması sağlıklı bir şey, iyi bir şey. Ama ben yalnız kalmama yol açmasına rağmen hep daha fazlasını hayal ettim, dostluk potansiyeli olmayan arkadaşlıkları sürdüremedim.

7 Aralık 2025 Pazar

İÇİMİ DÖKÜYORUM

Ne yapayım yani, istediğim şartlara kavuşamıyorum diye öleyim mi! Hemen her şey kötüye gidiyormuş gibi görünüyor, doğru; ama bir taraftan da hayat devam ediyor. Hayallerimin bir gün gerçekleşeceği umuduyla yaşamaya devam etmeliyim. Elimdekilerle yetinmeyi bilmeliyim. Ertelediğim hayata biraz daha kısa sürede kavuşmaya da bakmalıyım. Aslında ayarlanması çok zor bir dengeyi gözetmem gerekiyor: Gelecek güzel günlere ulaşma ihtimalimin kesin olmadığını bildiğim için ânın değerini yadsımamalıyım; fakat asıl isteğimin, beni asıl mutlu edecek şeyin ne olduğunu bildiğim için de o hayale ulaşmak için yapılması gerekenleri ihmal etmemeliyim.

Dediğim gibi, kurulması zor bir dengeyi sağlamaya çalışmalıyım, çalışıyorum da. Zaman zaman dengenin bir taraf aleyhine bozulduğunu görüp gerildiğim oluyor. Ama dengenin ciddi bir bozulma yaşamadığını söyleyebilirim. Ufak bozulmalar bile uzun sürmüyor. Son yıllarda bu benim en çok dikkat ettiğim şey. Bu dikkat, yorucu, zahmetli; neredeyse her dakikanın, her kuruşun hesabını gerekli kılıyor. Ama yapacak bir şey yok, bu duruma kendimi kendim düşürdüm, bazı şeyleri anlamam zaman aldı, bocalamalar yaşadım, git geller yaşadım, kararsızlıklar yaşadım…

Bu nedenle, benimkine benzer hayalleri olan veya olabilecek gençleri daha şanslı görüyorum. Sadece ömür sermayelerinin avantajına değil, önlerinde sayısız örneğe de sahipler. Yapmalı gereken bu işe erkenden başlamak ve kararlı biçimde sürdürmek.

Benim vadem 2030’da doluyor, 2030’un Eylül ayına kadar sürem var. Erken emeklilik gibi bir piyango vurursa falan daha erken olabilir. Ama ne olursa olsun vadem dolunca çalışmayı bırakacağım, daha fazla acı çekemem gerçekten. 2024’ün başından itibaren 80 ay olarak belirlemiştim. 23 ay geride kaldı. Aralık’ı da sayalım, etti mi 24 ay? Geriye 56 ayım kaldı. Neredeyse üçte biri geride kalmış yahu! J

Zaman zaman bu konuda bana destek olabilecek insanların destek olmayı geçtim, benden kendileri için bir şeyler beklemeleri canımı öyle yakıyor ki! Geçen ay bir arkadaş pek az da sayılmayacak bir miktar istedi. Verdim. Böyle bir hayalim olmasa karşılık bile beklemeden yapabilirdim bunu. Ama mübarek senin yaptığın benimle dalga geçmek gibi bir şey değil mi? Öyle içim acıdı ki! Ulan seninle arkadaşlığımı sürdürdüğüm her gün, benim için bir şey yapmadığın için utanman gerekirken sen elimdekilere göz dikiyorsun sanki. Aynı şekilde, yine dostum diyebileceğim diğer yakın arkadaşım da gerekirse benden borç isteyeceğini söyledi. Bu arkadaşların durumları benden iyi. Biri hesabını bilmediği için, müsrif olduğu için, diğeri de daha fazlasını kazanmak için bu durumu yaşattılar bana. Aileme gelince, onların zaten umurunda değilim sanırım.

Aslında şöyle bir düzeltme yapmam gerekiyor: Bu insanlar benim ne çektiğimi anlamıyorlar sanırım. Yıllardır neler neler anlattım. Bu mesele yüzünden ciddi sağlık sorunları yaşadım, belki ölümden döndüm. Bunu da biliyorlar; ama yok, zerre değişim olmadı. Ben bir şeyleri anlatma konusunda fena da değilimdir aslında, ama bu konuda neden anlaşılmıyorum acaba? İlginç! Belki de arkadaşlarımı doğru seçemedim ve yanlış arkadaşlığı sürdürüp gittim.

Bir insan bir şeyi anlar veya anlamaz. Bir kere bahsedersin, iki kere, üç kere bahsedersin… Daha fazla çeneni yorman senin salaklığın! Hatta özellikle kaçınacaksın o derdini anlatmaktan, gerek yok! Madem gelişigüzel, içtenlikle döktürüyorum bu yazıda, aynen devam edeyim. Şöyle bir karar alayım: Kimseye bu derdinden bahsetme oğlum PAOC (piliazalanorganikcihaz)! Kendi işini kendin gör, medet umma kimseden. Hatta, yılların hatırını boş ver, uzak dur seni anlamayan insanlardan. Bu mesele bağlamında olsun, başka şekilde olsun, kimseyle maddi konuları konuşma. On milyonluk evi, arabası olan adam, bunların hiçbirine sahip olmayan ama bir milyon nakdi olan adama hasetleniyor. Hiç anlam veremediğim bir şey! Ben maddi olarak acınacak durumdayım neredeyse, kıskanılmak falan ne alaka! Benim gibi (maaş, kıdem vb. açılardan benzer) olup da maddi durumu benden kötü olan birini görmedim desem yalan olmaz. Buna rağmen nelerle karşılaşıyorum…

İş yakınmaya gelince uzattıkça uzatıyorum yazılarımı. Kötülemek, eleştirmek daha kolay geliyor sanırım. Ama yetsin bu kadarı. Umarım, her türlü dangalaklığın, kabalık ve görgüsüzlüğün uzağında, sakin sakin yaşayabileceğim yılları görürüm.

25 Kasım 2025 Salı

KAPANMAZ FARK

Yığınlarla arandaki farkın kapanmasının imkânsız olduğunu ne kadar erken anlarsan o kadar iyi. Ben uzun zaman bir fark olduğunu bile kabule yanaşmadım. Farkı kabul ettikten sonra da epey bir süre bu farkın kapanabileceğini zannettim. Derken yaş ilerledi, bugünlere geldim. Artık kabul ediyorum. Bazı farklar kapanmaz. Yazgı mıdır nedir, tartışılır belki, ama kapanmaz. En ufak bir umudumuz olmamalı kapanacağına dair. Zaten böyle bir farkla doğmuş olmanın acısı yetmezmiş gibi bir de umuda kapılarak hüsrana uğrayıp durmanın acısına ne gerek var!

Lâmı cimi yok bu işin! Eskiden de şimdi de büyük ihtimalle gelecekte de böyle. Elbette, daha yirmi yaşında olmamalı bu kabul. Zaten o yaşlarda kolay kolay söz konusu olmaz; kişi farkın farkına bile varamaz belki, geçtim farkın kapanır mı kapanmaz mı olduğunu anlamayı. Ama çok da geç kalınmamalı, insan, otuzlu yaşlarda, hadi bilemedin en geç kırkta bu olguyu kabul etmeli.

Belki şöyle bir itiraz gelebilir: Farkın kapanmayacağını erken kabul edebilmek, farkın derecesiyle ilgili değil mi? Olabilir, yani kişi yığınlardan çok farklıysa daha erken anlar belki bunun kapanmayacağını. Ama bu konu çok su götürür, hiç girmeyelim. Çok mu farklıyız, az mı farklıyız tartışmayalım. Sonuçta farklıyız, değil mi? Tamam. Kapanmaz bir fark olduğunu erken anlayalım, diyorum. Uğraşmayalım, keyfimize bakmaya çalışalım. Çünkü kapanmayacak bir farkı kapatmaya çalışmak acı verici ve boş bir çaba olacaktır.

Peki, ne yapacağız? Yani kabul ettikten sonra. Keyfimize nasıl bakacağız? Öncelikle şunu yapacağız: Farkın doğurabileceği tehlikelerden, bize bu farkı hatırlatıp duracak ortamlardan, ilişkilerden mümkün olduğunca kaçacağız. Mümkünse kapanmaz farkla doğanlar arasında olmaya çalışacağız, onlardan birkaç kişi bulup yalnızlıktan kurtulmaya çalışacağız. Hepsi bu!

22 Kasım 2025 Cumartesi

ARANAN BİR SU OLARAK STOACILIK?

(Aydemir, Şevket Süreyya, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 2019.)

“Suyu Arayan Adam”, Şevket Süreyya Aydemir’in otobiyografik eseri. Roman tadında bir kitap. 1900’lerin başından 1950’lere kadar gelen bir tarih kesitinde, heyecan verici pek çok olaya yer veren bir eser. Aydemir, savaşı bizzat yaşamış, cephelerde bulunmuş, hapishane de yatmış, dindar bir çocuktan sosyalist bir gence dönüşmüş, orada da kalmayıp arayışını sürdürmüş, “Kadro” ile bize has bir inkılâp ideolojisi yaratmaya çalışmış bir figür.

Aydemir’i yeterince titiz bulsaydım yazdıklarının doğruluğundan bu kadar şüphe etmezdim. Ama eserde o kadar çok hata var ki!.. Verilen tarihler kesinlikle kontrol edilmeli. Aynı dipnotta bile birbiriyle çelişen tarihler var. Bunun sebebi ne olabilir? Diyelim ki Aydemir Osmanlıca yazdı, başka biri günümüz alfabesine ve rakamlarına çevirirken hata yaptı. Aydemir neden kontrol etmedi, ettiyse fark etmedi mi? Eserde yazım birliği de bulunmuyor. Eksik harfler, kelimeler... Eser 1959’da yapmış ilk baskısını. İkinci basım Remzi’den, 1965 yılında. Okuduğum 39. basım (Ocak 2019) yine Remzi’den. Yani bunca basımdan sonra hâlâ bu hataları görmemiz tuhaf. Açıkçası birilerine atfedilen sözler veya alıntılara da güvenemedim. Yazar sanki hafızasına fazla güvenmiş gibi. Üstelik kendinden emin de bir dili var.

Hatıra ve otobiyografide anlatılanlara inanmaya daha yatkınım bir okur sayılırım, ama “Suyu Arayan Adam” beni ciddi kuşkulara düşürdü. O kadar önemli olaya tanıklık edeceksiniz ama bunları üzerinde titizlenmeden, roman yazar gibi yazıp geçeceksiniz… Dipnotlar vereceksiniz, göndermeler yapacaksınız; eserinize bilimsel bir hava vereceksiniz; fakat eseriniz onlarca basit hatadan geçilmeyecek…

Peki, okunmaya değmez mi bu otobiyografi? Bence, dikkat çektiğim hususları göz ardı etmeden okunmasında yarar var. Özellikle son sayfalar oldukça dokunaklı. Genç yaşında büyük hayaller peşinde koşacak kadar hırslı olan Aydemir, altmışından sonra kaderine razı, mülayim bir emekli amcaya dönüşmüş görünüyor. Epiktetos’tan yaptığı güzel alıntılar da -umarım doğrudur- “su”yu olmasa da teselliyi Stoacılık’ta bulmuş gibi bir izlenim veriyor bana. Hoş, çok hoş!

İLE VE İDİ

Zaman zaman teknolojinin dile etkileri konuşulur. Lise edebiyat derslerinde de böyle bir konu var. Öğrencilerden teknolojinin dilimizi nasıl etkilediğini düşünmeleri isteniyor. Etkiler genelde dilimize yeni kelimelerin girdiği, anlık yazışma uygulamalarında bazı kısaltmaların yaygınlaştığı şeklinde sıralanıyor. Ben son zamanlarda özellikle yapay zekânın yaygınlaşmasıyla birlikte yapısal bir etkinin de söz konusu olduğunu fark ediyorum. Bir şeyler yazarken otomatik yazım modunda isek ile’yi ve idi’yi ayrı yazmamız avantajlı oluyor. Özellikle özel isimlerde ilenin ayrı yazılması kolay oluyor; kesme işaretiyle uğraşmak zorunda kalmıyoruz. İdi de aynı şekilde: “Ahmet’ti” yerine “Ahmet idi” gibi…

Teknolojinin dile dolaylı etkisi çok daha fazla olsa gerek. Ben dikkatimi çeken küçük somut bir etkiden bahsettim. Bu alanda çalışanlar neler yazdılar, neler tespit ettiler bilmiyorum. Ama güzel bir konu. Dilin zaman içindeki değişimi, evrimi… Özellikle de yapısal birtakım değişimler. Bağlaç seçimi, edatların anlamındaki değişiklikler, zaman (anlam) kaymaları… Dil yavaş yavaş değiştiği için, çoğu zaman, bir insan ömrü bu değişimi tespit etmek için yetmiyor, ama literatür tarandığında, eski gazetelere bakıldığında bazıları insanı gülümseten farklılıklar göze çarpıyor. Gerçekten, dilde nereden nereye geldiğimiz, nereye gitmekte olduğumuz ilgiyle çalışılabilecek bir konu.

16 Kasım 2025 Pazar

ÖYLESİNE YAZDIM

Geçen aylarda yazdığım gibi küçük öyküler yazmak istiyorum, ama yazamıyorum. İlginç! Sadece öykü değil, başka bir şey de yazamıyorum. Deniyorum, uğraşıyorum; olmuyor. Takıldım kaldım sanki. Bir yandan da biliyorum; böyle gitmeyecek, tekrar içime sinen bir şeyler yazabileceğim. Belki de bu yazıyla açılacağım, kim bilir. Zaten bu satırları da yazma uğraşından uzak kalmamak ve açılmak için yazıyorum.

Cuma günü eski bir arkadaşımla buluştuk. Yedik, içtik, gezdik. Şehir turu yaptık. Trafik öyle yoğundu ki çok şaşırdım. İlk defa bu yıl şehrin trafiğinin korkunç bir hâl almaya başladığını fark etmiştim. Bu, o fark edişin teyidi oldu bir bakıma. Gerçekten ne olmuş böyle? İstanbul’da görmeye alıştığımız bir şeydi bu. Konya gibi bir şehirde hâlâ tuhafıma gidiyor, şaşırıyorum. Buralardan gitme vaktim çoktan gelmiş benim. İnsan kalabalığı yetmezmiş gibi bir de araç trafiği ve gürültüsü bela oldu. Hayırlısı bakalım…

Yıllarca İstanbul’da da yaşamış biri olmama rağmen şehrin hayhuyu dediğim o “boş” hareketliliğe hiç alışamadım. Araç ve insan trafiği, gürültü, koşuşturmaca… Hiç bana göre değil bu yaşama biçimi. Doğrusu, buna benzer duygu ve düşüncelerimi uzun zamandır dile getiriyorum; ama çözüm nâmına da bir şey yaptığım yok. Gerçi geçmiş yazılarımdan birinde bir şeyler yapmaya başladığımı, bunun devamının da geleceğini yazmıştım. Evet, yapacağım. İstediklerim, gerçekleşmeyecek, uçuk kaçık şeyler değil ki!

Türkiye her yerinde aynı iklimin hâkim olduğu küçük bir ülke değil. Deniz istiyorsan deniz, dağ istiyorsan dağ, ovaysa ova, sıcaksa sıcak, soğuksa soğuk… Yeryüzü şekilleri ve iklim bakımından istediğimiz yerde yaşamamız kolay sayılır. Kalabalık sevmiyor musun, al başını git ücra bir ilçeye! Öyle değil mi? Dolayısıyla bu konuda bahanem yok. Olmadığı için de önümüzdeki yaz bir değişiklik yapacağım inş. Hayırlısı bakalım...

1 Kasım 2025 Cumartesi

OKUMAK ÜZERİNE

Bir internet sitesinde yarım bıraktığım bir kitabı neden yarım bıraktığım, önerip önermeyeceğim sorulmuş. Cevap vermeye çalıştım. Cevaplarken “okuma” eylemini tekrar düşündüm. Nedir okuma, neden okuruz, nasıl okuruz?..

Okuma denince genellikle edebi türlerin, özellikle roman türünün okunduğu bir boş zaman etkinliği akla geliyor. Evet, en yaygın ve bilinen okuma etkinliği bu. Belki en eğlencelisi de budur. Bir tür veya temaya bağlı olmayan, bir sistemi olmayan, kimi zaman vakit geçirmek için başvurduğumuz bir uğraş. Doğrusu bir alıp veremediğim yok bu türden okumalarla; ama okumalarımızı içerik bakımından planlayabiliriz, sistemli okumalar da yapabiliriz. Daha somut sonuçlar alabilmek için, herhangi bir konuda az da olsa derinleşebilmek için okumalarımızı planlayabiliriz. Okuma etkinliğini birbirine paralel birkaç biçimde de sürdürebiliriz. Epey yapan da vardır sanırım. Aklıma gelenleri gelişigüzel yazayım.

Tarih okumaları yapabiliriz. (Başlamadan tarih bilimini ve metodolojisini anlatan bir şeyler okumamız yararlı olacaktır.) Örneğin, insanlığın nasıl ortaya çıktığına falan takılmadan ana hatlarıyla dünya siyasi tarihine bakabiliriz. Eski çağlardan günümüze doğru, kronolojik olarak, medeniyet havzalarını, belli başlı siyasi oluşumları, bunların birbirleriyle etkileşimlerini okuyabiliriz.

Felsefe tarihi okuyabiliriz. (Başlamadan bir iki tane felsefeye giriş okusak iyi olur. Felsefenin ne olduğunu, neleri kapsadığını hatırlarız.) Yukarıda siyasi tarih için yaptığımız şeyi felsefe tarihi için yapıyoruz burada. Antik Çağ’dan günümüze doğru geliyoruz. Bu işi hızlıca yapıp siyasi düşüncelerde, belli başlı ideolojilerde biraz yayılıp dağıtabiliriz.

Ekonomi okuyabiliriz. Bu, düşünce tarihini daha iyi anlayabilmemiz için de gerekiyor. Ekonomik faaliyetin kendisi de başlı başına önemli, özellikle de bu işin değişimi ve evrimi. Emek nedir, artı değer nedir, para nedir; enflasyon, faiz, borçlanma araçları, borsa nedir?.. Sorsak faizi herkes bilir; acaba faiz herkesin bildiği şeyden mi ibaret? Şahsen, Amerikan 10 yıllık hazine tahvillerinin önemine dair bir şeyler öğrenince öyle şaşırmıştım ki! Oysa bu türden bilgileri çok erken yaşlarımda bilmem gerekiyordu. Bu konuda biraz bilgilenince, öğrendiğim diğer her şeyin ne kadar önemsiz kalabileceğini anlamış ve ekonomiyi ihmal ettiğim için çok hayıflanmıştım. (Matematiğimiz çok zayıfsa önce matematik çalışmalıyız. Oran orantı, yüzde kavramı, ondalık sayılar, faiz hesaplamaları falan. Sanırım ortaokul düzeyinde bir matematik bilgisi. Basit gibi görünebilir ama bu konuda hiç beklemediğim kişilerin beni şaşırttığı oldu.)  

Sanat tarihi okuyabiliriz. İnsanlığın sanatsal faaliyetlerini derli toplu ve özlü biçimde veren bir iki kitap okuyabiliriz. Bu konu da çok geniş olduğu için bu ana okumadan sonra özellikle istediğimiz, merak ettiğimiz bir alt dal varsa ona yoğunlaşabiliriz. Daha spesifik bir şeyler bulup merakla, heyecanla peşine düşebiliriz.

Edebiyat tarihi okuyabiliriz. Herhangi bir ulusun edebiyatına merak salıp belli başlı dönemlerini, sanatçılarını tanıyabiliriz. Kendi çapımızda karşılaştırmalı edebiyat yapabilecek seviyeye gelsek ne güzel olur.

Bilim tarihi okuyabiliriz. Bilimlerden herhangi birinde yoğunlaşabiliriz. Bir ara tıp tarihini merak etmiştim. Modern tıpla ilgili kuşkuya düşmüş (tıp etiği ve ilaç endüstrisi bağlamında); tıp ne olmuş, nasıl olmuş da bugünlere gelmiş acaba minvalinde suallere gark olmuştum. Umarım güzel bir kitap bulur da okurum.

Tarım ve hayvancılıkla ilgili okumalar yapabiliriz. Bir bitki veya hayvan grubunu çalışabiliriz. Bitki, hayvan deyince taksonomi aklıma geliyor benim. Hem çetrefilli hem eğlenceli bir alan olmalı. Konuyla ilgili bir iki kitap okusak fena mı olur?

Birer ikişer psikolojiye veya sosyolojiye giriş kitabı okuyabiliriz. Belki sarar ya da alt konulardan biri ilgimizi çeker gömülür gideriz.

Şimdilik bu kadar olsun, biraz yoruldum zaten. Belki yine bir şeyler karalarım.

29 Ekim 2025 Çarşamba

FAKİR'İN KAPLUMBAĞALAR'I

Baykurt’u sinemaya uyarlanmış Yılanların Öcü adlı romanından tanıyordum. Yıllar önce Tırpan’ını okumuştum. Doğrusu hiç beğenmemiştim bu romanını. Şimdi de Kaplumbağalar’ını okudum. Yarım bırakmayı düşündüm ama bırakmadım, şans vereyim, dedim. Şans vermemin tek faydası Baykurt’un ciddiye alınacak bir tarafının olmadığını anlamam oldu.

Yazar, Tırpan’da Ankara’daki bir köyde yaşayanları Orta Çağ’da bile söz konusu olamayacak şartlarda yaşatıyordu. Komik desen komik değil, bu ne böyle, demiştim. Kaplumbağalar’da şartlar o kadar kötü gösterilmemiş ama aynı ciddiyetsizlik bu romanda da fazlasıyla mevcut. Köy hayatını az çok bilirim. Benim bildiğim köyle Fakir’in köyü birbirinden çok farklı. Aslında mesele romanın gerçeği ne kadar yansıttığı değil; yansıt(a)madığı gerçekliğin, “dönüştürdüğü” gerçekliğin bir şeye benzememesi. Büyülü gerçekçilik desen, değil, bir şeylerin parodisi desen, o da değil. Baykurt öylesine, dalga geçer gibi döktürmüş, kendi çapında eğlenmiş. Biraz kafadan kontak bir karakter yaratıp onun arkasına sığınarak Allah’la, Hz. Muhammet’le alay etmiş. Yer yer Kinizm’e çıkan söylemi tezini de önemsizleştirmiş.

Bizde köyü, köylüyü bilmeyen züppelerin köy romanı yazması eleştirilmiştir. Tırpan’ı ve Kaplumbağalar’ı okuduktan sonra Baykurt’un köyü bilmesinin ne artısı var, diye sordum kendime. İkide bir sıraladığı bitki adları, dürzü ve bokludan geçilmeyen köylü ağzı… Bravo! Şunu da eklemeden edemeyeceğim: Devlet, köylülere kamu arazisini ekip diktiler diye niye vermek zorunda olsun!

25 Ekim 2025 Cumartesi

ÖYKÜLEŞTİREMEDİKLERİMDEN

Aynı sokakta oturduğumuz, seksenini geçmiş bir teyze var. Zaman zaman tüyleri kıvırcık, açık kahverengi renkli, küçük bir köpeğiyle gezerken rastlıyorum. Her zaman şık. Saçları daima taranmış, düzleştirilmiş, dudakları rujlu. Özellikle kahverengi ve tonlarını tercih ediyor. Asortiye çok önem veriyor. Sanırım köpeğinin renklerini ve kıyafetlerini bile göz önüne alıyor. Çapı en fazla bir buçuk kilometrelik bir dairede yalnız başına takılıyor.

Onu her gördüğümde hâlâ bu kadının öyküsünü yazmadım diye hayıflanıyorum. Öyle birinin öyküsünü yazmayacağım da kiminkini yazacağım? Tembellik benimkisi! Al sana yaşlandıkça içine çekilmenin, büzülmenin, küçülmenin canlı bir örneği. Yaz ha yaz! Çocuk sahibi olmadığını, tek evladını korkunç bir kazada yitirdiğini, ilk aşkına olan hastalıklı bağlılığı yüzünden hiç evlenmediğini, üç çocuğu ve yarım düzine torunuyla yıllardır görüşmediklerini, bir yaz günü yine yürürken kaldırıma yığılıp kalacağını, evde uykusunda son nefesini vereceğini ve öldüğünün köpeğin havlamalarıyla anlaşılacağını, hiç de sanıldığı gibi yalnız ve mutsuz olmadığını…

İyi ama anlatmaya değer ne var bunlarda, dediğini duyar gibiyim. Haklısın, sıradan bir konuyu güzel bir anlatım öykü hâline getirebilir. Bu da benim sahip olduğum bir özellik değil. Anlatım konusundaki yetersizliğimi çarpıcı bir konu bularak ya da bir konunun ilginç bir noktasına parmak basarak telafi edebilirdim fakat bunu da beceremedim; sıraladığım şeyler çok sıradan. Bilmem ki ne yapsam. Düşüneyim biraz.

12 Ekim 2025 Pazar

KENDİNE DEĞER VERMEK

"Kendini sevmeyeni kimse sevmez" veya "kendine değer vermeyene kimse değer vermez" şeklinde özetlenebilecek binlerce özlü söz okudum. Hiçbiri tam kafama yatmadı, bu düşünceye pek katılamadım. Ama sanırım doğru bu. Yetersizliklerini büyütüp duran, kendini sevmeyen ve değersiz hisseden birine ister istemez çevresindekiler de öyle bakmaya başlıyor. 

Zaman zaman, benim de kendimi bir şey sandığım oldu. Ama böyle anlarda kendi kendime öyle bir karşı saldırı yapıyordum ki bu kez de aşırıya kaçıyor, kendimi eziyordum tabir caizse. Hayalimdeki ben ile olduğum ben arasındaki fark çok mu fazlaydı? Etrafımdakiler, içinde yaşadığım toplum çok mu nitelikliydi? Hem nedir niteliklilik?

Bütün dünyada çok şey değişti, köprünün altından çok sular aktı. Bugün, bir zamanların düellosunu anlayabilecek kim vardır, asırlık büyük ağaçlara saygıyla ulu ağaç diyen, sineğin yağı aklına gelmeyen, hatta çok ayrıntılı desenlerle incecik ipliklerden masa örtüleri ören?.. 

Geriye dönmemizi değil, bakmamızı bile imkânsız kılan tuhaf bir akışa sahip hayat. Ve zaman zaman kafam karışıyor; herkes işi kuralına göre yapıyor veya hayatı kuralına göre yaşıyor da ben bocalıyormuşum gibi, ben çıkıntılık yapıyormuşum gibi hissediyorum. Oysa ben kimim ki? Daha, o ve ben, yani biz diyebileceğim ikinci bir kişiyle bile tanışamamış bir talihsiz…

Lafı mı dolandırdım, nedense toparlayamadım. Başlarken kafamda net bir şeyler vardı sanki. Konuyu mu dağıttım, açılmaktan mı çekindim?.. Neyse, bu da böyle kalsın, sonra dönerim belki.

11 Ekim 2025 Cumartesi

SORULAR, DURUMLAR, GİDİŞAT FALAN

Hayattan ne istediğimi biliyor muyum? Hayattan bir şey istenir mi? Niçin yaşıyorum? Hadi uzun zaman öncesi neyse de son üç beş yılıma bakarak ne yaptığım, nasıl yaşadığım, neyi hedeflediğim gibi sorulara ne cevap verebilirim? Yine aynı şekilde, önümdeki yaşama ihtimalim olan on yirmi yılı değil de üç beş yılı göz önüne alarak ne yapacağım veya neyi hedeflediğim gibi soruları nasıl cevaplayabilirim? Böyle sorular sormak ve cevap bulmak zorunlu mu, benim böyle bir mecburiyetim var mı? Bu ve benzeri soruları kendime sürekli sorup dursam ne olur, sormasam veya çok daha az sorsam ne olur, ne değişir? Bu soruların cevabı aşağı yukarı belli değil mi, ikide bir sorarak ne bekliyorum, kafamda şimşek çakma ihtimali mi var?

Bu sorgulamaların sebebi şu galiba: Memnun değilim, yaşamımdan, kendimden, gidişattan…* Ve değişim istiyorum. Fakat değişim düşünmekle değil, harekete geçmekle olabilecek bir şey daha ziyade. Bunu daha önce de dile getirmiştim. Harekete geçme konusunda ne kadar çok isteksizsem veya zorlanma yaşıyorsam değişim isteğim de o kadar güçlü ki bir şey yapamasam da sürekli sorular sorup duruyorum. Bu süreç çok uzuyorsa kötü, hayra alâmet değil en azından. Bende durum ne, nasıl; yani çok uzadı mı bu süreç? Evet, çok uzadı, uzuyor. Farkındayım. O yüzden daha net şeyler için uğraşıyorum. Sürekli sorgulayıp durduğum bir konuda somut sayılabilecek bir cevap bulma peşindeyim; bir adım atma, harekete geçme gereğinin farkındayım.

Bu somutluk isteği yüzünden senenin başında AMEL DEFTERİ adını verdiğim bir çizelge yaptım, işaretleme işini de büyük oranda “başardım”. Bu çizelgede yapmayı düşündüğüm faaliyetleri belirtip her ayki durumumu, performansımı mı demeliyim, işledim. Büyük ölçüde sayısal olarak belirlediğim hedeflerimi yine sayısal olarak değerlendirdim. Öyle uçuk kaçık şeyler değildi bunlar, aşırıya da kaçmadım. Fakat durum bazı başlıklar açısından hiç umduğum gibi gitmedi; ama bunlar önemli şeyler de değil, biraz olursa olur, olmazsa olmaz sayılabilecek şeyler. Ya da şöyle söyleyeyim, tamamen elimde olan şeyler değil bunlardan birkaçı ve özellikle de “başarısız” olduklarım. Yine de üstünde durmak gerekiyor bunların da. Duracağım, önümüzdeki sene için de bir benzerini yapacağım bu çizelgenin, böylece onu hazırlarken daha isabetli olur hedeflerim, planlamalarım.

İyi götürdüğüm bir şeyden de bahsetmeliyim: FIRE hedefi. (FÖ diyordum, artık uluslararası kısaltmasını kullanacağım.) Bu amacımı gerçekleştirmeye azalmayan bir hevesle devam ediyorum. Yatırımlarım pek kâr ettirmedi ama birikim konusundaki performansımı tatmin edici buluyorum. Hemen her işlemimi Excel’e kuruşu kuruşuna giriyorum, aylık performansları tablolara döküyorum. Bu işleri bir hobi gibi de görüyorum, sayılar, oranlar vb. hoşuma gidiyor. Muhasebeci falan olmalıymışım J.

Evet, sorgulamaya devam; fakat bir sonuca vardığım konularda o sonuç neyi gerektiriyorsa onu yapmaya da çalışacağım. Süreci ve gelişmeleri belli başlı maddeler hâlinde yazacağım. Varsa bir planlamam yazıya, grafiğe dökeceğim. Diyelim ki bütün bunlar bomboş uğraşlar; olsun, bunların yerine başka bir şey yapabilseydim onu yapardım zaten, değil mi?    

---

* Bir sebebi de şu olabilir. (Sonradan aklıma geldi bu sebep ve yazmadan edemedim.) Bekârlık, yalnızlık. Çoluk çocuk olsa, bir ailem olsa bir hayatın nasıl yaşanacağına bu kadar kafa yorabilir miyim, vaktim olur mu? Bir telaştır, curcunadır yaşar giderdim.

3 Ekim 2025 Cuma

DELİ DERLER Mİ?

Geçen sene Ağustos’un son haftasından itibaren en fazla 300 kelimeden oluşan kısa yazılar veya mektuplar yazmaya başladım. Her hafta en az bir tane yazacaktım. Bugün baktım da 90 tanesi geride kalmış. Yaklaşık 13 ayda 90 yazı. Ay ortalamasını 7 sayabiliriz. Yayımlamadığım veya yarım kalan yazılar da var. Doğrusu, iyi sürdürmüşüm bu faaliyeti.

Yazılarda kelime sınırına dikkat ettim, 300’ü geçirmemeye çalıştım. İçerik veya tür konusunda bir karara varamadım. Bunların biçimsel olarak birer minik mektup olmasını isterdim, fakat zamanla buna dikkat etmedim, bazen kısa bir deneme, bazen de küçük bir öykü yazdım. Öykülerden bazıları güzel de oldu. İçlerinde beğendiğim birkaç deneme de var.

Son haftalarda biraz zoraki yazıyorum. Yazılar pek içime sinmiyor. Ama yazmayı bırakmak gibi bir niyetim de yok, devam edeceğim. Artık ne çıkarsa; öykü de olabilir, anı da, kitap tanıtımı gibi bir şey de… Belki de yazdıklarımın çoğu, şu an yaptığım gibi, birer günlük olacak. Daha önce de birkaç defa söylediğim gibi, insanın kendi kendine konuşmasını önemsiyorum, değerli buluyorum. Bizim kendi kendimize konuşmamız içten olacağı için, bir çeşit sesli düşünme olacağı için bize deli diyen de çıkmayacaktır. Hem deseler ne gam! Aksine, belki de bu sayede delirmekten kurtulmuş olacağız.

30 Eylül 2025 Salı

OLACAK OLACAK

Tek isteğim şöyle biraz bahçesi olan müstakil bir evde aheste aheste yaşayıp gitmek. Uzun zamandır böyle. Önemli bir sebep yokken yeni bir eve taşınmam, harekete geçebilmem yani, beni biraz cesaretlendirdi. Önümüzdeki yaz belki de bir şeylere girişirim.

İnsanlar genelde gençken girişken oluyorlar, cesur oluyorlar. Bu özellikleri yaşlandıkça da devam etmeli bence. Çünkü en önemli varlığımız, ömür sermayemiz elden gidiyor, bir şeyler yapacaksak geç kalmamalıyız. Gerçi yaşı ilerlemiş insanlar zaten işlerini yoluna koyuyorlar, hayallerini gerçekleştiriyorlar; çabalarını azaltmaları anlaşılır bir şey. Sorun benim gibilerde; hayallerini erteleyip duranlarda.

Son birkaç yıldır bu konuda az da olsa bir değişiklik seziyorum kendimde. Aklım başıma geç de olsa geliyor mu ne? Bir işe girişmek için her şeyin tam olmasını beklemek, garantici olmak insanın adım atmasını zorlaştırıyor. Kervan yolda düzülür anlayışından hazzetmiyorum, fakat özellikle bazı durumlarda atasözüne kulak vermek gerekiyor gibi.

Heyecanlıyım. İstekliyim. Yaza kadar epey zamanım da var. Tekrar tekrar da olsa bu meseleyi enine boyuna düşüneceğim, bir yolunu bulmaya çalışacağım. FÖ hayalim için 2030’u beklemem gerekiyor, ama düşündüm de o zamana kadar bir şeyler yapabilirim belki. Neden olmasın! Zaten başka bir hevesim kalmadı. Ne aşkı bulabildim ne parayı! Kaybedecek neyim var? Şartlar böyle gittiği sürece şu an ölmemle on sene sonra ölmem arasında pek bir fark yok.

27 Eylül 2025 Cumartesi

SORUNLARIM

Bugün sorunlarımı düşünmek istiyorum. Önce gelişigüzel sıralayayım, sonra ne yapabilirim ona bakayım:

1. İşimi, çalıştığım yeri, oradaki diğer çalışanları falan sevmiyorum. (Her hangi bir işi sever miyim, ondan da emin değilim açıkçası.)

2. Yaşadığım yerleşim yerinden memnun değilim, daha iyi ve uygun bir yer isterim.

3. Evimi sevmiyorum, daha iyi bir yer olsun isterim.

4. Yalnızım, dostum mostum yok, uzaklarda bir iki arkadaşım var, bazen onlarla konuşurum. Bir çevrem olsa, arkadaşlarım olsa iyi olur.

5. Ülkenin, toplumun şartları, değerleri, ilişki biçimleri, daha genel bir ifadeyle dünya görüşü ve hayat tarzı hoşuma gitmiyor, bana uygun değil.

6. Akrabalarımla bir münasebetim yok. Babam yıllar önce öldü. Annemle arada görüşüyoruz. Dedem nenem, halam teyzem, dayım amcam, kuzenlerim falan var ama sanki yok gibi; çoğu zaman aklıma bile gelmiyorlar.

7. Ülkede tanıdığım parti, grup, cemaat, örgüt, dernek, vakıf, oluşum vb. arasında beğendiğim, kendime yakın bulduğum yok.

8. Çalıştığım ve dikkat ettiğim sürece yemek, barınma, giyim kuşam gibi giderlerimi karşılayabiliyorum.

9. Sağlığım hâlâ iyi sayılır, ama yaşlandıkça yavaş yavaş sıkıntılar yaşarım herhâlde. Düzenli ve sağlıklı beslenme ve uyuma konusunda dikkatsizim, spor falan yapsam iyi olur.

10. Pek can sıkıntısı yaşamıyorum, oyalanacak bir şeyler bulabilirim. Tabii daha iyi durumda da olabilirdim.

Hemen aklıma gelenler bunlar. Gelelim yapılacaklara.

1. 2030’da işten ayrılıyorum. O zamana kadar yeni bir kuruma geçilebilir.

2. Tayin düşünüyorum, güzel bir yer arıyorum.

3. Eski evimden memnun değildim, bu eve yeni taşındım. Burada en az bir yıl kalacağım. En fazla bir yıl kalmak için yeni yerlere bakabilirim. Acil ve çok ciddi bir sorun yok. (Ev meselesi 1. ve 2. maddelerle ilgili olduğu için o maddelerdeki gelişmeler bu sorunu da ortadan kaldırabilir.)

4. Olursa olur, olmazsa da yapılacak pek bir şey yok.

5. Yapabileceğim bir şey yok. Yurt dışı düşünmüyorum. Olağanüstü bir şey olursa belki.

6. Kopukluğu azaltmaya çalışmam iyi olur. Ama pek bir umudum yok.

7. Hobi mobi eksenli çeşitli gruplara takılmak derecesinde de olsa bir şey yapılabilir belki. Ötesinden umudum yok, isteğim de yok açıkçası.

8. Bir gidişat tutturdum, sorun yok.

9. Dikkat edeyim. Spor yapayım.

10. Ruh sağlığıma da dikkat edeyim.

Ee, şimdi ne yaptım ben? Ya da bir şey yapacak mıyım, ne çıktı ortaya? Toparlayayım:

* İş, yaşanacak yerleşim yeri ve mekân: Planlanmış durumda, sebatla devam.

* Sosyal çevre, arkadaş akraba: Uğraş veriliyor az çok, devam da edilecek.

* Sağlık vb.: Dikkat edilecek.

Vay be! Hiçbir sıkıntım yokmuş. En azından önümdeki bir yıl için. Güzel, maşallah!

22 Eylül 2025 Pazartesi

EN İYİSİ KENDİ KENDİNE KONUŞMAK

Ben duygularını saklayan biri olmadım, belki istesem de olamazdım. Birini sevdiysem söyledim, sevmediysem de belli ettim. Aynı şekilde kişisel özelliklerimi, bunalımlarımı, hayallerimi, yapıp ettiklerimi de sadece kendime saklamadım. İnsanlara genel bir güvensizliğim olmasına rağmen birine açılınca da açılıverdim, temkini elden bıraktım.

Oysa sağda solda, özellikle sosyal medyada gizli olunması, bir işe girişilmişse sonuca ulaşıncaya kadar kimseye bahsedilmemesi falan salık veriliyor; negatif enerji miymiş, hasetçilerin şerri mi, artık her neyse birtakım olumsuzluklardan böyle kurtulabilirmişiz. Zaten kimse ulu orta planlarını anlatmıyor, arkadaş çevremize söylesek ne olur? Söylemeyin, diyorlar. Bir kitap mı yazıyorsun, söyleme; epey birikim mi yaptın, söyleme; yeni bir ilişkin mi başladı, söyleme; ev veya araba mı aldın, söyleme… Valla böyle şeyleri söylemekten kaçınacağım biriyle neden konuşuyorum ki zaten? Hiç konuşmam daha iyi.

Sanırım bu sebeple, bu kafaya sahip olduğum için pek arkadaş da edinemedim. Galiba, insanlar çevrelerini çeşitli kriterlere göre halkalara ayırıyorlar. Çekirdek aileden topluma doğru halka halka genişleyen bir düzenleme yapıyorlar. Böyle düzenleme yapacak genişlikte bir çevrem olmadığından tanışıp konuştuğum üç beş insana da ketum olamadım, yeri geldi dökülüp saçıldım. (“Dökülüp saçılmak” deyimi bu anlamda kullanılmıyor ama dursun bakalım böyle.)

Doğrusu, yanlış yaptığımı anladığım sonuçlarla da karşılaştım, ama pek de farklı davranmak istemiyorum. Sürekli hesap kitap benim için yorucu, yıpratıcı... “Amaaann,” diyesim geliyor, “belki de en iyisi günlükle konuşmak, günlükle dertleşir gibi kendi kendimize konuşmayı artırmak!” Evet, yazayım ben. Son haftalarda bloglarım azalmıştı, azalmasın, artsın… Şu çağda insanın kendi kendine konuşabilmesi, kendini oyalayabilmesi bir meziyet belki de.

18 Eylül 2025 Perşembe

YİNE BUNALIM

İnsan gençken, önünde istediği hayatı yaşayabileceği uzun yıllar olduğunu düşünüyor; yaş biraz ilerleyip de değişen bir şey olmadığını görmeye başlayınca da telaşa kapılabiliyor. Henüz içinde bulunduğum aralık telaşa kapılmamı gerektirecek kadar geç olmasa da erken de sayılmaz, hatta artık her yılım kritik bir zaman dilimi hâline geliyor. Aniden bir mucize gerçekleşmezse bazı önemli konularda bir değişiklik olacak gibi görünmüyor. Biraz daha geç kalırsam da bir kıymeti olmayacak gerçekleşmesinin.

Bazen yaşamımı bir iş girişimi gibi düşünüyorum ve sonuç fiyaskoymuş gibi geliyor. Yaşamımı diğer yaşamlarla karşılaştırıyorum: Yaşamımda diğer yaşamlarınkinden daha iyi neyim oldu? Neyi rahatlıkla söyleyebilirim? Buna kafa yorayım bakalım…

Bir engelliliğim, süreğen veya ciddi bir hastalığım olmadı. Bu benim başarım sayılmasa da şansımdı belki. Ama bu türlü görece az, hatta istisna diyebileceğimiz konuları dâhil etmesem daha iyi olur. Söz gelimi, iyi kötü bir ailem vardı, bazıları bundan mahrum, dememin anlamı yok. Ortalamayı veya yaygınlık gösteren kitleyi baz almalıyım. Evet, bu durumda yaşamımı farklı, ayrıcalıklı, kaliteli saymamı sağlayabilecek bir özelliğim veya başarım söz konusu değil.

Acaba neden? Çapım bu kadarına mı yetti? Ne istiyordum da olmadı? Ne olsaydı yaşamımı sıradan veya kalitesiz görmezdim? Acaba, bunlar olsaydı sağlıklı değerlendirebilecek miydim? Dışarıdan başarılı veya parlak bir hayata sahip görünsem berbat bir hayatım olduğunu düşünmez miydim? Yani, bu mesele öyle kolay değerlendirilebilecek bir mesele değil. Çok kapsamlı bir konu. Dikkate alacağımız kriterler de herkes için aynı değil…

Biz yine de pes etmeyelim; birkaç kriter belirleyip ona göre devam edelim:

* Zenginlik: Çok açık bir başarısızlık söz konusu, ne yazık ki!

* Yaratıcılık: Herhangi bir sanat dalında bir yaratımım yok. Edebiyatla uğraştım, derleyip toplasam bir iki kitap çıkar; ama bu derleme toplama işini yapmadığım gibi yaptığımda ortaya çıkacak ürün de pek parlak olmazdı.

* İnsan ilişkileri: Pek sevmedim de sevilmedim de. Sönük, soluk, belirsiz… Kötü diyebiliriz.

* Yeme içme, gezip tozma, eğlenme vb.: Ortalamanın üstünde değildir. Üstünde de olsa ben yeterli görmüyorum.

* Genel doyum, yaşama sevinci: Ne yazık ki yaşamımdan genelde şikâyetçi oldum, memnun olmadım.

Evet, toparlarsak hiç de iyi bir sonuç çıkmıyor. Canımı sıkan da bu zaten. Ömür tükeniyor ve bu kötü sonucu değiştirme imkânlarım azalıyor.

Ne yapabilirim? En geç önümdeki 60 ay içinde bir şeyleri değiştirmem gerek. O zaman biraz rahatlayacak, şartlarım bazı bakımlardan ağırlaşmış bile olsa kendimi başarılı sayabileceğim. Bu “bir şeyler” ne olabilir? Finansal özgürlük olabilir, bir dost edinmek olabilir, hayalimdeki yaşam alanıma kavuşmak olabilir… Evet, çok da uçuk kaçık şeyler değil. Kim bilir, belki de bunlardan birine, hatta hepsine kavuşuveririm… Burada dikkat etmem gereken nokta vademin 60 ayı geçmemesi gerektiği. Bakalım ne olacak, talih yüzüme mi gülecek, daha kötü mü olacağım?..

14 Eylül 2025 Pazar

NEYE GÜCÜMÜZ YETİYORSA…

Hayatımı, geleceğimi, dünyanın gidişatını düşünürken, bazen sihirli bir formül bulacakmışım gibi bir duyguya kapıldığım oluyor. Aklıma sıra dışı bir fikir gelecek de ben onun sayesinde önemli sıkıntılarımdan kurtulacağım ve hayatım neredeyse tam da istediğim yola girecek… Bu his hep devam ediyor, ama umduğum da gerçekleşmiyor. Bir gün gerçekleşir mi? Doğrusu, pek sanmıyorum. Çözmem gereken bir sorun varsa böyle psişik saçmalıklardan medet umamam…

Bu cümleler dün bir çay bahçesinde otururken X’e aldığım notlardan dolayı aklıma geldi. O sırada yine yaşamıştım bahsettiğim duyguyu. Sonuç? Daha önce de elli kez ulaştığım beylik birkaç yargı… X’ten kaldırıp buraya not alayım, dedim, ufak değişiklikler yaptım.

“Düşünüyorum düşünüyorum da yürürlükteki yaşama biçiminin benim için nesi iyi bilemiyorum. Hijyen koşulları mı, hemen her alandaki hız(lılık) mı, teknoloji mi, eğlence mi, müzik mi, sanat mı, spor mu, konfor mu, yönetim şekilleri mi?.. Neyden memnunum?  

Her şeyin hep daha iyiye gittiğini elbette düşünmüyorum, ilerlemeci bir tarih anlayışına sahip değilim; fakat hep daha kötüye gittiğimizi de düşünmüyorum. Yoksa mesele benim tarihin hangi dönem veya evresinde yaşadığımla ilgili değil mi? Öyleyse, neden çağdan, gidişattan bazen tiksintiye varan bir hoşnutsuzluk duyuyorum?

Bu zırlamalar uzun süredir söz konusu. Oysa bir avantajım var: İnsan (toplum) hariç bazı şeyleri değiştirebilirim. Şu anki "gelişmiş" dünyayı hayal eden, böyle bir evrede yaşamaktan mutlu olacağını düşünen birinin elinden pek bir şey gelmezdi. Fakat benim bir avantajım var: İnsan (toplum) dışındaki şartları az çok düzenleyebilirim; zihniyeti veya tabir caizse aklımızın işleyişini değiştiremesem de en azından basit fiziki şartlar bakımından daha “geri” veya “az gelişmiş” bir hayat yaşayabilirim. Bu konuyu düşüneceğim.”

8 Eylül 2025 Pazartesi

AKŞAM GEZİNTİSİ

Maç varmış, tesadüfen denk geldim. Neşeli büyük bir kalabalık çok önceden yerini almış, coşuyor. Portatif sandalyelerinde cipsi kolası hazır bekleyen de çok. Sanki organize bir durum varmış gibi, ama sanırım söz konusu değil.

İlginçtir, ben de fıstık ve içecek almıştım. Bu civarda gezinecek, şansım yaver giderse yağmurda ıslanacaktım. Kalabalığa takılıp kaldım, beni buraya çeken olağanüstü bir şey varmış gibi bir duyguya kapıldım. Olabilir mi böyle bir şey?

Böyle anlarda, "Yurttaşlarımızın vergi vermeye pek yanaşmamaları ile vatanları için canlarını vermeye hazır oluşları hiç de çelişkili durumlar olmayabilir," diye düşünüyorum.

Belki de, vatanlarını, gerektiğinde devletlerine rağmen bile koruyabilecek kadar çok sevmeleri Türklerin hâlâ devam eden bir özelliğidir. Gerçi bu özelliğe bel bağlamak, şu teknoloji çağında gerilla savaşıyla bir şey başarılabileceğine inanmaya benziyor.

Yukarıdaki satırları dün akşam X’e, karakter kısıtlaması el verdiğince, yazmıştım. Buraya da alayım ki kaybolup gitmesin istedim.

Maçı (Türkiye-İspanya) izlemedim. 6-0 yenmiş İspanya. İlk yarıda eve yöneldim. Gelirken yağmura da yakalandım, güzel oldu. Eve döndükten sonra, yaşadığım bu hoş tesadüfün hiçbir (olumlu) etkisini hissetmedim. Oysa bir eğlenceye, kalabalığa, coşkuya denk gelmiştim, neşeli insanlar görmüştüm…

6 Eylül 2025 Cumartesi

ARARKEN DE DEĞİŞMEK

Nasıl bir çevrem varsa yaşama biçimlerine, dünya görüşlerine imrendiğim tek kişi gelmiyor aklıma. Hemen herkesi aynı telaş veya kaygı ya da bunlarla çeliştiği iddia edilebilecek bir kayıtsızlık içinde görüyorum. Tam bu noktada şu soru yankılanıyor kafamda: Sen nasıl istediğin hayatı yaşayamıyorsan, erteliyorsan, millet de benzer bir durum içinde olabilir; başkalarına bakacağına, onlardan bekleyeceğine, sen kendin girişsene işe! Elbette, kafamda gelişiveren bu soru veya itiraz da gerçeğin sadece bir yönüne dokunuyor, her şeyi açıklayamıyor. Çünkü çevremin “yetersizliği” sadece bu konuda değil, daha pek çok konuda söz konusu.

Ben her şeyden önce, hep bir arayışın insanı oldum. İnsanın dünyaya bir şeyleri aramak için geldiğine inanıyorum, belki de hiçbir zaman bulamayacağı bir şeyi aramak için geldiğine. Pek çok konuda bir konformist gibi yaşasak bile peşinde olduğumuz bir şey olmalı. Aşk olabilir bu, sanatsal bir yaratım olabilir, neyi arayacağını aramak bile olabilir…

Tabii şunun da farkındayım: Böyle bir durum, yani bir arayış içinde olma, insanlık tarihinin de gösterdiği gibi hiçbir zaman geniş yığınların sahip olduğu bir özellik olmamış. Çok daha temel birtakım ihtiyaçlar insanı ömrünün sonuna kadar oyalamaya yetmiş. Dolayısıyla istek veya beklentimin sıradan ve yaygın bir şey olmadığını da biliyorum. Fakat böyle “tuhaf” insanlarla neredeyse hiç karşılaşmamış olmam benim bir şeyleri yapmadığımı veya yanlış yaptığımı gösteriyor. Asıl sorun bu değil, çünkü bu tespiti uzun zaman önce yapmıştım. Acı olan, bazen kendimi hırpalamama yol açan şey, hâl böyle olmasına rağmen bir değişiklik olmaması.

Yine aynı sona geldim: Çabala, hareket et, değişiklik yap! Bir şeyi yapman gerektiğini bilmenin ne anlamı oldu ki şimdiye dek? Demek ki sahip olduğun farkındalık eyleme geçmene yol açmıyorsa seni üzüp duran bir sıkıntıdan başka bir şey sayılmayabilir.